ADIGE XABZE
orhanocak1952

Gurbet gelini

 

GURBET GELİNİ

     Şimşek çaktığında her taraf gündüz gibi aydınlanıyordu. Karanlıkta sadece sesi duyulan yağmurun, bu kısa aydınlanmada ne kadar kuvvetli olduğu görülüyordu. Akşamdan başlayan yağmur gece yarısınakadar devam etmişti hiç dineceği de yok gibiydi. Sokakların arasından seller akmaya başlamıştı. Bu seller her yağmurda oluşurdu, yağmurun şiddetine göre büyüklüğü, geldiği ve gelirken de sürüklediği çamur miktarına göre de sarının tonlarındaki rengi belli olurdu.
          Hemen hemen her selde köyün en batı ucunda ki Nenaw’un evini su basardı. Her seferinde evi düzeltmek için yeni bir ev yapacak kadar uğraşırdı. Bu güne kadar kimse anlamış değildi evinin yerini niye değiştirmediğini.
            Köyün evlerinin çoğunluğu ağaçtandı, aralarında da sonradan yapılan birkaç tanede taştan örülmüş duvarları olan ev vardı. Hepsinin istisnasız ortak özelliği çatısız düz dambaşılı olmalarıydı, bu dümdüz damların üstü yörede çıkarılan ve çorak diye isimlendirilen açık mavi bir çeşit toprakla kaplanırdı. Bu toprak yağmurlu havalarda gevşer suyu tutamaz olurdu. Bunun için yağmur sırasında bütün köylü dam başların da devamlı duran ağaç veya taş silindiri gezdirerek toprağın oturmasını böylece de evlerin damlarının akmamasını sağlarlardı.  
           Şewoş İsmail eve girdiğinde her tarafından sular akıyordu. Evlerin, ahırın, samanlığın yuvaklarını çekmiş bazı yerleri de tamir etmişti. Yağmurdan korunmak için sırtına attığı palayı kapının arkasına bıraktı, kuzu postundan dikişsiz olarak yapılan kalpağını da çıkarıp kerevetin üzerine bıraktıktan sonra ocağın başına oturdu. 
           Odayı duvara asılı bir peneşun loş ışığı aydınlatıyordu. Adam ocağın yanına çökerek odunları biraz karıştırınca odanın aydınlığı arttı. Alevlerin yansımalar yaptığı suratında derin kaygılar vardı.
           Yaptığı tahta tekneleri satmak için sık sık gittiği sürüser de tanıştığı birinin oğluna kızını vermeye söz vermiş, bu sabahta bir yaylı at arabası ile iki kadınla bir adam gelerek kızı alıp gitmişlerdi.
          Bunu ailede kimse onaylamamıştı başta karısı olmak üzere herkes gurbete kız vermeye karşı çıkmıştı.  Herkes yüzüne karşı bir şey demiyor ama davranışlarından kendisine çok kırgın oldukları anlaşılıyordu.
          Ocakta şıwanlakonın üzerindeki şivanin içindeki su kaynamaya başlamıştı. Karısı sessizce odaya girerek suyun içine biraz tarhana döküp karıştırmaya başladı. Tarhana bitti sofrayı hazırladı, yemeklerini yediler ama bu süre zarfında da hiç konuşmadılar. Yatakta da hiç uyku girmedi adamın gözüne, yaptığı işten verdiği sözden çok pişmandı. Hele kızı Misas’in ayrıldığı sırada elini öperken saklamaya çalıştığı gözyaşları ile dolu olan gözlerini unutamıyordu. Ancak sabaha karşı biraz dalabildi.
           Misas’in gelin gittiği ev Sürüsar’in sonunda sırtını kayalara vermiş bir evdi. Avlusu 2–3 m yüksekliğinde duvarlarla çevriliydi. Sokağa açılan büyük bir borda kapısı ve bu kapının içinde ayrı olarak açılabilen birde küçük kapısı bulunuyordu.
           Misas uzun yıllar bu avludan dışarı çıkarılmadı. Kaynanası ve kayın babası ile yaşıyordu, aldığı terbiye gereği etraflarında pervane gibi dönmesine rağmen her nedense bir türlü yaranamamıştı. Dışarı çıktıklarında avlu kapısını üstünden kilitliyorlardı. Misas ailesinin hasreti ile yanıp tutuşuyor her gece rüyalarında köyünü anasını kardeşlerini görüyordu. 
             Yıllar bir birini kovaladı, aradan 5 yıl geçti bu süre zarfında babası bir kere amcası da iki kere gelmiş ama yalnız bir seferinde amcası ile görüşebilmişti. Diğerlerinde evde kimse olmadığından ancak avlu kapısının arkasından konuşabilmişti.
            Misas’in 5. yılın sonunda bir kızı oldu ismini Ayşe koydular. Misas onu kimse yokken gupse diye severdi. Çocuk olduktan sonrada ailenin durumu değişmedi. Hatta eziyetlerini kız doğurdu diye arttırmışlardı bile.
           İsmail bütün bunların haberini aldıkça içi içine sığmıyor, üzüntüden kahroluyordu. Artık Sürüsar’e de tekne satmaya gitmiyordu. 6 yılın sonunda misas’in annesi hastalandı ve ölmeden evvel kızını görmek istediğini söyledi.
           İsmail de böyle bir şey bekliyordu, kaç kere sürüser yoluna uzun uzun bakmış. gidip kızını alıp gelmek istemişti. Ama gururuna yedirip yapamamıştı 
           Hemen ertesi gün en iyi atlardan birini eğerletti kamasını taktı ve yola çıktı. Atını eğerleyen oğlu Mustafa her ne kadar:
           — Baba müsaade et ben gideyim dediyse de, duymadı bile.
            İsmail sürüsar’e ertesi gün öğle üzeri ulaştı.
           Kızının evine vardığında kapıların kilitli olduğunu gördü. Allah ne verdiyse koca kapıyı yumrukladı, yumrukladı. Biraz sonra kızının korkudan kısılmış sesini duydu.
           -Kim o?
           İsmail’in içi bir hoş oldu ama kendini çabuk toparladı.
            — Benim kızım, derken sesindeki heyecanı saklayabilmişti.
          Misas
          — Baba evde yoklar, bende de anahtar yok az beklersen birinden biri gelir dedi.
          Sözünü bitirir bitirmezde avlu kapısının kalın tahtalarına yaslanarak hıçkırarak ağlamaya başladı. İsmail kızının ağlamasını duyunca ne yapacağını şaşırdı, hırsından titremeye başladı. Tam geriye çekilip kapıya yüklenecekken, kızının kayınpederi Asım Ağa çıktı geldi. Elindeki asaya dayanarak zor yürüyordu. İsmail duyulur duyulmaz bir sesle “hoş geldin” dedikten sonra belinden çıkardığı bir anahtarla kapıyı açtı.
         Avluya girdiklerinde İsmail koşarak yanına gelip ellerine sarılan kızına:
        —Hemen hazırlan gidiyoruz dedi.
         Misas oyalanmadan içeri girdi, çok geçmeden de bir elinde kızı bir elinde de ufak bir bohça ile çıktı. Bohçayı yere koyarak beklemeye başladı.
         Tam bu sırada olanları komşuda öğrenen Misas’ın kaynanası da söylenerek geldi, doğruca gelinin yanına giderek üzerinde birkaç altının takılı olduğu şapkayı çocuğun başından çıkararak koynuna soktu. İsmail bunların hiç birine aldırmadı kızını önüne katarak avlu kapısına doğru yürüdü. Ne nereye gidiyorsunuz diyen oldu ne de durun diyen. Tam kapıdan çıkarlarken ihtiyar kadın arkalarından yetişerek Misas’ın elinde ki çocuğu kaptı ve söylenerek eve girdi.
         İsmail sadece ”Kuzusu geride kalan koyun meleyerek dönermiş” sözlerini anlayabildi. Kızını ata bindirirken kadının da adamın da böğürlerine birer kama sokmayı öylesine canı çekti ki, kendisini zor zapttetti.
         Misas’in aklı ise geride bıraktığı kızındaydı. Üç gün süren yol boyunca hiç konuşmadılar, Misas, yol boyunca babasına hissettirmeden sessiz sessiz ağladı.
         Gelini gittikten sonra her gün asım ağa gile komşularından bir kaç kişi geldi. Her gelen de dağlıların ne kadar zalim olduklarını anlattı, hele kızlarına yapılanları öğrendikleri gibi mutlaka geleceklerdi. Asım ağa öylesine korktu ki geceleri uyuyamaz oldu. Nihayet bir gün nesi var nesi yok, ucuz pahalı demeden sattı. Bir gece yarısı da  kimseye haber vermeden eşyalarını bir arabaya yükleyerek kasabayı terk etti.
          Bu olayın üzerinden tam 30 yıl geçmişti Asım ağa Sürüser den kaçarak yerleştiği Afyon da fazla yaşamadı. Oğlu Hüsrev bir daha evlendi, evlendiği kadının hiç çocuğu olmadı. Ayşe’yi kendi çocuğu gibi bağrına bastı büyüttü. Gerçeği de hiçbir zaman söylemediler. Ayşe okudu liseyi bitirdi birkaç yıl sonrada Afyon nüfus memurluğuna memur olarak girdi, orada tanıştığı Nebi diye bir delikanlı ile de evlendi. Nebi ile Ayşe’nin birkaç yıl sonra ikiz çocukları oldu. İkisi de oğlan olan çocukların sarı saçları ve çakır gözleri herkesi şaşırtmıştı. 
         Ailede bu yapıda kimse yoktu, şaşırmayan bir tek kişi Ayşe’nin ninesi Dudu kadındı. Çünkü bir tek o biliyordu çocukların kime benzediklerini.
         Ayşe’nin hayatını alt üst eden olay 1963 yılının Mayıs ayında gelişti. Her zaman ki gibi o Pazartesi günü de daireye gitmiş evraklarla uğraşıyordu. Gelenlerin hiç yüzüne bakmıyor uzatılan evrakları imzalıyor, mühürlüyor gerekli yerlere kayıt ediyordu. Bir ara eline gelen nüfus cüzdanın da ki Sürüser yazısı dikkatini çekti. Merakla başını kaldırıp cüzdanın sahibine baktı. Karşısında 70 yaşlarında bir adam vardı. Adama:
        — Amca sen Sürüserli misin diye sordu.
        Adam duyulur duyulmaz bir sesle:
        —Evet, kızım dedi.
        Ayşe adamın istediği kopyayı hazırladı, onayladı.     Evrakları uzatırken de gülümseyerek:
         — Ben de Sürüser liyim dedi.
         Adam şaşırdı, Ayşe’ye uzun bir süre baktı, gene gayet yumuşak ve korkak bir sesle:
         —Kimler densin kızım dedi.
         Ayşe biraz düşündü, hatırlamaya çalıştı, hatırlayınca da:
         —Hacı Hüsrevlerden gömleksiz Asım’ın kızıyım.
         Adam biraz daha dikkatli baktı,sonrada:
         — Ha dedi, sen şu çerkes gelinin kızısın o zaman.
          Adam sözünü bitirince cevabı da beklemeden uzaklaştı.
          Ayşe şaşırmıştı, bu Çerkez gelin de kimdi? Birden bir şey daha hatırladı, ilkokula gittiği sıralarda, bir kış günü annesi sobaya odun atmış sonrada kapağını açarak karıştırmaya başlamıştı, birden sobadan çıkan kıvılcımlar yerdeki halının ve üzerindeki elbisenin eteğini yakmıştı. Çok korkmuş ağlamaya başlamıştı. O sıra içeri giren ninesi annesine:
         —Dikkat etsene sakar karı Çerkez gelinin halısını da, çocuğunu da yakacaksın diye bağırmıştı.
          Ayşe o gün bu sözlere bir anlam verememiş unutmuş gitmişti, bu gün aynı sözleri ikinci defa duyunca baya afalladı. Çerkez gelin cümlesi beyninde dönüp durmaya başlayınca çalışamayacağını anladı izin alarak eve döndü.  
          Ninesi kapının önünde oturuyordu, 80 yaşını geçmesine rağmen hala dinçti. Torununun zamansız geldiğini görünce baya şaşırdı. Soru dolu bakışlarını torununa çevirdi.
          Ayşe ninesine fırsat vermeden olanı biteni anlattı ve bütün bunların ne olduğunu öğrenmek istediğini söyledi.
          Dudu nine de ne zamandır bunları torununa anlatmak istiyor ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Her şeyi anlatıp torununu miras almaya göndermeyi düşünüyordu. Onun için bu fırsatı kaçırmadı olanı biteni ta baştan itibaren anlattı sonunda da;
          — Hiç vakit kaybetmeden git kızım git de hakkın olan mirası al onlardan, kocaman hükümet memurusun dedi.
          Ayşe duyduklarına inanamadı. Bir süre duyduklarının etkisinden kurtulamadı, sonra büyük bir öfkeye kapıldı ninesini parçalamak istedi bir an, sonra kendisini toparlayarak odasına gitti kendini yatağa atarak uzun süre ağladı. Kapısını da akşama kadar kimseye açmadı.
           Ertesi gün sakinleşmişti, ne yapacağını bilen insanların havası vardı üzerinde. Kocası Nedim’le konuştu ikisi de 10’ar gün izin aldılar. Bir gün sonrada çocuklarını da yanlarına alarak,
bir arkadaşlarından ödünç aldıkları bir araba ile annesini bulmak için yola çıktılar. Araba çok eski bir şavurleydi o devirde Afyon daki araba sayısı iki elin parmakları kadar ya vardı ya yoktu. Kocasının askerde şoför olması da ilk defa bir işe yarayacaktı.
          O akşam Emirdağ’ına vardılar. Gece orada kalıp aradıkları köye nasıl gideceklerini iyice öğrendiler.
          Ayşe sabahı zor yaptı, erken saatlerde de milleti kaldırarak, doğru dürüst kahvaltı yaptırmadan yola çıkardı.
          Gidecekleri yerle aralarındaki son köy olan Tenre Köyünü geçerek rampa yukarı tırmanmaya başladıklarında ikindi olmuştu. Başta yolun kıyısında görülen tek tük ağaçlar gittikçe sıklaştı, 10 dakika sonrada kendilerini sık bir ormanın içinde buldular. Yol yan yana uzanan bir tren yolunun rayları gibi gözüken iki patikadan oluşuyordu ama düzgündü. Ara sıra patikaların arasındaki otlar arabanın altına sürüyordu. Köye yaklaştıkça ağaçlar seyrekleşti ve aralarından anıza bırakılmış tarlalar gözüktü. Her tarlanın etrafı meşe ağaçları ile bir çit gibi çevriliydi. Ekilmemiş tarlalar dizi geçen otlarla kaplıydı. Bu otların arasındaki bziwulağhe (kuş tuzağı ) ile gök baş çiçekleri tarlaları bir renk şölenine çevirmişti. Tarlaların kıyılarında, bazende tam ortalarında yer alan beyaz papatyalarla, kırmızı gelincikler manzarayı daha da güzelleştiriyorlardı. Bazen de yemyeşil olmuş ekili tarlalara rastlıyorlardı.
          Yarım saatlik bir yolculuktan sonra nihayet köye ulaştılar. Köyün girişinde sağ tarafta bir mezarlık vardı. Mezarlıktan sonra hemen köye girdiler sağdaki ve soldaki ikişer katlı binaları geçerek köy meydanına geldiler. Bu evlerin yakın zamanda yapıldıkları belliydi. Çünkü çatılarındaki kiremitlerle, farklı yapılarıyla üstleri toprak örtülü ağaç evlerden çok farklıydılar.
          Köy meydanına gelip meydanın tam ortasındaki ahlât ağacının yanına gelip durduklarında arabanın etrafında nerden geldiklerini görmedikleri10–15 çocuk birikmişti.   Çocuklar fazla yaklaşmadan meraklı gözlerle bakıyorlardı. Köye senede iki veya üç kere motorlu taşıt gelirdi, Bu nedenle bu arabanın gelişi onlar için büyük bir olaydı. 
          Nedim arabadan inerek uyuşmuş ayaklarını açmak için bir iki adım attı, bir taraftan da etrafa göz gezdirdi. 20 M ilerde cami duvarının dibinde oturan birkaç adam gördü. Tam onlara doğru yürüyecekti ki, içlerinden biri kalkarak kendilerine doğru gelmeye başladı.
         Gelen adamı gören çocuklar “Yahyako emmi geliyor diyerek sağa sola kaçışarak kayboldular, evlerin kuytularına çekilerek meydanı gözetlemeye devam ettiler.
         Adam yanlarına gelerek “Hoş geldiniz” dedikten sonra onun bir şey demesine fırsat vermeden dertlerini anlattılar. Arkasındanda arabayı meydanda bırakarak adamın önderliğinde daracık bir sokaktan yukarı doğru çıkmaya başladılar. Nedim’in ikide bir geriye arabaya doğru baktığını gören Yahyako (Yahya’nın oğlu):
        —Meraklanmayın 10 yıl orada kalsa kimse ellemez diyerek onu rahatlattı.
        Çok geçmeden etrafı meşe ağacı dallarından yapılmış bir çitle çevrili bir avluya geldiler. Yahyako gene meşe ağacından yapılmış avlu kapısını açarak onları buyur etti. Avlunun kuzeyinde bütün kapıları güneye bakan bir ev vardı. Her odanın kapısı dışarıya açılıyordu ve evlerin önünde de boydan boya uzanan bir veranda vardı.
         Yahyako verandanın bir köşesinde kurulu olan halı tezgâhının arkasındaki kadına seslenerek:
         —Nise haçeğher şüeğ ( Gelin misafirleriniz var ) dedi.
        Tezgâhın arkasındaki kadın hemen kalkarak tezgâhın arkasından çıktı uzun boylu, gençliğinde çok güzel olduğu anlaşılan yaşlıca bir kadındı. Bir taraftan üzerinde kalmış yün parçalarını silkelerken:
          —Kereblâğeh, kereblâğeh. (Buyursunlar, buyursunlar) diyordu.
          Kısa zamanda haber köye yayıldı. Misas’ın 30 yıldır kayıp kızı gelmişti.
          Gece bütün akrabalar toplandı. Ayşe herkesle tanıştı, herkesi çok sevdi. Ne yazık ki dedesi ve annesi ölmüşlerdi.
          Şewoşlar misafirlerini bir hafta bırakmadılar. Bu süre zarfında her akşam bir akraba tarafından davet edildiler.   
          Gündüzleri de köyü gezdiler. Dedesin ile annesinin mezarlarını ziyaret ettiler. Her kesten bol bol annesini dinledi, dayılarının onu bulmak için ne kadar uğraştıklarını öğrendi. İkizlerse köyü çok sevmişlerdi kendi akranları bir sürü arkadaş edinmişler bir hafta boyunca da hiç eve girmemişlerdi.
           Nihayet ayrılık günü geldi tanıştıkları herkesle vedalaştılar. Ayşe kısa zamandaki gözlemlerine ve içgüdülerine dayanarak arabanın ön kısmına kocasının yanına binmedi arkaya çocuklarının yanına bindi.
            Köyden çıktıkların da Ayşe’nin yüreğinde 3 ayrı fırtına esiyordu. Akrabalarını geçte olsa tanıdığı için mutluydu. Annesini dedesini göremediği için üzgündü ve son olarak ta bütün bunlara sebep olanlara karşıda öfkeliydi.
13-EYLÜL–2008 Eskişehir.
Orhan OCAK
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol