ADIGE XABZE
orhanocak1952

Sevginin gucu


 
SEVGİNİN GÜCÜ

          Mezişha Çile 80 hanelik bir köydü. Dağın yamacına, ormanın en sık olduğu bir yere yerleşmişti. Kafkasya’dan göç ettiklerinde, ovada düz arazilerde yer gösterilmiş ama onlar anavatanlarında ki yerleşim alanına benzediği için burayı tercih etmişlerdi. Geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı. Çiftçilik ise devletin büyük desteğiyle yeni yeni yerleşmeye başlamıştı. Yörenin en güzel balını üretirlerdi. Çok sayıda ailenin yılkısı (Yabani at sürüsü) vardı. Çevrenin koşumluk ve binek atı ihtiyacı bu yılkılardan karşılanırdı.
        Köyün kuzey batısındaki iki dağın arasındaki boğazdan çenderek denilen bir rüzgâr devamlı eserdi. Bu boğaza girip birkaç km yüründüğünde, ormanların arasında geniş düzlüklere ulaşılırdı. Köylünün koyak dediği bu düzlükler atların en önemli yaylım yeriydi.
        İlk yapılan evlerin tamamı ağaç tomruğundan yapılmıştı. Yeni yapılan evler ise taştan yapılmıştı. Evlerin tamamının çatıları düz örtü olup, çorağın bir çeşidi olan yağlı bir toprakla kaplıydı. Evlerin içleri dışları yöreden çıkarılan bir beyaz toprakla badana edilirdi.
        Evlerin hemen hemen hepsi doğuya bakardı. Önlerinde de boydan boya haşpak denen sundurmalar vardı. Bu sundurmanın rüzgâr alan bir köşesinde, tavana yakın bir yerde ağaç kafes şeklinde sütlükler olurdu.
         Soğuk bir sonbahar akşamıydı. Akşama kadar yağmur yağmıştı. İnsanlar dam başlarına çıkmışlar kanğaç (yuvak) çekiyorlardı. Ağaçtan veya taştan yapılmış bu silindirler ileri geri çekilerek damlardaki çorak sıkıştırılarak suyu geçirmesi önleniyordu. Uzaklarda bir yerlerde şimşekler çakıyor, her şimşekten sonra etraf kör edici bir aydınlığa boğuluyordu.
        İşte böyle puslu bir gecede yayıldı puslu haber.”Savaş çıkmış seferberlik ilan edilmişti.   
        Muhtarın  köye saldığı  iki genç ev ev dolaşarak, köyün  büyüklerine 
muhtarın toplantı haberini ilettiler. Bir saat sonra bütün büyükler odada toplanmışlardı. Başköşede her zaman ki gibi Martıjko Aziz yerini almıştı. Martıjko Aziz Kafkasya dan göç eden kafileden yaşayan birkaç kişiden biriydi. Az konuşur öz konuşurdu. Herkesin hazır olduğundan emin olan muhtar sıkıntılı bir tonla söze başladı.
         —Komşular hepinizin az çok haberi olmuştur, devletimiz bir hafta önce harbe girmiştir, bizden de gücümüz oranında asker istemektedir, ne diyorsunuz? Diye sordu.
           Kısa bir sessizlikten sonra herkes kendisine göre bir şeyler söyledi. Kimisi hemen bir birlik hazırlanmasını, kimisi acele yapılmamasını gelişmelere göre tavır alınmasını, kimisi de ufak bir birlik gönderilmesini önerdi
          Sonlara doğru da Kanşawko Halit söz aldı. Kanşawko Halit çok gezen, çok bilen, her şeyden haberi olan biriydi. Bu özelliklerini bildiğinden, kendinden emin bir şekilde:
          —Komşular bu savaş uzun sürecek sonu olmayan bir savaş. Bu nedenle ben derim ki, acele yapmayalım devletin biz göçmenlere tanıdığı askerlikten muafiyet yıllarımız dolmadı bekleyelim düşman buralara gelirse bir çaresine bakarız dedi.
           Artık son söz Martıjko Azizindi, bütün gözler ona çevrilmişti.  Martıjko bir süre bekledi yerinden hafifce doğruldu, Kanşawko’nın dediklerine biraz içerlemiş hali vardı. Yaşından umulmayacak net bir sesle konuşmaya başladı:
           — Hepinizi dinledim, kimisinde akıl, kimisinde yürek, kimisinde haklılık payı var. Yalnız hatırlamamız ve hiç unutmamamız gereken şeylerde var. Rusya da düşman kapımıza gelsin bakarız dedik, düşman geldi, yerimizden yurdumuzdan olduk. Bulgaristan da gelsin bakarız dedik, yine yollara döküldük, Yoguslavya da aynı şey oldu. Artık yetti bu bayrak bizim bayrağımız, bu vatan bizim vatanımız. Mezarımızda burası olacak. Bu nedenle yapılması gerekeni değil iki katını yapmalıyız dedi ve sustu. 
         Konuşmadan çok yüzündeki acının, kinin, umudun karışımı ifade herkese kararını verdirmişti.  
           Hemen karar alındı.    
          Bir hafta içinde 68 kişilik bir liste hazırlandı. Liste hazırlanırken tek çocuk olanlar, hastalar, bakıma muhtaç kişisi olanlar bu listeye alınmadı. Birliğin şubeye teslim olasıya kadar Şagumde Yahya’nın komutasında olmasına karar verildi.
           Bu kararın ardından hummalı bir faaliyet başladı. Tğujular pişirildi, kuru etler paketlendi, azık torbalarına güzelce yerleştirildi. Erkeklerde silahlarını temizlediler, atların yelelerini ördüler, kuyruklarını bağladılar. Komşular, akrabalar ziyaret edildi, helâlık dilendi. Bu arada gideceklerin şerefine nisaşe ve eğlenceler de ihmal edilmedi. Nihayet ayrılık günü geldi çattı.                          
           Şhagumde Hamit gideceğini öğrendikten beri, çelişkili duygular içindeydi. Bir yanda, yeni yerler göreceği, yeni insanlar tanıyacağı için mutlu, savaşacağı için tedirgin, evinden, ailesinden, yedi aylık eşinden, doğacak çocuğundan daha görmeden ayrılacağı için ise üzgündü.
             O sabah erkenden kalktı atı Jibğa’ya safi arpadan oluşan yemini bolca verdi eğerini silahlarını kontrol etti. Bütün bunları yaparken köpeği Vüris arkasından dolaştı durdu. Fırsat buldukça ona sürtündü, arka ayaklarının üstünde dikilerek ön ayaklarını göğsüne dayadı, önünde yuvarlandı. Nihayet Hamit işlerini bitirdikten sonra, köpeğin önünde diz çöktü, boynunun altını okşadı sırtını sıvazladı. Köpek aradığı ilgiyi bulduğu için memnun kuyruğunu sallıyor, sanki olacakları tahmin etmişçesine, parlak gözleriyle sahibine bakıyordu.
             Hamit yavaşça doğrulurken başparmağını Vuris’e doğru sallayarak: 
             —Ben yokken buralar sana emanet ha dedi.
          Köyün içinden gelen sesler çoğalmaya başlamıştı. Hamit doğrulduğunda annesi ile babası avluya inmişlerdi, karısı Dane ise kapının eşiğinde duruyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı önce babasının elini öptü. Babası duygularını belli etmeyen bir sesle:
              —Güle güle gider, sağ ve salim dönersin inşallah. Dedi.
            Arkasına hiç bakmadan avlu kapısından çıkıp meydana doğru yürüdü. Hamit anasına sarıldı, kadın onu sıkıca bağrına bastı. Acısını belli etmeyen bir sesle:
          —Allaha emanet ol oğul diyebildi.
           Oğlunu zorlukla bırakan kadın da kocasına yetişmek için hızlı adımlarla uzaklaştı. Koca ihtiyarlar genç çifti vedalaşmaları için onları yalnız bırakmışlardı. İhtiyarlar uzaklaşınca Dane koşarcasına geldi kocasına sarıldı, narin bedeni sessiz hıçkırıklardan sarsılıyordu. Uzun süre öylece kaldılar. Hamit karısının omuzlarından tutarak kendinden ayırdı, sağ eliyle çenesini tutarak hafifçe kaldırdı ve gözlerinin içine bakarak:
         —A si Dane, a si gupse ağlama sana söz veriyorum, döneceğim. Kendine ve doğacak çocuğumuza iyi bak. Dedi.
Daha bir şeyler diyecekse de fırsat bulamadı.
           Dış kapıdan arkadaşı Yusuf’un sesi geldi.
          —Hamit yatıyor musun daha.
          Yusuf’la çocukluk arkadaşıydılar. Kardeş gibi büyümüşlerdi. Düğünlere beraber gider, ava beraber çıkarlardı. Şoha denilen at yarışlarında hep aynı takımda olurlardı. Dane’yi abzağh köyünden kaçırırken de yanında o vardı. Dünyada hiçbir şeye aldırmaz, hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şeyi de umursamazdı. Hamit onun sesini kapının önünde duyunca karısına son bir defa baktı, hiç bir şey diyemeden ayrıldı. Atının dizgininden tuttu yavaş adımlarla avludan çıktı. Atlar yedeklerinde yan yana köy meydanına doğru yürürlerken, Yusuf ellerini, kollarını da kullanarak bir şeyler anlatıyor ama Hamit hiç birini duymuyordu.
           Yarım saat sonra birlik hazır hale gelmişti. Köyün dışına kadar atları yedeklerinde çıktılar. Köyün çıkışında atlarına binerek uzaklaştılar. Arkalarından erkekler gururla, kadınlar acıyla, çocuklar da ne olduğunu anlamadan el salladılar.
         Üç günlük sıkı bir yürüyüşten sonra, birlik il merkezindeki şubeye ulaşarak teslim olmuştu. Bir günlük istirahattan sonrada trene bindirilerek geleceklerini bitirecek meçhule yola çıkarılmışlardı.
         Hamit talim alanında verilen moladan yararlanarak sırtını bir çadır direğine vererek oturmuştu. Atların trene bindirilmesi sırasında canı kadar sevdiği atı Jıbğa ayağını vagona dayanan dayamalara sıkıştırarak kırmıştı. Atı muayene eden alay veterineri atın vurulmasından başka çare olmadığını söyleyince dünya başına yıkılmıştı. Amcasının oğlu Halil’in atın kafasına sıktığı tek kurşunu ta yüreğinde hissetmişti. Atsız kalınca da süvari birliklerine nakledilen arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalmıştı. Herkesle teker teker vedalaşmıştı. Yusuf’la uzun süre sarılmışlar ayrılırken de:
         —Benden önce köye dönersen eşim, doğacak çocuğum sana emanet demişti.
         Deli bozuk oğlan da gülerek bir yıl sonra hep beraber köyde olacaklarını söylemişti. Hatta kendi atını da vurarak onun yanında kalmak istemiş ama zorla vazgeçirmişlerdi. Şimdi bir aydır buradaydı ne tanıdığı biri vardı ne de bir arkadaşı. Talim sırasında yırtınırcasına çalışıyor, bu süre içerisinde kafası biraz dağılıyordu. Günler günleri kovaladı ve üçüncü ayın sonunda hareket emri geldi. Önce Şam’a geldiler burada birkaç Arap şeyhi ile bazı çapulcuların isyanlarını bastırdılar. Çok geçmeden de Yemen’e sevk edildiler
          Hamit ne kadar zamandır burada olduğunu unutmuştu. Her gün yoğun bir İngiliz bombardımanına maruz kalıyorlardı. Bombardıman başladı mı kendilerini kumda kazdıkları siperlere gömüyorlardı. Arada bir de saldırılar oluyor bunlara karşı saldırıyla cevap veriliyordu. Rüzgâr çıktığı zaman ise bir felaketti, kazdıkları siperlerin yanı sıra ağızlarına, burunlarına da kum doluyordu. Gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı ise bir felaketti. Gündüz yanan çöl havası, geceleri dondurucu bir soğuğa dönüşüyordu. Cephaneleri, yiyecekleri, suları kıttı. Şöyle bol suyla yıkanmayı öyle özlemişti ki.
          Yine böyle netameli bir gündü: Sabahleyin onar mermi dağıtılmış, süngüler taktırılmıştı. Askerin arasında bir taarruz edileceği, bir geri çek ilineceği rivayetleri dolaşıyordu. Birden sessizliği top ve makineli sesleri bozdu. Daha ne olduğunu anlamadan, komutanları kolağası Ahmet siperden fırladı:
         —Haydi, aslanlarım gidiyoruz diyerek;İleri doğru koşmaya başladı. Hemen ardından bütün bölük, ne olduğunu, nereye gittiğini anlamadan besmele çekerek, siperden fırladı, kolağalarının peşinden koşmaya başladı.
         Hamit daha on adım atmadan ayağında bir yanma hissetti, aldırmadı koşmaya devam etti. Sağında solunda koşan arkadaşları birer birer yere yığılıyordu. Birden göğsünde de keskin bir bıçakla bıçaklanmış gibi bir acı hissetti. İki adım atmadan aynı ağrıyı omzunda ve baldırında da hissetti. Bir ara acı neyse de hiç olmazsa şu yanma olmasaydı diye düşündü. Önce dizlerinin üstüne çöktü sonrada yere yığıldı kaldı. Acılarda, top ve tüfek sesleri de silindi gitti. 
           Gözlerini açtığında kendini bir sessizliğin içinde buldu. Kavurucu bir rüzgârın desteklediği sıcak bunaltıyordu. Vücudunun her yanı zonkluyordu. Başını hafifçe kaldırdığında ayaklarının üstünde, sağında, solunda cesetler gördü. Anladı ki ölü sanılıp ölülerin arasına bırakılmıştı. Birisi üzerindeki cesedi çekerek yana yatırdı, cesedin ceplerini kurcaladı, hiçbir şey bulamadı. Başucundaki adam ayaklarına kadar gelen bir entari giymişti. Adam ona doğru dönüp yaşadığını görünce, nereden çıkardığını görmediğini bıçağı kaldırıp saplayacaktı ki arkadan gelen bir ses onu durdurdu. Sesin sahibi yaklaştı, eğildi, yaralarına baktı. Bu birincisinden epey yaşlı ve sakallıydı. Adam onu belinden tutarak kaldırdı sırtına vurdu ölülere basmamaya dikkat ederek yürüdü. Hamit’in gözleri karardı ve yeniden bayıldı.
         Mezişha köyünden askerlerin ayrılmasının üstünden tam yedi yıl geçmişti. Bu yedi yıl içerisinde elliden fazlasının ölüm haberi gelmişti. Kimisi Yemende, kimisi Sarıkamış ta kimisi de Çanakkale de şehit olmuşlardı. Her haberde köy yasa boğuluyor ağıtlar yükseliyordu. Ateşler düştükleri yürekleri ne kadar yaksa da zamanla insanlar normal yaşantılarına dönüyorlardı. Tarlalar ekiliyor, kışlık odunlar kesiliyor, evlilik çağına gelmiş çocukların düğünleri yapılıyordu. Geriye dönenlerden, şhagumde Rasim’in bir ayağı kalçasından kesilmişti. Yusuf’ta dönenler arasındaydı o uçarı,  şakacı hali gitmiş durgunlaşmış ve olgunlaşmıştı.
           Dane yedi yıl boyunca hiç ümidini kaybetmeden bekledi. Hamit’in ölüm haberi geldiğinde de inanmadı. Hamit kendisine söz vermişti dönecekti. Bu nedenle kendisini evlendirmek istemelerine hep karşı çıktı. Birde oğlu olmuştu, her şeyini ona adamıştı.
          Yusuf arkadaşının ayrılırken dediği, “Ben dönesiye kadar Dane ve doğacak çocuğum sana emanet” sözlerini bir türlü unutamıyordu. Gözlerini her kapadığında arkadaşının hayali gözünün önüne geliyordu. Arkadaşı ölmüştü, bu durumda ne yapmalıydı. Günlerdir beynini çatlatırcasına bunu düşünüyordu. Sonunda kararını verdi. Dane ile evlenecekti.
           Bunu ailesine açtı, onlarda uygun gördüler. Bir akşam Hamit’in annesinin babasının ziyaretine giderek Allahın emriyle gelinlerini, oğullarına istediler. Onlarda münasip gördü. Abzağh köyünden Dane’nin ağabeylerini getirterek rızalarını aldılar. Durumu da hiçbir itiraza meydan vermeyecek şekilde Dane’ye bildirdiler. Dane yıkıldı, her tarafı uyuştu. Ağlamak istedi ağlayamadı. Sonunda bir hafta zaman istedi.
Bu konuşmaların olduğunun altıncı gecesiydi. Dane evde yalnızdı. Oğlu uyuyordu. Yüreği iyice daralmıştı. Dudaklarından, geçen yıl köye gelen seyyar destan okuyucunun söylediği türkünün nakaratları dökülmeye başladı.
          Mızıka çalındı, düğün mü sandın?
           Al yeşil bayrağı gelin mi sandın? 
           Yemen’e gideni gelir mi sandın?
  Dön gel ağam, dön gel, dayanamiyrem,
  Uyku gaflet bastı uyanamiyrem,
  Ağamın öldüğüne inanamiyrem.
         Dane'nin gözyaşları yanaklarından süzülüyor, türkünün nağmeleri etrafa yayılırken onlar tek tek yere düşüyordu. Birden dışarıdan Vurisin sesi geldi. Yedi yıldır bir kere bile hav demeyen köpek ortalığı yıkıyordu. Dane yavaşça yerinden doğruldu, başörtüsüyle gözyaşlarını sildi. Yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Yavaşça evin kapısını açtı, Vuris dış kapıya gidiyor tırmalayıp geri geliyordu. Dane’yi ayakları elinde olmadan dış kapıya sürükledi kapının sürgüsüne uzanan eli titriyordu. Kapıyı yavaşça açtı: karanlıkta seçilmeyen bir karaltı vardı Vuris karaltının üzerine atlamış elini ayağını yalamaya  başlamıştı. 
        Adam duyulur duyulmaz bir sesle:
        —Dane, Vuris diyebildi kelimeler boğazına düğümlenmişti.
        Hamit dönmüştü.
        Haber köye fırtına hızıyla yayıldı. Bütün köylü şhagumdelerin evinde toplanırken, bir atlıda diğer taraftan köyü terk ediyordu. Buda arkadaşına derdini, düşündüklerini anlatamayacak olan Yusuf’tan başkası değildi.
 
             
  
ORHAN OCAK   17.Ekim.2007-ESKİŞEHİR
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol