ADIGE XABZE
orhanocak1952

Siyah tay

 

KÜHEYLAN İLE KÜÇÜK KIZ

              Köyde yaşadığımız yıllarda Dayım sık sık ziyaretimize gelirdi. At alıp sattığı için Pazar Pazar gezer bizim, taraflardaki nahiye pazarlarına geldiği zamanda mutlaka bizlere uğrardı, Her gelişinde bana mutlaka ufak tefek bir şeyler getirirdi , hoş beş yemek ve atların bakımı bittikten sonra dayım beni kucağına oturtur benim kucağıma da akordionu verirdi. Hiç üşenmez o kocaman parmaklarının üstüne benim ufacık parmaklarını bağlar bana akardion çalmasını öğretmeye çalışırdı.Dayım akordion tuşlarına okşar gibi dokunmaya başladığı andan itibaren o güzel nağmelere kendimi kendimi kaptırır hayallere dalar giderdim. Ama hayallerimde mutlaka güzel atlarda olurdu.
              Her seferin dede annemin sesiyle uyanırdım hayallerden dayımın çayın getirip yanına koyarken:
              --Aaaa Niyazi Miş feşige zimiwlevuj pşinave kufeşiştep ar şire şiçere pemçirem yegupşiserep. Derdi
              Böylelikle konu en sevdiğim yere gelirdi dayıma başlardım köyteki at haberlerini anlatmaya. Kimin atı daha iyi koşuyordu, kim atının kuyruğunu daha güzel örüyordu, kim yeni bir at almıştı vs yatasıya kadar uzar giderdi bu muhabbet.
              Yine dayımın köye uğradığı bir gün avluya giren at arabasının çanlarından dayımın geldiğini anlamış Hemen dışarıya fırlamıştım. Dayımla beraber atları önce yan kayışlarından başlayarak arabadan çözdük koşumlarını çıkardık. Sonra dayım atların birinin yularını elime sıkıştırarak:
              ---Hadi bakalım doğru suya dedi.
              Çok önemli bir iş yapmanın gururuyla büyük adam pozları takınarak atı arkamdan çeke çeke avludan çıktım ikinci atta arkamızdan geliyordu. Atları sulayıp geldiğimde dayım avluda bekliyordu. Elinde yularından tuttuğu yağız bir at vardı. Bu at dayım avluya girdiğinde arabanın arkasında bağlıydı.  At yerinde duramıyor ön ayağı ile toprağı eşeliyor başını havaya kaldırarak kesik kesik kişniyordu. Dayım bana:
             --Atları ahıra bağla da gel dedi.
             Benim için güzel bir şeylerin olacağını hissetmiştim onun için çok acele atları ahıra bağladım köşede yığılı yoncadan da önlerine birer kucak dökerek koşarak dışarı çıktım.
             Dayım elinde tuttuğu yuları elime tutuşturdu ardından da beni kucakladığı gibi atın sırtına oturttu yuları elime verdi ve bıraktı ardından da;
             --Şiğessağ wumşin diye ekledi.
             Heyecanım biraz yatıştıktan sonra topuklarımı hafifçe oynatınca at bazen yerinde sayarak, bazen yan yan bezende şaha kalkacakmış gibi yaparak yürümeye başladı. Boynunun sağ ve sol yanını hafifçe okşadığımda hiç itiraz etmeden istediğim yöne gidiyor yuları hafifçe çekincede duruyordu.
             O günden sonra ondan hiç ayrılmadım annem izin verse geceleri de ahırda onun yatacaktım. Adını jıbğa koyduğum bu atla su gibi akıp gidiyordu. Bir gün atımla avlunun dışına çıkarak köy de ve köyün kıyısında ki kırlarda dolaşmaya karar verdim. Dayım sıkı sıkı tembihlemişti: sakına sakın 6 ay olmadan atın üstünde olarak avludan dışarı çıkma diye. O zaman buna bir mana verememiş o nedenle de dinlememiştim. Önce avlunun borda kapısının bir kanadını açtıktan sonra atı ahırdan çıkardım binek taşına yanaştırıp bindim ve köyün meydanından geçerek harmanlık alanlara doğru yöneldim. Birdenbire ne olduysa oldu atı benim yönetimimi ret ederek köyün kuzeyinde ormanın içinde kaybolup giden yola düşerek ormanın içine daldı. İki tarafı sık ormanlarla çevrilmiş olan bu vadinin içindeki bu yolun nereye gittiğini bilmiyordum. Jıbğa nereye gittiğini biliyordu ki terettütsüz ve yumuşak bir dörtnalla gidiyordu. Bir ara kendimi aşağıya atayım dedim sonra da türlü sebeplerle vazgeçtim. Bu şekilde yaklaşık 2 saate yakın yol aldıktan sonra bir köye geldik köyün içinde de Sağa sola sapmadan demirden avlu kapısı olan iki katlın bir evin önüne geldi azıcık aralık olan kapıyı kafası ile aralayarak avluya girerek tam orta yerde durdu ve uzun uzun kişnedi.
             At daha kişnemesini bitirmeden evin kapsından bir kız çocuğu fırladı, koşarak geldi ve Jıbğa’nın boynuna sarıldı. Yukarıdan baktığım da ikiye ayrılarak örülmüş simsiyah saçlar ve beyaz zemin üzerine serpiştirilmiş mavili, kırmızılı ufak çiçek desenleri ile süslenmiş bir entarinin omuz kısımlarını görebiliyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum kızın;
              --Baba atım geri geldi. Diye bağırması ile kendime geldim gördüğüm tek şey simsiyah iki göz ve içlerinde ki kin ve düşmanlık parıltıları oldu.
             Kısa bir süre sonra evden orta yaşlı bir adam geldi dinç bir görünüşü olmasına rağmen saçları bembeyazdı. Beni attan indirdiğinde her tarafımın uyuştuğunu gördüm. Adamda bunu fark etmiş olacak ki beni kolumdan tutarak avluda yavaş yavaş gezdirmeye başladı. Her adım atışımda bir yerlerime bir şeyler batıyordu ama her adımımın sonunda da acılarım biraz acıyordu.
             Yürüyüşüme bakarak uyuşukluğumun geçtiğini gören adam elimi bırakmadan beni içeriye götürdü, hiç konuşmadan işaretle kurulu olan yer sofrasına oturttu. Sofrada 5 yaşlarında bir çocuk birde kadın vardı kadın o yörede kış yaz yakılan kuzinenin üzerinde dilimlenmiş ekmekleri yanmasın diye çevirdikten sonra çaylarımızı koydu, kızarmış ekmek dilimlerine de tereyağı sürdü, üzerine de bolca eliyle ufaladığı tuluk peynirinden döktü.
             Yemek sırasında adam bana atın nasıl buraya döndüğünü anlattı. Bu tay rahvan diye isimlendirilen atlardanmış koşmadığı halde biniciyi sarsmadan seri adımlarla çok hızlı gidebilirmiş. Atla kızı Zehra arasında çok sıkı bir bağ varmış. Adam bunları normal bir şeyler anlatıyor gibi anlattıktan sonra bana dönerek;
             ---Niyazi Ağa’ya söylemiştim iyi sahip ol, ilk bulduğu fırsatta geri gelir demiş tim.
             Adam bu sözlerden sonra hiçbir şey demeden kalktı ve dışarı çıktı. Arkasından ben ve Zehra’da çıktık kızın her yüzüne bakışımda kin ve nefret dolu bir çift gözle karşılaşıyor ve ürperiyordum böyle bakışları hiçbir yerde görmemiştim. Atam atları arabaya koştuktan sonra bana dönerek;
             Hadi bakalım yeğenim seni bir hayli merak etmişlerdir dedi ve beni kaldırarak at arabasına bindirdi. Arabanın sandığının içine boydan boya minderler konmuştu doğrusu atın sırtında yapılan yolculuktan sonra bu lüks bir yolculuk olacaktı. Adam Jıbğayı da yularından arabanın arka söğesine bağladı. Tam dingilin sivri ucuna bir ayağını basmış ön söğeden tutunarak arabaya binecekken kız koşarak yanına gitti yalvarırcasına
              ---Atet seri sikegon dedi. Akan yaşları yüzünün tamamını ıslatmış çenesi de hafif hafif titriyordu.
             Babası biraz düşündü sonra kızını da koltuk altlarından tutarak arabaya bindirdi kendiside arkaya dolanarak tayın yularını çözdü boynundan çıkararak arabanın içine minderlerin altına soktu. Atı burada bırakacak diye çok korktum ama hareket ettikten sonra arabanın arkasından geldiğini görünce rahatladım. At yol boyunca arabanın arkasından hiç ayrılmadı ne zaman bir iki adım geri kalsa adımlarını hızlandırarak yetişiyor kıza burnunu sürtüyordu kızda her seferinde atın alnını veya yelesini okşuyordu. Onların bu hareketleri beni o kadar öfkelendiriyordu ki kızı arabadan ittirip atmamak için kendimi zor tutuyordum. Bazen geriye döndüğünde gözlerinde bir nem ve hüzün görüyordum ama nefret yoktu aksine bir gurur var gibiydi, sanki bana siz ne kadar para vererek alsanız da bizim bu sevgimizi bitiremeyeceksiniz der gibiydi.  
            Bu karmaşık düşüncelerle boğuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadan köye geldik. Evimizin önünde bir kalabalık birikmişti. Anlaşılan bir hayli merak edilmiştik. Kalabalığa olay anlatıldıktan sonra insanlar dağıldılar babamda misafirini bırakmadı arabaya kendisi binerek avluya aldı. Misafirle birlikte atların yan kayışlarını çözdüler dizginlerin de atların ağzına gelen kısımlarını da çıkararak atlara yem torbalarını taktılar. Jıbğayı da avludaki büyük ağacın altına bağladılar önüne de en sevdiği yem olan yoncalı kuru ottan koydular. Bu işleri bitiren iki adam konuşa konuşa evin önündeki terasa çıkarak üzerine kilim ve minderler serili olan sekiye oturdular. Bende sessizce arkalarından çıkarak konuşmalarını duyabileceğim bir mesafede bir yere çöktüm. Kız hiç eve doğru bile bakmadan ağacın altında ki atın yanına giderek orada hayvanlara tuz verdiğimiz yassı taşlardan birinin üstüne çökerek, büyük bir iştahla kuru otları yiyen tayı seyretmeye başladı.
            Muhabbet edildi çaylar içildi ve sonunda misafirlerimiz atlarını koşup arabaya bindiler, o zamana kadar devamlı hiç gözümü ayırmamacasına atla kızı gözlemiştim ve anlamıştım ki bu taydan bana hayır yoktu.
            Birden bire yerimden fırladım ağacın altında ki tayı çözdüm yavaşça arabanını yanına gelerek simsiyah gözleri kıvılcımlar çakan kızın eline atın yularını tutuşturdum ve hiç geriye bakmadan avludan çıktım ve akşama kadar eve dönmedim. Akşam eve geldiğimde babamın:
-Aferin oğlum tam bir delikanlı gibi davrandın. Demesi bana her şeyi unutturdu.
Birkaç yıl çevrede Atın üstünde rüzgar gibi dolaşan bir kızdan bahsettiler, sonraları onlar yurt dışına bizde şehre göç ettik. Bu olayda hatıralarımda tatlı bir anı olarak kaldı.

 

 

            Tahminim bir 15 yıl kadar sonraydı Ankara’da öğrenciydik ( 1967-1971 yılları arası ) Ankara Kafkas Derneğinin çok güzel çalışmaları vardı. Dil kursları, okuma yazma kursları, Ankara’da ki öğrencileri bir araya getirerek tanıştırma günleri bunların bazılarıydı. Arkadaşım Sedat’la Derneğin demirbaşı gibi olmuştuk tüm boş vakitlerimizi orada geçiriyorduk.
          O gün yine dersten sonra Derneğin yolunu tutmuştuk. İkimizin de ayrı sebeplerden heyecanı son haddindeydi. Sedat o akşam komşu illerden ve yurt dışından gelen gençler için yapılacak eğlence ve düğünde hayalindeki kıza rastlayacağına inanıyordu. Bende yılın belirli zamanlarında açılan stanttan alacağım orijinal adige kamasını düşünüyordum. Bu stant da görevli arkadaşlar açtıkları reyonlarda çok güzel hediyelik eşyalar bulunduruyorlardı. Hatta bazen Kafkasya’ya gidiyor oradan çeşitli eşyalar getiriyorlardı. Bu gidişlerinde sıkı sıkıya tembihlemiştim bana gümüş kakmalı hakiki bir adige kaması getireceklerdi.
           Önce lokale uğradık Rahmi abinin o güzel çayından ikişer bardak içtikten sonra yukarıdaki hediyelik eşyaların satıldığı ikinci kata çıktık stantların önündeki kalabalığı görünce içimde hafif bir korku ve telaş karışımı bir his duydum. Stantlara yanaşınca da bu hissin sebebini anladım. Benim ısmarladığım kama anlatamayacağım derecede güzel iki elin elindeydi. Bakışlarımı hafifçe yukarı kaldırınca bir çift simsiyah gözle karşılaştım bir an göz göze geldik ben gittim nerelere gittiğimi bilmeden geçmişle gelecek arasında kayboldum sanki.
          Hayal meyal kadife yumuşaklığında bir ses duydum.
         - Bu güzel ve değerli kama sizin siparişinizmiş herhalde.
         Gayri ihtiyari:
          - Önemli değil beğendiyseniz sizin zimmetinizde daha değer kazanacaktır siz alabilirsiniz dedim daha doğrusu demek mecburiyetinde kaldım.
          - Kız da çok tatlı bir şekilde gülümseyerek teşekkür etti ve arkadaşları ile birlikte düğün salonunun bulunduğu üst kata çıkan merdivenlere doğru yürüdüler gittiler.
         - Ben şaşkındım, üzgündüm, kızgındım.
         - Sedat omzumdan tutarak bir şey diyecek oldu. Elimi tehditkâr bir tavırla sallayarak:
         - Sus sakın bir şey deme diyerek,
        Aşağıya lokale indim Sedat da arkamdan geldi. O komşu masalarda oturanlara, içeri girip çıkanlara laf yetiştirdi bende üst üste 5-6 bardak çay içtikten sonra kendime gelebildim.  

         Ben üst üste çaylarımı içerken yukarıda düğün salonundan akordion sesi gelmeye başlamıştı bile. Biraz oyalandıktan sonra bizde yukarı çıkarak düğüne katıldık. Düğünün katılımcısı çok ve değişik yerlerden olunca düğünde bir başka güzel oluyordu. Bu güzel görüntülere dalıp gitmiştim ki biri beni kolumdan tutarak ortaya çıkardı.  
           Akordionu Şeref çalıyordu başta bir hayli zamandır çalan çeçen birden kafeye dönüverdi müziğin kafeye dönmesi ile de pğeçhekler sustu sadece insanı alıp bir yerlere götüren o güzelim ağlayan kafenin duyuluyordu. 
           Kiminle oynayacağımı merak edip kızların tarafına baktım doğrusu bu güzelim havayı bir acemi ile oynamak istemezdim. Birden kızların arasından bir kız süzülür gibi karşıma geldi siyah saçlarının renginde topuklarına kadar inen güzel bir elbisesi vardı. Oyuna başladığımızda artık hiçbir şeyi ne görüyordum ne de duyuyordum sanki bulutların üstündeydik. 
            Başımı hafifçe kıza doğru çevirdiğimde beni allak bullak eden bir çift simsiyah gözle karşılaşıyor hemen gözlerimi kaçırıyordum. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım bile kız çok zarif bir manevra ile kızların önüne çekilerek sadece başı ile selam verdiğinde ben hala kendimde değildim.
          Bundan sonra düğünde de duramadım önce aşağı kata oradan da kendimi temiz havaya dışarıya attım.
         Gecenin geç vakitlerinde düğünün sona ermiş herkes yavaş yavaş dağılıyordu. Bizde kapının önüne dikilmiş tanıdık arkadaşlarla şakalaşıyor gidenleri de uğurluyorduk. Birden karşımda bir arkadaşı ile beraber o kız belirdi. Elinde uzun ince bir hediye paketi vardı. Paketi bana uzatarak.
         - Her şey için çok teşekkür ederiz dedi ve başı ile hafifçe selam vererek daha benim şaşkınlığım geçmeden kapının önünde bekleyen bir arabaya binip gittiler.
Ben elimde paketle öylece kala kalmıştım. Sedat koluma girerek
           - Gel abi birkaç bardak çay içelim de kendine gelirsin diye içeri çekti.
           - İki bardak çay içesiye pakete öylece bakıp duruyordum. Nihayet yavaş hareketlerle paketi açtım içinden sapına küçücük bir gül iliştirilmiş vaziyette almak isteyip de alamadığım kama vardı. Birde not iliştirilmişti 
           -    ‘’ Bir kama hiçbir zaman bir küheylanın karşılığı olamaz ama sevgi ve saygılarımla birlikte kabul ederseniz beni mutlu edersiniz.’’
         Yazsını okur okumaz beynimde şimşekler çaktı Birden kendisine iade ettiğim taya sarılırken yaşlı ve minnet dolu olarak bakan o iri gözleri hatırladım.
         05-TEMMUZ-2012 ESKİŞEHİR. 
(( NOT= Hikayeyi akıcı olarak anlatabilmek için 1. şahıs kullanılmıştır. )) 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol