ADIGE XABZE
orhanocak1952

Toraman

 
TORAMAN

        1974 yılının ağustos ayıydı. Siirt’in Kozluk ilçesinin bir köyünde 4 yıl çalıştıktan sonra tayinim kendi köyümüze çıkmıştı. Eylülde okullar açılacaktı, doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım köyümde öğretmenlik yapacaktım. Heyecanım o kadar büyüktü ki kelimelerle anlatamam. 
          Bu heyecanıma, bir sabah rahmetli başbakanımız Bülent ECEVİT’İN radyodan, “Bu sabahtan itibaren silahlı kuvvetlerimiz Kıbrıs’a çıkarma yapmaktadırlar, biz barış için gidiyoruz, biz yalnız Türklere değil adada yaşayan Rumlara da barış getirmeye gidiyoruz.” Sözleri ile bildirdiği haberin heyecanı da eklenmişti. 
        Tayin emrimi almak için o zamanlardaki adı İlk Öğretim Müdürlüğü olan, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne giderken askerlik şubesinin önündeki kalabalık beni çok gururlandırmıştı.
           Emri aldıktan sonra fazla oyalanmadım. Üç gün içinde hazırlanarak toparlandım. Bir Skoda tutarak eşyalarımı yükledim köyün yolunu tuttum. Kısa sürede de okulun bitişiğindeki lojmana yerleştim.
İlk iş olarak okulu düzenledim ihtiyaçları belirleyip tedarik ettim. Allah rahmet eylesin o zaman muhtar olan. Fehmi Aydoğdu”nun desteklerini çok gördüm.
           Okulun işleri bittikten sonra, o sene kaydedilecek öğrencileri belirledim, okula gelmelerini beklemeden tek tek evlerine giderek hem tanıştım, hem de kayıtlarını yaptım.
            Nihayet okulların açılacağı 21 Eylül günü geldi. Sınıfa girdiğimde, sanki 15 yıl önce, ayakkabıların tabanları dışarı gelecek şekilde cebime sokmuş merak ve kuşkuyla aynı kapıdan adım attığım günkü gibi heyecanlıydım.
           Sınıf uzunca bir sınıftı. Beş sınıfta bir aradaydı. Soldan sağa doğru birler, ikiler, üçler, dörtler ve beşler diye sıralanmışlardı. Yoklamayı yaptıktan sonra karşılıklı diyalog gerektiren konuşmalar yapıyorduk, bu çerçevede çocuklara köyün ortak malları nelerdir diye bir soru yönelttim. Çocuklar sıra ile okul, cami, çeşme, mera, köy konağı diye saydılar. Biriside koruda var öğretmenim diye ekledi. Bütün bunlar olurken üçüncü sınıflardan bir öğrenci ısrarla parmak kaldırıyordu. Ona doğru dönerek:
         —Söyle bakalım yavrum dedim.
         Çocuk ayağa kalkarak, sanki çok önemli bir şey unutulmuşçasına, heyecanla:
         —Birde Toraman var öğretmenim dedi.     
         Bütün çocuklarda bağırarak, çağırarak onu onayladılar. Şaşırmıştım. Sordum bu Toraman nedir neyin nesidir. Çocuklar büyük bir coşku içinde lafı birbirlerinden alarak anlattılar.
         Toraman köyün sahipsiz köpeğiymiş. Avlusunda köpek olmayan herkesin kapısında sırayla kalırmış.
         Bu olayı merak ettim ve en kısa zamanda öğrendim. Toraman köyde sürüsü olan birisinin köpeğiymiş, çok ta cesurmuş. Bekçilik ettiği davardan kurda kuşa hiç hayvan aldırmamış. Bir kurtla bir domuzla yalnız başına baş edebiliyormuş. Sahipleri köyden göç ettiğinde onu da götürmüşler ama o 100 km lik yolu yürüyerek geri dönmüş. O günden beride avlusunda köpek olmayan evlerin önünde kalıyormuş. Kaldığı evi o kadar sahipleniyormuş ki, bir gün önce avlusunda kaldığı, ekmeğini yediği kişiyi yeni kaldığı evin avlusuna ev sahibi göresiye kadar koymuyormuş köyden kim olursa olsun birisi, bir yere gitmek için köyden çıktığında ona gideceği yere kadar refakat ediyormuş. 
         Okulun açıldığının üçüncü günü toramanla tanıştım. O akşam bir şeyler atıştırdıktan sonra muhtarlığa gitmek için kapıya çıktığımda 5 metre karşımda gördüm. Çok iri bir köpekti, kafası bedenine göre biraz daha iriymiş gibi duruyordu. Tam bir kangal köpeği değilse de mutlak bir karışımı vardı. Duruşu ve bakışları bana korkmamam gerektiğini hissettirdi. Geriye döndüm, yarım francala ekmeği alarak tekrar dışarıya çıktım. Ekmeği birkaç parçaya bölüp yavaşça önüne koydum. Hiç acele etmeden yavaşça yedi. Yemeğini yedikten sonra usulca yanına diz çöktüm başını, boynunu okşadım. “Demek Toraman sensin ha, iki yalnız görev adamı iyi anlaşırız umarım” dedim. Yemek ten ziyade bu vücut teması daha çok hoşuna gitmişti.
          Sonraları çok iyi dost olduk. Toplantı ve maaş günlerinde veya her hangi bir sebeple ilçeye gitmek için sabahın beşinde kalkar ya 5 km lik Kayı köyüne veya 7 km lik Han-Erten yol çatrağına yaya olarak inmem gere kirdi. Her seferinde, nerden anlar, nerden duyar bilinmez daha köyün çıkışında yanımda biterdi. Devamlı 4–5 adım arkadan takip ederdi. Yolda bir davar sesi veya bir köpek sesi duyulduğunda, adımlarının hızlandırır yanıma gelirdi. Tehlike geçince de tekrar geride kalırdı. Anlatıldığına göre ona hiçbir köpek 10 M den fazla yaklaşmamış. Bunu deneyenlerin de sonu pekiyi olmamış. Kayı’ya ise yolculuğum, ben köye girince geri dönerdi eğer yolculuk Han-Erten yol çatrağı ise, ayaklarımın dibine çöker Han arabası gelesiye kadar beklerdi.
          Evlendim dostluğumuz devam etti, çocuklar oldu dostluğumuz devam etti.   Çocuklar büyüdü onların en iyi dostu koruyucusu oldu. Çocuklar çiçek, mantar, kozalak toplamaya gittiklerinde hep yanlarında olurdu. Bu gibi zamanlarda anneleri telaşlanır çocukları yalnız başlarına salıyorsun diye söylenirdi. Ben hiç aldırmazdım biliyordum ki Toraman yanlarında. 
         1982 Yılının Kasım ayının sonlarına doğruydu, toprak yumuşamış iyi bir tav vardı. Hava da yazın giderken unuttuğu sıcaklıktaydı. Günlerden pazardı okul da yoktu. Bundan istifade Karaağaç mevkiindeki kavakların altını bellemeye karar verdim. Kırda yemeğin tadını bildiğimden bir torbada azık hazırlattım bel küreğini de alarak yola cıktım. Tabii Toraman da yanımda. Vakit ikindi olmuş hiç anlayamadan ne yemek nede sigara molası vermemiştim. Hava birden kararır gibi oldu, daha ne oluyor demeden bir kar yağışı başladı ki anlatamam. Hemen her şeyi yüz üstü bırakıp köye yöneldim. 1 km lik yolu yürüyüp köye geldiğimde karın kalınlığı 10 cm yi bulmuştu.
          Akşam yemeği yemiş çayımı içmiş televizyonun karşısına oturup sigaramı yakmıştım ki: Suna yanıma gelerek!
          —Baba Toraman bize küstü mü? Diye sordu.
          — Yok, kızım niye küssün 
          —O zaman bu gün bize niye gelmedi…
          Çocuğun bundan sonra dediklerini duymadım bile. Hemen giyindim, silahımı aldım, el fenerini de alarak dışarı fırladım. Nereye diyen seslere de sadece Toramanı almaya diyebildim. Dışarı çıktığım da karın kalınlığı 30 cm yi bulmuştu, kar yağışı da hızını kesmiş serpiştiriyordu. Hiçbir şeyi gözüm görmedi o hızla bahçeye varmışım.
            Gördüğüm manzara aynen tahmin ettiğim gibiydi. Toraman ayaklarını ekmek çıkınının üstüne uzatmış kafasını da ayaklarının üstüne koymuş yatıyordu. Beni görünce ayağa kalktı üstünde eriyenler hariç bir karış kar birikmişti. Silkelenerek karları üstünden döktü, üzerinde görevini hakkıyla yapanların görüntüsü vardı. Yanına oturdum açlıktan sündüğü halde el sürmediği azığı torbasından çıkardım yiyecekleri önüne koydum büyük bir iştahla yedi. Ben de bir sigara yaktım bir taraftan da dostluk, vefa böyle bir şey mi acaba diye düşündüm. 
          Hiçbir güzelliğin, hiç iyi bir şeyin baki olmadığını ispatlayan olay bir gün gerçekleşti. Güzel bir yaz günüydü bir iş için Çifteler’e inmem gerekiyordu. Sabah yola çıktığımda Kayı arabasının gitmiş olabileceğini düşünerek Han-Erten yol çatrağına inmeye karar verdim. Oradan arabayı kaçırsam bile başka bir vesait dekkelebilirdi. Yola çıktım tabii ki Toramanla. Çatrağa geldik bir hayli zaman geçti, güneş yükseldi ama gelen giden olmadı. Sonunda Kulapaya kadar yürüyüp şansımı taş arabalarında denemek istedim. Beraberce yola çıktık Kulapaya geldiğimizde öğlen yaklaşmıştı. İyice de acıkmıştık. Yolun kenarında ki bakkaldan 1kg kurabiye aldım, çoğunu toramanın önüne döktüm, karşılıklı kahvaltının tadını çıkaralım diyordum ama baktım Toraman yiyemiyor. İyice ihtiyarladığından beri sert şeyleri yiyemiyordu. Hemen yanı başımızda ki çeşmeden musluğunda asılı olan tasla bir tas su getirip Kurabiyelerin üstüne döktüm. Anca ondan sonra kahvaltımızı zevkle yapabildik. Biraz sonrada bir taş arabası geldi. İçeride yer olmadığından arkaya taşların üstüne çıktım. Toramansa ayaklarını açmış başını kaldırmış öylece bakıyordu. Araba uzaklaştıkça ufaldı ufaldı sonunda gözden kayboldu. 
           İki gün sonra köye döndüğümde duydum ki Toraman ölmüştü. Ölüsünü ilk ev sahibinin harabe haline gelmiş yıkıntılar arasında bulmuşlardı. Köylüler de ona vefa borcunu unutmamışlar ölüsünü gömmüşlerdi.
             O gündür dostluk dendi mi Toramanı hatırlarım. Bir gün topallayarak yanıma gelmiş ön ayağını uzatmıştı, tırnakları arasında ki kıymığı çıkarıp yere bastığın da bana öyle bir bakışı vardı ki: minnet dendiğinde de o bakışı hatırlarım.
    

 
Orhan ocak ESKİŞEHİR 20 Kasım 2007  

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol