ADIGE XABZE
orhanocak1952

Aglatan sarki


AĞLATAN SARKI
        Temmuz ayının ortalarında bir gündü. Köylü arpaları bitirmiş buğdayları biçmeye başlamıştı. Ben de yeni denenmeye başlanan Meksika buğdayı ekmiştim. Hem üzerimde hamlık olduğundan hem de bu buğdayın saplarının kalın ve sert olmasından iyice yorulmuş, tırpanı da tarlada bırakarak köye dönmüştüm. Evin önündeki kerevete oturmuş kahvemi içiyordum ki korktuğum başıma geldi. 
           Harun, “Hoca” diye bağırarak avluya girdi. Harun uzun seneler İstanbul’da çalışmış, çalıştığı iş yerinden kaynaklanan bir akciğer rahatsızlığından dolayı temiz havası için köye dönmüştü. Hemen hemen her akşam milleti toplar, gençlerle eskiler arasında voleybol maçı yaptırırdı. Beni de kurtarıcı olarak eskilerin arasına alırdı. Tabii sonunda da gençler bizi duman ederlerdi. Millet bizim gazozumuzu içmekten, şekerlemelerimizi yemekten bıkmış, Harun’un sayesinde biz ısmarlamaktan bıkmamıştık.
           Bu günde yorgunum dememe aldırmadan, yeni taktikler anlatarak sahaya sürüklemişti beni. Tam sahanın olduğu köy meydanına gelmiştik ki, ilçe yolundan bir jip tozu dumana katarak geldi ve yanımızda durdu. Jipin sahibi kavruk dediğimiz birisiydi.  Bütün dağ köylerinin gelenini gidenini otaşırdı. Sanki içimizden biri olmuştu.
          Kavruk arabadan inmiş hem konuşuyor hem de elimi tutmuş sallıyordu. Çok boş konuşan biri olduğundan dediklerini dinlemedim bile. Arabaya dönüp baktığımda baba dostumuz Ali İhsan abiyi gördüm. Hemen yanına giderek elini öptüm.
          Hoş geldin amca, dedim. 
          Üzüntülü ve kısık bir sesle:
          —Yeğenim pek hoş gelmedim, dedi.
          Harun’a dönerek kavruk’u gösterdim;
          —Benim yerime bu oynayacak biz birazdan döneriz dedim.
          Ali İhsan abiyi alarak eve götürdüm. Ben ocağa çay suyunu koyarken o anlatmaya başladı. Oğlu Seferli Köyünden bir kız kaçırmış, kızın yaşı 18’ in altındaymış, ailesi şikâyetçi olmuş, her tarafta aranıyorlarmış. Yanına oturdum, elimi dizine koyarak:
          —Tamam, amca üzülme sen hallederiz. Şimdi söyle bana kızın yanında birisi var mı?
           —Evet, dayısının oğlu var.
           — Kızın 18 yaşına kaç ayı var?
           —13 gün.
            —Neredeler şimdi?
            —Elmalı da bir arkadaşındalar.
            —Emniyetli mi?
            —Birkaç gün için evet, sonrasını bilemem.
            Bu konuşmadan sonra Ali İhsan Amcanın çayını koydum, o çayını içerken bende Sait ile Hilmi’ye haber saldım. 5 dakika sonra geldiler. Onlara:
           — Çocuklar iki günlüğüne bir işimiz var hazırlanıp gelin, dedim.
           Kalkıp kapıya doğru yöneldiklerinde de ilave ettim.
           —Sağlam gelin ha.
          Çocuklar çıktıktan yarım saat sonra hepimiz hazırdık, arabaya bindik ve yola çıktık. Bu arada çok garip bir şey olmuştu, yapılan maçta eskiler ilk defa gençleri yenmişlerdi.
İlçeye geldikten sonra doğru Ali İhsan Amcalara indik. Kavruk’ saat gece 22’de beni Kel Osman’ın kahvesinin önünde beklemesini söyleyerek gönderdim. Sait ile Hilmi’ye de taksici Raif’i bularak saat 22 de hazır olmalarını, bizi belirli mesafeden takip ederek arkamızı kollamalarını söyledikten sonra hareket saatine kadar serbest bıraktım.
            Biz Ali İhsan Amcayla konuşurken Huriye Teyzede yemek hazırladı. Yemekten sonra ise oğlu Fatih için lazım olacağını düşündüğü bir valiz toparladı. Nihayet vakit geldiğinde içlerini ferah tutmalarını, lazım olduğunda bizi nerede bulacaklarını söyleyerek valizi de alıp evden ayrıldım.
Kahvenin önüne geldiğimde Kavruk hazırdı. Şöyle bir etrafıma bakındım10 M geride bizimkileri taksinin içinde gördüm, sellektör yaparak hazır olduklarını bildirdiler.
           Hiç vakit kaybetmeden hareket ettik. Çocukları kaldığı köyden alarak 13 günü geçireceğimiz Kayalık Köyüne doğru yola koyulduk. Yolda bir ara Kavruk telaşla “hocam takip ediliyoruz “dedi. Bende aldırmamasını söylemekle yetindim.        
            Telaşlanması hoşuma gitmişti, yol boyunca da telaşını giderecek bir şey yapmadım.
            Bir saati ovada bir saati de çam ve meşe ormanının içinde geçen bir yolculuktan sonra Kayalık köyüne geldik. Vaktin gece yarısını geçmesine rağmen köye girişteki yolun iki tarafındaki harmanlarda lüks ışıkları yanıyordu. Köylüler bu köyde yalnız geceleri esen bir rüzgârdan faydalanarak harman savuruyorlardı.
            Doğruca Raşit’in evine gittik. Raşit hem uzaktan akrabamız hem de delikanlılık yıllarımda ki en iyi arkadaşımdı. Evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, üç yıldır da Kayalık Köyünün muhtarlığını yapıyordu.
            Raşit’i uyandırıp durumu kısaca anlattıktan sonra bizim çocukları ve taksicileri geri göndermek istediysem de, Raşit hiç birini bırakmadı. Hemen taksicilerle beni bir odaya gençleri de başka bir odaya aldı.   Kısa zamanda önümüze bir sofra çıkarttı. Yemeği getiren Raşit’in kardeşi Raziye hoş geldin faslından sonra:
            —Abi bakıyorum da gene iş başındasın, diye takılmadan edemedi.
            Bende kısaca:
            —Dostlar sağ olsun, onların bize işleri düştüğü sürece biz varız, dedim.
            Yemekten sonra taksicilerle, bizim çocukları yolcu ettik. 
            Raşit hemen kızı başka bir haneye, oğlumuzu da başka bir haneye yerleştirdi. Bizde geldiğimi duyan tanıdıklarında katılmasıyla çayımızı içerek sabaha kadar muhabbet ettik.
             Zamanımız anlatılamayacak kadar güzel geçiyor, sayılı günlerimiz azalıp gidiyordu. Geceleri bir gece kızın kaldığı yerde, bir gece delikanlının kaldığı yerde olmak üzere her gece eğlenceler kuruluyor, düğünler yapılıyordu. Bu eğlencelere komşu köylerden
              Gelen kızlı erkekli gruplarda katılıyordu. Gündüz akşama kadar tarlada çalışan bu gençler akşamları böylesine bir enerjiyi nereden buluyorlardı bilmiyorum. 
Kızı misafir eden hane ona iyice sahiplenmişti. Gelin almaya gittiğimizde bize neler yapacaklarını anlatıp takılıyorlardı.
             Köye geldiğimizden beri bir şey dikkatimi çekmişti. Her akşam güneş batımı ile birlikte iki mızıka sesi duyuyordum. Biri başlayınca, öbürü susuyor, o susunca öteki başlıyordu. Sesin biri köyün bir ucundan öbürü öteki ucundan geliyordu. Nağmelerde oyun havası değildi, insanın içerisine işleyen alıp ta uzaklara götüren çok hüzünlü nağmelerdi.
             Merak ettim Raşit’e sordum. Uzun uzun anlattı.
             Mızıkayı çalanların biri erkek birde kızmış, bu ikisi birbirine sevdalıymış, sevdalıymış ama bir araya gelmeleri imkânsızmış. İki aile arasında kan husumet düşmanlık her şey varmış. Remzi bu sevdayı unutmak için köyden ayrılmış. Önce Almanya’ya sonra Suriye’ye oradan da Ürdün’e geçmiş. Uzun zaman Prens Ali’nin muhafız alayında durmuş. Prens Ali’nin babası ölüp kralın çerkes olmayan eşinden doğmuş üvey ağabeysi kral olunca oda Ürdün den ayrılmış. Bakmış içindeki kara sevda bitmemiş dönmüş gelmiş köyüne. Kendini atlara vermiş. Balıkesir taraflarından birkaç damızlık at getirmiş ve çok güzel atlar yetiştirmeye başlamış. Her akşamda mızıkasını alır sevdiğine içini dökermiş.Gülbaharsa Remzi köyden ayrıldıktan sonra tamamen içine kapanmış, bütün taliplerini geri çevirmiş dertlerini sadece mızıkasına döker olmuş.
              Bu iki sevdalı mızıkalarıyla anlaşır dertleşir olmuşlar.
              Bu hikâye beni baya etkilemişti. Ertesi akşam iş edinip Gülbaharın babasını ziyaret etmeye karar verdim ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Gülbahar’ın babası Ziya Bey çok sert ve aksi bir adamdı.
             Ertesi gün bu mesele kendiliğinden çözüldü. O akşam bizi yemeğe davet etmişlerdi. Köye geldiğimizden beri bu davetler sürüyordu. Çocuklara yemekten sonra Gülbahara mutlaka ağlatan kafeyi çaldırmalarını istedim. Akşam büyükler ayrı odada gençlerde ayrı odada yemeklerimizi yedik, bir taraftan çaylarımızı içerken bir taraftan da muhabbete başladık. Ziya Bey askerliğini Atatürk’ün muhafız alayında yapmıştı, o nedenle çok ilginç anıları vardı. Büyük zevk alarak dinledim, tek rahatsızlığım sigara içememekten kaynaklanıyordu.
            O ara gençlerin bulunduğu odadan mızıka ve wored sesleri gelmeye başlamıştı. Biraz sonrada ağlatan kefenin hüzünlü melodisi başladı. Gülbahar o kadar içten çalıyordu ki içimi titretti hüznü ta iliklerime kadar hissettim. Herkeste benim hissettiklerimi hissetmiş olacaktı ki içeride bir sessizlik hüküm sürüyordu. Melodinin sonunda sessizliği  Raşit bozdu. Bana dönerek:
              — Hocam sen bu şarkının hikâyesini biliyorsundur, dedi.
              Bu soruyu bekliyordum çünkü sormasını buraya gelmeden önce ondan ben istemiştim ama yinede tedirgin oldum.
              — Bir şeyler biliyorum ama milleti rahatsız etmeyelim, dedim.
             Ziya Bey de merakını gizliyemiyen bir ifade ile:
              —Anlatırsan seviniriz deyince, hafifçe toparlanarak, anlatmaya başladım.     
          Yerimden hafifçe doğrularak, derin bir nefes aldım ve anlatmaya   başladım.
              —Adananın dağ köylerinde ay kadar güzel olan Gurina isimli bir kız yaşarmış. Ova köylerinden varlıklı bir ailenin oğlu ile de sözlüymüş. Günün birinde bu dağ köyündeki düğünlerden birine bir grup delikanlı gelir. Bunların içinden hafif sarışına kaçan, çakır gözlü, boylu poslu, oynarken yeri titreten Şahin isimli delikanlıyla, gurina’nın gönülleri birbirine düşer. Kara sevda ikisini de kavurur, kavurur kavurmasına ama kız sözlüdür. Delikanlı ne kadar ısrar ederse etsin kız ailesinin onurunu çiğneyemeyeceğini söyleyerek ret eder. 
            Sonunda düğün günü gelir çatar. Günün akşamı bir mızıkadan çıkan hüzünlü nağmeler, gelin evinin avlusuna oradan da bütün köye yayılır. Öyle hüzünlü bir melodidir ki dinleyenlerin yüreğinin yağını eritmektedir. Gurina bütün acılarını, olacakları bu melodilere dökmektedir sanki. Kızın arkadaşları olayların gelişmesinden şüphelenirler kapıya gelirler ama kapı kilitlidir. Birden nağmeler kesilir ve ardından bir silah sesi duyulur.
           Kapı kırılıp içeri girildiğinde görürler ki kız babasının silahının tetiğini çalacağı son tuşa bağlayarak intihar etmiş. O günden sonrada bu melodi ağlayan kafe olarak anılmış.
           Sözümü bitirdiğimde içeride uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalınan müzik arkasından acıklı hikâye herkesi etkilemişti.
            Sessizliği yine Raşit bozdu:
            —Hatırladığıma göre değişik bir hikâyesi daha olacaktı. Dedi.
            Biraz nazlanmak istercesine:
            —Evet, var ama milleti sıkmayalım dedim.
             Ziya Bey nezaket icabı olmayan bir merakla ve kendisine mahsus o kısa ve kesin tavrıyla:
            —Üşenmezsen dinlemek isteriz yeğen dedi.
            Bunun üzerine ben de anlatmaya devam ettim.
            —Hikâye son tarafına kadar, isimler, yerler değişse de hemen hemen aynı. Burada sevdiğine kavuşamayacağını anlayan delikanlı canına kıyar, kızda mızıkasını alarak delikanlının mezarı başına gelir. Amacı ağıt yakmaktır ama elleri parmakları çalışmaz. Kızda mızıkayı mezar taşına çarparak parçalar ve oda canına kıyar. İşte o anda görülmemiş bir şey olur. Kırılan mızıkanın parçaları kendiliğinden birleşir ve kendi kendine bir melodi çalmaya başlar. Müzik o kadar acıklıdır ki oradaki herkesi ağlatır ve adı ağlatan kâfe kalır.
          İkinci defa çaylar demlendi, muhabbet koyulaştı. Gece boyunca bu konuya bir daha değinilmedi.
           Ertesi gün Raşit’le av bahanesi ile biraz dolaşalım diye hazırlanmış, tam avlu kapısından çıkıyorduk ki motosikletli bir genç hızla gelerek önümüzde durdu. Saçlarının aldığı şekle ve yüzünün rengine bakılırsa bir hayli hızlı geldiği belliydi. Delikanlı motordan inip motoru ayaklığının üstüne almaya uğraşırken, Raşit sordu.
         —Ne o Ali bu telaş ne böyle?
         Ali elleri ile üstünü silkelerken;
        —Evet, ağabey, haber getirdim hem de önemli bir haber dedi.
         Bir müttet şüphe ile beni süzdü, ancak Raşit’ten işaret aldıktan sonra  anlatmaya başladı.
          —Karakola ihbar geldi, köyünüzde kaçaklar saklanıyormuş, arama yapmaya gelecekler.
          Raşit gerisini dinlemedi bile onu yüzünü yıkayıp karnını doyurması için eve yolladıktan sonra çağırdığı gençlere talimatlar yağdırmaya başladı.
         Önce gelini ve yanındakileri ahır çeşmesindeki tarlalarda haşhaş koparanların yanına gönderdi. Bizim oğlanı da altına bir araba eline bir balta yanına da geveze Hamzat’ı vererek, rüzgârlı yamaca odun yapmaya gönderdi. Zavallı bizim oğlan dağdan inip jandarmaya teslim olmayı isteyeceği saatleri yaşayacaktı herhalde.     
          Bütün bu organizeleri yaparken Raşit’i hayranlıkla seyrediyordum.     Öğretmen okulunda da böyleydi 68–69 yıllarında Ankara’nın o puslu günlerinde bu organizatörlüğü çok işimize yaramıştı. Mezun olduktan sonra da aynı şekilde çalışmaya devam etmiş, çalıştığı köylerde de sadece eğitim alanında değil, kooperatifleşmekten tutunda hayvancılığa kadar her konuda köylülerle birlikte çalışmıştI. En son yöneticilik yaptığı okulda soğuk bir 10 Kasım sabahı çocukların üşümesine dayanamayarak Atatürk’ü anma törenlerini okulun içinde yaptığı için soruşturmalar geçirmişti. Tüm ifadelerde de tek bir cümlelik savunma yapmıştı.*Atatürk sağ olsaydı nasıl davranacaktıysa öyle davrandım.* Neticede aldığı kınama cezası ağrına gitmiş,
             İstifa ederek köye gelip yerleşmişti. Bu gün tam onun o zamanlar da düşündüğü gibi,10 Kasımlar bir yas töreni değil Atatürk’ü anma ve tanıma günü olarak uygulanmaktadır.
             Daldığım hayallerden Raşit’in bana seslenen sesiyle uyandım.
             —Abi sende Osman’ı al doğru ava, akşama boş gelirseniz yemek yok diyordu.
              Oyalanmanın âlemi yoktu hemen oradan ayrılıp dik bir yamacı kaplayarak yükselen ormana yöneldik.
              Köyden yüz yüzeli m uzaklaştıktan sonra durduk, ormanın koyu yerinden köyü rahatça görebileceğimiz ama köyden görünmeyeceğimiz bir yer belirledik. Gazellerden ve otlardan rahatça oturabileceğimiz yerler yaptık.
             Osman da niyetimi anlamış olacaktı ki hiçbir şey sormadı. Sırtımı iri meşe ağacına dayayarak oturdum, sigaramı da yaktıktan sonra Osman’a en hassas yerinden takıldım.
                —Eee Osman senin için bu zorluklara ne zaman katlanacağız, görünürde bir şeyler var mı?
               Başta biraz çekindi ama sonradan açılarak anlatmaya başladı. Biz muhabbeti koyulaştıralı ne kadar zaman geçti bilmiyorum, duyduğumuz araba sesiyle başımızı köyün girişinde ki ince yola çevirdik. Biraz sonra orman çıkışında iki araba belirdi. Öndeki bir askeri araçtı arkadaki de bir jip. Birden kan beynime sıçradı bu kavruğun jipiydi. Emin olmak için iyice yaklaşmalarını bekledim. Evet, onun jipiydi. Hain herif üç kuruş taksicilik ücreti için satış yapmıştı.

                    Arabalar gelip köy meydanında durdular, askeri cemse den inen askerler koşar adım Raşit’in evinin etrafını sardılar. Raşit ile komutan ayaküstü bir şeyler konuşuyorlardı. Kavruğun jipinden de birkaç sivil inmişti. Herhalde kızın akrabalarından birileriydi. Kavruk’un yaptığı canımı çok sıkmıştı, canını bir hayli yakacağım kesindi ama bunun kokusunu duyurmadan da rahat edemeyecektim. Gözlerini köye dikmiş oturan Osman’a dönerek:
               —Yeğenim ağabeyin bunlara en aşağıdan birer ayran içirmeden göndermez. Hemen aşağıya in şu mavi gömlekli taksi şoförüne yanaş kimseye hissettirmeden selamımı söyle ve döndüğümde oralarda arabasına bindirecek insan değil kuş bulamayacak dediğimi ilet.
               Osman aşağıya inerken askerlerde yanlarında birileri olduğu halde bazı evlerin avlularına girip çıkmaya başlamışlardı. Bir saat sonra gelenler toparlanıp geldikleri gibi gittiler. Bende beklemeden köye döndüm.
              Raşit’in neşesi yerindeydi. Komutanla araları iyiydi anlaşılan.
             —Onlar da görevlerini yapacak bizde görevimizi yapacağız diye gülerek olan biteni anlattı.
         Siviller kızın iki kardeşiyle dayısıymış. Sekiz gündür yollarda o köy senin bu köy benim,   gelen ihbarların peşinde dolaşıyorlarmış.
        O günün akşamı yemek davetine gençleri gönderip biz Raşit’le Remzi'nin yanına gittik. Bizi memnuniyetini belli eden bir ifade ile karşıladı. Saçlarına hafifçe kırlar düşmüştü. Yüzündeki çizgiler sanki çok çekmenin değil de çok şey bilmenin ifadesi gibi duruyorlardı.
           Onunla muhabbet etmek çok zevkliydi, hemen hemen dünyanın yarısını gezmişti, gittiği her ülkedeki hemşerilerimizle tanışmıştı. Bu zaman içerisinde de bir tespit yapmıştı.
            Gezdiği ülkelerdeki Çerkez toplumları içinde en rahat olanı da, en çok hakka sahip olanın da, adet ve geleneklerini de en iyi koruyanında Türkiye Çerkezleri olduğunu söylüyordu. Yalnız Türkiye de bir dil zafiyeti olduğunu da fark etmişti. Konuşmanın tadından zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Kalktığımızda horozlar ötmeye başlamıştı.
            Geriye kalan birkaç gün çok çabuk geçti. Kızın yaşı doldu. Bizimde kaçak günlerimiz bitmişti. Ayrılık günü geldiğinde köylünün hoş bir sürprizi ile karşılaştık. Gelinin artık kendi kızları olduğunu bu nedenle buradan gelin çıkaracaklarını söylediler. Geriye dönüp bu isteklerini Aliksan Amcaya ilettiğimde adamcağız o kadar memnun oldu ki o dağ gibi adam gözlerinden kopup gelen iki damla gözyaşının yanaklarına yuvarlanmasına mani olamadı.
             Bir hafta içinde davetiyeler dağıtıldı, hazırlıklar yapıldı. Kız tarafının bohçaları, hediyeleri eksiksiz tamamlandı. Arkasındanda dört dörtlük bir gelin alıcı alayıyla gelin almaya gidildi. Hikâyeyi duyan onlarca köyünde katılımıyla yıllarca unutulamayacak bir düğün yapıldı.
             Sonraki yıllarda Raşit de İzmir’e göç edince yolum oralara hiç düşmedi.
              Bu olayların üstünden yirmi yıl geçmişti. Emekliye ayrılmış özel bir dershanede müdür muavinliği yapıyordum. Yeni kayıtlarımızın başladığı günlerde kayıt odasının önünden geçerken, sıra da bekleyenler arasında yapılı, sarışın çakır gözlü bir genç gözüme ilişti. Her nedense bu çocuk bana Kayalıda ki günlerimi hatırlatmıştı.
              Odama girince çayımı getiren hizmetliye açık kapıdan onu göstererek çağırmasını söyledim.
              Biraz sonra içeri girdi. Eğilip bükülmeden. Yamulmadan ne kadar saygılı olunacağını gösterir hareketlerle birkaç adım atarak:
            —Buyurun hocam Beni çağırmışsınız dedi.
            Elimle oturmasını işaret ettim oturmadı ısrar edince koltuğun ucuna ilişti, birkaç evrakın işini bitirdikten sonra çocuğa dönerek:
            —Nerelisin oğlum dedim.
            Hiç şehir kasaba ismi söylemeden,
             —Kayalı köyündenim dedi.
             Nedense hiç şaşırmadım. Köyden civardan birkaç şey sorduktan sonra:
          —Köyünüzde, Remzi ile Gülbahar vardı sonları ne oldu? Diye sordum.
            Çocuk şaşırdı birazda utandı, ürkek ve kısık bir sesle:
          —Ben onların oğluyum dedi.
           Bu sefer ben şok olmuştum, şaşkınlığım yavaş yavaş sevince dönüştü bu sevincin içinde de biraz gurur vardı. Ağlatan kâfe mutsuzluktan doğmuştu ama böyle büyük bir sevdayı da mutlu sona bağlamıştı. Kendime geldikten sonra uzun uzun konuştuk. Bu arada annesi ile babasının köyde kaldıklarını, at beslemeye devam ettiğini kendisinden küçük ikiz kız kardeşleri olduğunu öğrendim. Sonra da evraklarını alarak kontenjandan kayıt yaptırmak üzere çekmeceme koydum. Uğurlarken de:
           — Babana çok selam söyle dedim.
          Çocuk biraz tedirgin ve çekingen,
          —Kim diyeyim hocam dedi.
          —Seni sabaha kadar uykusuz bırakan cebel başı dersin, diyerek çocuğu uğurladım. Delikanlıya benim adımı vermiş olmaları beni bir hayli duygulandırdı. O günden beri ağlayan kafeyi usta birinden dinlediğimde o günlere giderim.

   Orhan OCAK  03**O2**2008       
Yeni Kent     Eskişehir

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol