ADIGE XABZE
orhanocak1952

Aci Hatiralar

      ACI HATIRALAR 
        
 Köyden ayrılalı tam elli yıl olmuştu.
         Bu nedenle gideceğim yere yaklaştıkca, ayağım uyuşuyor, alnımda boncuk boncuk terler oluşuyordu. Ben ayrılırken tozlu bir at arabası yolu olan bu yol, sık bir ormanın içinden geçiyordu. Şimdi  İse asfaltlanmış ama etrafta gölgesine sığınılacak tek bir ağaç kalmamıştı.
       Rakım yükseldikçe hava serinlemeye başlamıştı. Arabanın camını kapattım, ayağımı gaz pedalından azıcık çektim. Sonunda köy göründü, bir an geriye dönüp kaçasım geldi. Göreceklerimle hatırlayacaklarımdan korkuyordum sanki. 
         Şimdilerde hiç insan yaşamamış görüntüsü veren yıkılmış, harabeye dönmüş evlerin arasından geçtim. Anımsadığım kadarıyla kendi evimizin bulunması gereken yere ulaştım. Gördüm ki asırlık ardıç ağaçlarından yapılmış bina çökmüş, avlu duvarları yıkılmıştı. Anlatılanlara göre dedem bu evi, evin olduğu yerdeki ağaçları keserek yapmıştı. Ardıç tomrukları uç uca getirilmiş, köşelerden de birbirine geçirilmişti. 
         Hatta hayvan ahırlarındaki direkler yerlerinden hiç kesilmeyen ağaçlardan oluşturulmuştu.
         Arabadan indiğimde ayaklarım titriyordu. Şimdi bile çok iyi hatırladığım binek taşına çöktüm.
         Bir sigara çıkarıp yaktım. Derin bir nefes çekerek gözlerimi kapattım. Köyümün elli yıl önceki halini düşündüm.  
        Köyümüz çevrenin en kalabalık köylerindendi. İçine girinceye kadar ağaçların arasından fark edilmezdi. Sokakları düzgündü. Evlerin içi ve dışı yöreden çıkarılan bir çeşit beyaz toprakla sıvanırdı. Herkes, her gün evinin önünü süpürüp temizlediğinden bütün köy tertemizdi. Her evin önünde bir bahçesi vardı. Bahçelerin evlere yakın tarafları, sundurmaların kenarları renk renk çiçeklerle donatılırdı. Bahçenin ekilen ana bölümünde mısır ve kabak yetiştirilirdi. Büyüyen mısırlar insan boyunu aşar, esen rüzgârda hışırdayarak salınırlardı. Hasat zamanı geldiğinde, toplanan mısırlar, genç kız ve erkeklerin birlikte yaptıkları çalışmayla koçanlarından ayrılır, kurutulur, el değirmenlerinde öğütülürdü. Gençler bu çalışmalar sırasında birbirleriyle şakalaşır, yüreklerini tatlı tatlı çarptıran kaşenlerine lokma göndererek duygularını belli ederlerdi. Kabaklar ise toplandıktan sonra kabukları soyularak uzun dilimlere ayrılır, kış boyunca tatlısı yapılarak yenmek için iplere dizilerek kurutulurdu. 
         Evlerin arka bahçesi ise hayvanlara, arabalara ayrılmıştı. Burada, büyük baş hayvanların damı, samanlıklar olurdu. Atların tavlası arka bahçenin mutlaka en iyi yerinde bulunur, bu tavlanın bir bölümü ise koşum takımları ve eğerler için ayrılırdı. 
         Kavak ağaçları birbirleriyle yarışarak yukarıya doğru tırmanmaya çalışırlardı. Hele gece gündüz durmadan, şarıldayarak akan köy çeşmesinin başında bir tane vardı ki! Hiç kimsenin kavağı onunla boy ölçüşemezdi.
          Birden aklıma gelmişçesine gözümü açtım, hayal dünyasından uyandım. Korkarak köy çeşmesinin olduğu yere baktım. Gördüğüm koskoca bir boşluk oldu. Bazı şeylerin simgesi haline gelmiş olan koca kavak artık orada yoktu.
          Sigaramdan derin bir nefes daha çekerek gözlerimi tekrar kapattım. Özlemle o güzelim günlere yeniden döndüm.
Bizim evimiz köyün en sonundaydı. Hemen arkasında çok gür bir orman başlar, sanki sonsuzluğa kadar uzar giderdi. Üç amcamda aynı avludaydı. Her birinin evleri ayrı ayrı ama yan yanaydı. Hepsinin önünde de sundurmaları vardı. Dedemin evi ise onlardan ayrıydı. Sokak kapısına daha yakındı. Önünde üç-dört merdivenle çıkılan bir terası, bitişiğinde de haçeşimiz yer alırdı, burada konuklarımız ağırlanırdı.
          Dedem yemeklerini kendi odasında yerdi. Misafirlerin dışında, benden  başka hiç kimse sofrasına oturamazdı. Aile bireylerinden birisi onun hizmeti ile görevliydi. Benim en büyük görevim ise; dedem abdest alacağı zaman su dolu ibriği götürmek, havluyu omzuma atarak, babam dan  gördüğüm gibi ellerimi kavuşturup beklemekti.
          Göçün ilk yıllarında komşu köyler bizleri, meralarına ortak olacak göçmenler olarak gördüler ve pek sevmediler. Bu nedenle komşu köylerle bazen çatışmalara varan anlaşmazlıklar çıktı. Ama zaman içerisinde bütün bunlar giderildi. Huzur içinde yaşam devam ederken birçok konuda köyümüz örnek alındı.
          Dedem Ale’nin, Yahya Bey’in, Delisimayilin. Sefer Bey’in isimleri yayıldı. Bu kişiler çevredeki çoğu anlaşmazlıklara aracı oldular, sevildiler, sayıldılar.
          Birde avcı Hamzat  vardı köyümüzde. Tüfeğini omzuna asıp, atına atlayarak gittiğinde dönüşü bazen haftalar sürerdi. Ağabeylerim gider onların hayvanlarına bakar, odunlarını keser, kısaca ailenin tüm ihtiyaçlarını giderirlerdi. Hamzat da av dönüşü getirdiği av etlerini köye dağıtırken aslan payını bize ayırırdı. Bir gün çıktığı avdan hiç dönmedi. Anlatıldığına göre yıllardır geyiklere pusu kurduğu yerde, tüfeği elinde ölü olarak bulunmuştu. 
         Evimizin arka bahçesindeki ahırların duvarlarının dibine yemlikler yerleştirilmişti. Avlunun diğer bir köşesine de çok miktarda büyük yassı taşlar konulmuştu. Dedem yılkının köye geleceği günleri bilirdi sanki. Köylüler dedemin yılkının başındaki şığuj “aygır” la iletişim içinde olduğunu söylerlerdi.
          Yılkının geleceği gün avluda büyük bir koşuşturma başlar, yemlikler arpayla doldurulur, taşların üstüne tuz serpilirdi. Dedemin anlattığına göre atlar en çok tuz için gelirlermiş.  
         Önce köyün kuzeybatısındaki iki dağın arasındaki boğazdan bir uğultu yükselir sonrada köyün içini at kişnemeleri, toynak sesleri ve toz bulutu kaplardı. Avlunun tahta kapıları sonuna kadar açılır, bir komutanın emrindeki askerler gibi düzenli bir şekilde avluyu doldururlardı. Onlar yemliklerin ve tuzlanın başına geçerken, en sonradan avludan içeri şığuj girerdi. O hiç yeme, tuza bakmaz, başı havada kulaklarını dikmiş atları gözetlerdi. Bu beyaz aygır benim gözüme çok heybetli görünürdü.
         Dedem, O’nu kapının girişinde karşılardı. Aygır kesik kesik kişneyerek dedemin yanına gelir, burnunu dedemin omzuna, sırtına sürer, bazen de dedemin kalpağını yere düşürürdü. Dedem de cebinden çıkardığı bir avuç kuru üzümü aygıra eliyle yedirir, boynunu okşar, onunla konuşurdu.
         Şiğuj sürüye kimseyi yaklaştırmazdı. Hayvan satılacağı, koşumluk atların seçileceği zaman, bu işi ancak dedem halledebilirdi. Şiğuj at sürüsünü bir çoban gibi güderdi. O sürünün başındayken, değil kurt kuş sürüye insan bile yaklaşamazdı.
         At hırsızlığının moda olduğu günlerde, sürümüzden at çalmak isteyen iki hırsız, kendilerinin sonradan anlattığına göre şiğujın elinden zor kurtularak bir ağaca tırmanmışlar, oldukça uzun bir sürede orada tünemek zorunda kalmışlardı.
         Köyümüzde koyun ve kuzu sesleri kesilip, o günün işleri bittikten sonra, bastıran gecenin sessizliğini pşine sesleri bozardı. Pşine sesine kimi zaman kaşenine seslenen bir aşığın voredi, kimi zamanda düğüne başlayan gençlerin neşeli dejüvleri eşlik ederdi.
          Aradan günler geçti ailedeki bazı olaylar, olayların getirdiği genç ölümler dedemi iyice yıprattı. Ailenin idaresini de büyük amcam ele aldı.
           Bir gün Şiğujı dört taraftan boynuna geçirilen iplerin arasında getirdiler. Aygır özgürlüklere vurulan zincirlere isyan edercesine şahlanıyor, sıçrıyor ama boynuna geçirilen iplerle baş edemiyordu. Amcam bir takım insanlarla görüştü, pazarlık yaptı, anlaştı. Onlarda atı alıp götürdüler.
          İşte o günü hiçbir zaman unutamam. Dedem şimdi benim üzerinde oturduğum binek taşına sırtını vermiş, sessizce oturuyordu. Yanına vardığımda, o dağ gibi adamın gözyaşlarının, bembeyaz olmuş sakallarına kadar indiğini gördüm. Olanca içtenliğimle:
          —Ne oldu tetej neye üzüldün? Diye sordum. 
          Dedem uzun uzun bana baktı, ellerimi ellerinin arasına aldı. Fark ettim ki elleri titriyordu. Zorlukla duya bildiğim bir ses tonuyla;
          —Şiğuj gitti oğul, şiğuj gitti dedi.
         Sonrada kendi kendine konuşur gibi:
          —Direniş bitti çözülme başladı, kim bilir daha ne değerlerimiz gidecek? Onlara ağlıyorum dedi.
          Hep düşünüyorum ve kendime soruyorum. Dedemin o zaman yok oluşuna gözyaşı döktüğü değerlerin bugünkü durumu bizlere de aynı gözyaşlarını döktürmüyor mu?

       Orhan OCAK
     Ağlarca ESKİŞEHİR
     3. Ekim. 1998  
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol