ADIGE XABZE
orhanocak1952

Cocuk

 
 ÇOCUK
 1945 yılında Yoguslavya prensinin bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesini bahane eden Almanya Romanya dan başlayarak Avrupa ülkelerini işgal etmiş ve 2. Dünya Savaşını  başlatmıştı. Bu durum tüm dünya dengelerini bozmuş, ekonomileri de darmadağın etmişti. Coğrafi yerinden dolayı bu olumsuz gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerden biride Türkiye olmuştu. Devletin herhangi bir savaş ihtimaline karşı, gıda stokuna gitmesi, yılın da kurak geçmesi sonunda memleket de kıtlık ve yokluk baş göstermişti
        Bu durum memleketin her tarafında olduğu gibi, Eskişehir’in bir köyü olan Ağlarca köyünde de kendini bütün ağırlığıyla hissettiriyordu. Her kesin elindeki nevale çabucak bitmişti. Varlıklı ailelerin ellerindeki zahire stokları da tüm köylüyle paylaşılmış ama onlarda suyunu çekmişti.
       Kafkasya kültüründen kaynaklanan yardımlaşma ve paylaşımcılığın etkisiyle herkes elindeki son lokmayı da paylaşarak yaşamaya çalışıyordu,
       Köylüye devlet tarafından her yıl ihtiyaç ve satış olmak üzere iki çeşit meşe odunu verilirdi. Köylüler ormandan gösterilen alanı kendi aralarında üleşirlerdi. Kesim yapıldıktan sonra kışlık ihtiyaçlarını stok ederler satış için kestiklerini de köy meydanında, kıyısında veya daha başka münasip yerlerde, sterler halinde yığarlardı. Ormancılarda gelir bunları ölçer, teskere denen izin kâğıtlarını verirlerdi. Köylü de bunları ya ocaklarda yakarak meşe kömürüne dönüştürerek ya da meşe odunu olarak yakın kasabalara götürüp satarlardı.
       Ama esas para getiren iş ise kaçakçılıktı. Yapuldak ve peçene dağlarından kesilen döşemeler köye getirilir kabukları soyulur ve güneşte bekletilirlerdi. Döşemeler çoğunlukla 7–8 m uzunluğunda olurlardı, bundan uzunları ancak sipariş olursa kesilirlerdi. Bazen de kalın çam tomrukları getirilir, samanlıkların bir köşesine kurulan iskelelerde tahta veya dilmelere dönüştürülürlerdi. İskeleler kuvvetli ağaçlardan yapılırlardı. İskelenin üzerine uzatılan tomruk: Önce siyaha boyanmış iplerle işaretlenir sonrada bir kişi iskelenin altına girer biride üste çıkar ve büyük bıçkılarla dilim dilim tahtalar kesilirdi. Bütün bunlar kaçak olduğu içinde ormancılarla büyük mücadeleler verilirdi.
       Hazırlanan bu döşeme veya tahtalar at arabalarına yüklenir satılmak üzere Sivrihisar, Polatlı bazen de Haymanaya kadar götürülürdü. Bu işi ancak atları kuvvetli olanlar yapabilirdi. Sefere çıkanlar büyük bir yardımlaşmanın içinde olurlardı. Mallarını satıp geri dönerken mevsimine göre sebze ve meyve yüklü olarak gelirler bu getirdiklerini de bütün köyle paylaşırlardı.
       Bu yıl kıtlık dolayısıyla kaçağa birkaç kere gidilmişti.
                 
       İşte hikâyemiz böyle bir sefere çıkılacağının bir gün öncesinden başlar.
       Sefer henüz 11 yaşındaydı, babası 2 sene önce öldükten sonra evin bütün yükü omuzlarına kalmıştı,
       O da bu yükü bir çocuktan beklenmeyecek bir metanetle yüklenmişti. Bu sorumluluk ona olgun bir hava kazandırmıştı. Annesinin akrabalarından Ğhune Yahya iki hafta önce evlerine uğramış Sefer’e iyi bir araba döşeme hazırlamasını onu ovaya ağaç götürecek ilk kafileyle birlikte göndereceğini söylemişti.
       O gündür canla başla çalışmış 8 m lik 9 döşeme ile 14 tane mertek hazırlamıştı.
       Yolculuk sabahı, erkenden kalkmış atlara yem vermiş, kuyruklarını örmüştü. Amcası Şaban’ın yardımıyla da ağaçları arabaya sarmışlar, araba sandığını da ağaçların üzerine sıkı sıkı bağlamışlardı. Annesi de babasının kürkünü kendi eliyle arabaya yerleştirmişti. Bu kürkler o devrin odun kaçakçılarının olmazsa olmaz aksesuarlarıydı. Kırkılmamış koyun postlarından yapılırdı. Ne soğuk ne kar ne de yağmur işlemezdi içine.
       Sefer önce annesinin sonra ablalarının elini öptükten sonra arabaya tırmanarak oturdu, dizginleri eline aldı şöyle gururla bir bakındı sonra atlara okşar gibi:
       —Haydi, yavrum deh dedi. Taylar sanki bu komutu bekliyorlarmış gibi hemen yürüdüler.
       Seferin annesi ellerini açarak uzun uzun dua etti.
       Sefer köy meydanına gelince dizginleri çekerek arabayı durdurdu.Diğer arabalarda toplanmaya başlamışlardı. Herkesin yükü atlarına göreydi. Kimisinin az kimisinin çoktu.
        En çok yük Ratko Şükrünün arabasındaydı, Şükrü orta oku iyice uzatarak arabasını 7–8 m açmış ve düzgünce dört köşe yontulmuş döşemeleri düzenli bir şekilde sarmıştı. Şükrü havalinin en namlı kaçakçısıydı ormancılar onunla hiç karşılaşmak istemezlerdi. En iyi atlar onundu, arabasının çanlarının (tekerlerin göbeğine ve dinğilin başına takılan çeşitli alaşımlardaki metal levhalar) sesini tanımayan yoktu.
       Hemen hemen her kaçakçı silah taşırdı ama o fazladan birde mavzer bulundururdu arabasında. Çok iyi baktığı İngiliz kulaklısını oturduğu minderin altına uzatmış olarak tutardı devamlı.
      Şükrü, Sefer’in yanına gelerek arabasına şöyle bir baktıktan sonra:
       —Aferin Sefer iyi yük hazırlamışsın iyide sarmışsın, dedikten sonra ilave etti.
       — Hep arkamda ol ayrılma, hadi bakalım ras gele.
       Şükrü çocuğun yanından ayrıldıktan sonra ortalığa doğru yürüdü, herkesin duyabileceği bir sesle,
       — Herkes hazır mı? Dedi.
       Milletten gelen cevapları beklemeden arabasına bindi ve sürdü. Diğer arabalar da onun ardı sıra hareket ettiler, önce mezarlığı sonra harmanları geçerek kaybolup gittiler. Arabaların çan sesleri birden başlayan yağmurun içinde uzun süre yankılandı, sonrada onlarda duyulmaz oldu.
       Arabalar kulapa’ya geldiklerinde yağmur hızını iyice arttırmıştı. Sürücüler kürklerine iyice bürünmüşler, atları da kendi hallerine bırakmışlardı.
       Önce Şhagumde Hamit saplandı çamura, arkasından da seferin tayları kaldı. Her yağmurlu havada kaçakçıların korkulu rüyasıydı Kulapanın çamuru. Arabalar dingile kadar çamura oturur sonunda da saplanıp kalırdı. Atlar yere yatarcasına asıldıkları halde arabayı milim kıpırdatamazlardı. Bazı kuvvetli atlarsa çamur mamur dinlemez çektikleri şeyi sürükler çıkarırlardı.
       Şükrü arabası çamurda kalanlara bağırarak:
       —Çocuklar kıpırdamayın dedi ve yoluna devam etti.
       Çamurdan çıkan arabalar sert zemine geldiklerinde durdular. İki çift kuvveti atı koşumlara ellemeden arabadan çıkardılar, bunları çamurda kalmış arabalara koşarak onları da düzlüğe çıkardılar. Atları bir müttet soluklandırdıktan sonra, sabaha karşı ilk mola yerleri hakim kuyusu köyüne vardılar. Arabaları Kunduracı Battal’ın yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusuna çektiler. Atların üzerine çulları örterek yem torbalarını başlarına astıktan sonra, araba sandıklarının içinde, kürkleri üzerlerine çekerek birkaç saat sürecek uykuya daldılar.
       İki saat sonra hepsi birden sözleşmiş gibi uyandılar. Battal ağada onlara kahvaltıyı çoktan hazırlatmıştı. Battal ağanın bazı nedenlerden dolayı bu dağ köylülerine minneti büyüktü. Hali vakti de yerinde olduğundan senede bir iki kere onları ağırlamaktan memnun oluyordu.
       Kahvaltıdan sonra Şükrü çocuğu da yanına alarak çocuğun arabasına bindi ve avludan çıktılar. Şükrü arabayı doğru muhtarın evine çekti. Muhtarın avlusu da yüksek duvarlarla çevrilmiş ve genişçeydi.
       Muhtar onları avlunun borda kapısından girdikten sonra fark etti ve gülerek karşıladı.
       —Hoş geldin Şükrü ağa.
       —Hoş bulduk muhtar, Bir isteğim olacak hemen söyleyip yola çıkacağız. Dedi şükrü.
       Sonrada kendilerinin Polatlıya gideceğini ama çocuğu götürmeyeceklerini o nedenle çocuğun yükünün burada satılmasına yardımcı olmasını sonrada onu yolcu etmesini söyledi. Muhtarda:
       — O kolay dedi. Arabada ki ağaçları inceleyerek, ben alırım onun ağaçlarını zaten oğlana bir ev yapmayı düşünüyordum diye de ekledi.
       Şükrü çocuğa yapacaklarını anlattıktan sonra oradan ayrıldı, çok geçmeden de köyden ayrılan arabaların çan sesleri duyuldu.
       Muhtar çocukla tam konuşmaya başlamıştı ki, avlu kapısından iki ormancı gözüktü. Bunlar Haşim ormancı ile Ahmet ormancıydı. Haşim 50 yaşlarında saçları ağarmış suratı hep asık duran birisiydi. Ahmet se göreve yeni başlamış ormancı olamayacak kadar merhametli yapısı olan genç biriydi.
       Haşim çok azılı bir kaçakçıyken devlet baş edememiş onu ormancı yaparak yıllarca kestiği ormanları korumaya memur etmişti. Yıllarca zalimliğiyle etrafa ün saldı. Kendisine rüşvet verenler ormanı kökten kesseler görmemezlikten gelirken, ihtiyacı için bir sırt odun getirenlere kan kusturmuştu. Bu korkunç namı, içinde Şükrünün de bulunduğu dağ köylülerine rastlayasıya kadar devam etti. O gün hiçbir vatandaştan rüşvet almayacağına hiç kimsenin canını yakmayacağına yemin ederek canını zor kurtarmıştı.
       Bu günde kaçakçı arabalarının gelişini görmüş ama onlar gidesiye kadar meydana çıkmamıştı. Ahmet ormancı her ne kadar çırpındıysa da ona da mani olmuştu.
       Dağ köylülerinin bir çocuğu bırakarak gittiklerini görünce yıllardır beklediği intikam saatinin geldiğini düşündü. Bu dağ köylülerine vurulacak en büyük darbe, kendilerine emanet edilen bu çocuğun başına gelebilecek kötü bir olaydı. Haşim çok rahattı artık iki gün sonra emekliye ayrılacak İzmir'e yerleşecekti. Eşini ve çocuklarını çoktan göndermişti bile. Şükrü ve arkadaşları gelesiye kadar bu çocuğu yakalar atına arabasına el koyar tutanakları tutup muhtarlığa yedemin ettikten sonra çeker giderim kimsede beni bulamaz diye düşünüyor, bundan dolayı da ağzı kulaklarına varıyordu.
        Muhtarın avlusuna sahte bir hışımla giren Haşim doğruca  arabanın yanına gitti etrafında bir tur attıktan sonra, muhtarla çocuğun yanına gelerek.
       —Bu arabaya, atlara ve üzerindeki yüke devlet adına el koyuyorum. Muhtar tez yedemin evraklarını hazırlayalım dedi.
        Muhtar gavat gene bir şeyler koparmaya uğraşıyor diye düşündüğünden onu pek ciddiye almadı. Haşim’in koluna girerek:
       _-Tamam, Haşim ağa ağaçları ben aldım senide göreceğiz elbet dedi.
        Ama Haşim’in gözlerindeki kin ve intikam parıltısı korkutmuştu muhtarı. Haşim daha sert bir sesle bağırdı.
       —Hadi muhtar oyalanma diye.
       Çocuk ormancıları gördüğünden beri bir korkuya kapılmıştı.(Ah ülen dağda rastlayacaklardı, baltayı kaptığım gibi geldikleri yerlere kadar kovalardım ya;) diye düşündü. Ama bu yaban ellerinde yalnız başına ne yapabilirdi. Birden fırladı, arabanın önüne dikildi:
       —Atlarıma ve arabama kimse elleyemez. Dedi.
       Sesi çok kararlıydı, gözleri çakmak çakmak olmuştu.
       Haşim’in içi ürperdi birden, sonrada bir çocuk o nihayet diye düşünerek çocuğun üstüne yürüdü, bir eliyle yakasını kavrayıp öteki elini tokat atmak için havaya kaldırmıştı ki: Avlu kapısının girişinden bir ses yükseldi.
       —Ne oluyor burada?
       Avludaki dört kişi birden başını sesin geldiği yöne çevirdiler. Kapının girişinde yerinde duramayan atını zapt etmeye çalışan yamçısı sırtında dalgalanan elinde kamçısıyla onlara bakan İsmail Bey’i gördüler.
        Haşim’in çenesi titredi ayaklarının bağı çözüldü. Şükrü den korkarken daha büyük bir belaya çattığını, İsmail Beyi görünce hemen anlamıştı. Daha kendisini toparlamadan doru at yanında bitiverdi ve İsmail Beyin kırbacı suratında şakladı. Can acısı ile bir elini yüzüne bir elini de belindeki silaha uzatmıştı ki ikinci kırbaç yüzünün öte tarafında şakladı. İkinci kırbaç aklını başına getirmişti. İki eliyle yüzündeki iki kırmızıçizgiyi tutarak öylece kaldı.
       Çocukta tanımıştı  Şhagumde İsmail Amcayı. Öyle bir rahatladı ki koşup ayaklarına sarılası geldi ama kendini tuttu.
       Şhagumde İsmail o yörenin en sayılan adamıydı, hangi köye gitse krallar gibi ağırlanır, her ihtiyacı karşılanırdı. Bu güne kadar fakir fukara takımına hiç zararı olmamıştı aksine onları korur ve her konuda yardımlarına koşardı. Bir huyu vardı ferdi olarak hiç kimseye yük bindirmez yükü olay mahallindeki köyün veya köylerin hali vakti yerinde olan kişilerine eşit olarak dağıtırdı. Bir keresinde Siyah ağaç köyünde atı hastalanınca vurmak zorunda kalmıştı. Köylüler köyün en güzel atını hemen altına çekmişlerdi. O da köyün zenginlerinin aralarında para toplayarak atın sahibine verilmesini sağlamıştı.
İsmail ağa atından indikten sonra ilk iş olarak ormancıları gönderdi. Muhtarın getirdiği sandalyeye oturarak çocukla biraz konuştu. Köyden haberler sordu Ğhune Yahya’ya. Psinetğuç Ramazan'a selamlarını götürmesini söyledi.
       O arada muhtarın çocukları İsmail’in atı ile çocuğun atlarının yem torbalarını arpa ile doldurmuşlardı. Çocuğun tayları arpayı büyük bir iştahla yemeye başlamışlardı ama öteki yemek yerine taylara gösteriş yapmak peşindeydi. Sağ ön ayağı ile yeri eşeliyor, kafasını sallayarak kişniyordu.
       İsmail Bey hemen muhtara talimat verdi, bu talimat gereği de köyden 8–10 kişi gelerek arabada ki ağaçları üleşiverdiler. Çocuğun arabası buğday, bulgur gibi kuru üzüme varasıya kadar erzakla doldu. Toplanan paraları da çocuğun eline verdi. Çocuk paralara uzun uzun baktı. Hiç bu kadar parayı bir arada görmemişti, hele aralarındaki kâğıt 2,5 lirayı ilk defa tutuyordu, ama o en çok erzaklar arasında ki çay la şekere sevinmişti. Çay tiryakisi olan annesi ne kadar memnun olacaktı kim bilir. Beş aydır parti ocak başkanlarının kirpit kutusu ile dağıttıkları çayla idare etmeye çalışıyordu. Şeker desen hiç yoktu millet çayını kuru üzümle içiyordu.
       Atlar yemlerini yedikten sonra çocuk yan kayışları bağladı. Vakit ikindiyi geçiyordu, büyük bir sevinçle dönüş yoluna çıktı. İsmail Bey de atının üstünde arabanın yanından hiç ayrılmadan onu Erten köyünün çıkışına kadar getirdiğinde karanlık çoktan basmıştı. Bütün öğleden sonra ki güneş, kulapa çamurunu biraz kurutmuştu arabada boş olunca atlar dönüş yolunda hiç zorlanmamıştı.
        Erten çıkışında İsmail Bey atının dizginlerini çekerek durdu.    Çocukta arabayı durdurdu. İsmail Bey çocuğa dönerek:
        — Çâle, miş kınowjirer wugojişun arbe? Dedi.
              "Çocuk ,bundan sonrasını gidebilirsin değil mi?"
        Çocuğun cevabını beklemeden atının yönünü geri çevirerek geldiği yöne doğru uzaklaştı.
        Çocuk bu koca çerkesin arkasından bir müttet baktı görüntüsü karanlıkta kaybolunca da atlara usulca “hadi yavrum deh” dedi. Araba hareket ettikten sonra gocuğu üstüne çekti atların yem torbalarından birini de yastık yaparak uzandı ve hayallere daldı. Çok geçmeden de uyuya kaldı. Yüzünde tatlı bir gülümsemenin ifadesi vardı. Atlar köye varıp, avlularına girip ,durduklarında çocuk hala uyuyordu.
    
      *Görevlerini canla başla yapan değerlli  ormancı camiasından,(İçlerinden çıkmış yanlış bir adama yer verdiğim için )özür dilerim .                                                                 
 Orhan OCAK





Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol