001
//===============================================// // //Websitesinin metinlerinin güvenlik kopyası aglarcali.tr.gg 01.06.2017, 02:08:35 // //===============================================// ################ SAKLI SAYFALAR.......... (Ana Sayfa) ################ ################ 111111111111 (Ana Sayfa) ################ ################

SiFRELi SAYFALAR

AĞLARCA KÖYÜ ==> Doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım Köyüm.....................


30-MAYIS-2017 Salı
-----Ağlarca Köyü'nden emekli öğretmen Zihni ÖZCAN hakkın RAHMETİNE KAVUŞMUŞTUR.Cenazesi 30-MAYIS-2017 Salı günü Şirinyer Camiinde (Kardeşler İlkokulu arkası) kılınan ikindi namazının ardından kılınacak cenaze namazından sonra Asri Mezarlıkta defnedilecektir.
-----Merhuma allahtan rahmet, DOST VE AKRABALARINA DA başsağlığı dileriz.
EV ADRESİ===> Şirintepe, Bizim Sk anlı sitesi A blok no--16
Tepebaşı/Eskişehir
CAMİNİN ADRES===> Şirintepe, Arabacı Sk. No:36, 26200 Tepebaşı/Eskişehir

HABER ARŞİVİ


=>=>=>=>=>=>=>=>=>=>=
Sayfamızın haberler ARŞVİN de yayınlanan haberler
bizim ulaşabildiğimiz ve bize ulaştırılan haberlerden oluşmaktadır.
Sayfamızda kesinlikle kişileri ve toplumları rencide edecek
hiç bir haber yer almamaktadır ve almayacaktır.
=>=>=>=>=>=>=>=>=>=>=
Sayfamızda yayınlanan haberlerle ilgili kişiler veya yakınları
her ne sebeple olursa olsun haberin kaldırılmasını istediği taktirde
HEMEN KALDIRILACAKTIR
www.aglarcali.tr.gg



AĞLARCA KÖYÜ ==> Doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım Köyüm.....................


bulunulan yerdeki ağaçları keserek ve sadece onları kullanarak ilk evlerini yaptılar,
bunlardan bu güne kadar gelebilen bir kaç binadan birisi de
resimde görülen H. Osman topak'ın evidir.
AĞLARCA KÖYÜ TARİHİ
Böylece Ağlarca köyü Kurtuluş savaşı döneminde
Marmara’daki akrabalarının, işgalden kaçan çevredeki
Adıgelerin ve Kuvayi Milliyecilerin saklanma ve barınma yeri oldu.
Derleyen == Şewoş Şuayip
|

Ağlarca köyü ve civarı köylerde yaşanmış ADİGE HİKAYELERİ




1957 yılında göç ettiğimiz ilçede hemen o yıl okula başlatılmıştım. Yaşım ufakta olsa annem okul müdürüne rica etmiş okuma-yazma öğrenemese de hiç olmazsa Türkçeyi öğrenir diye. Ondan sonra gelişen olaylar değil anılara cilt cilt kitaplara sığmaz. İleride toplumun geneline mal olmuş anekdotları paylaşmak nasip olur inşallah. Ben bu bölümde küçük yaşta köyden ayrılmış bir çocuğun köye olan düşkünlüğünü bu köy merakı içerisinde yaz aylarının o güzelim anılarını ve o anıların en güzel yerlerinde yer alan atlara olan düşkünlüğünü anlatacağım.
Bu anılar ilkokul 4. sınıfta başladı ve ortaokul son sınıfta akordeon sesi ile başlayan ve düğünlerle devam eden bir sürece bıraktı.
Yaz tatili yaklaştığı zaman bedenimin her tarafını kaplayan bir heyecan başlardı. Karneyi aldığım gün hemen eve koşar çantamı bir köşeye bırakır önlüğümü de üstüne fırlatırdım. Eğer o anda evde kimse yoksa karneyi de görünecek gibi onların üstüne koyar, HEMEN kel İsmail’in hanının yolunu tutar orada Köyümüze gidecek araba var mı varsa ne zaman öğrenir, hazırlık yapmak üzere eve dönerdim.
Hanlar o zamanın kasabalardaki lüks otellerdi, nasıl otellerde konaklama ve yatma imkanı sağlanıyorsa o zaman bu hizmeti hanlar sağlıyordu ama bazı farklar vardı tabii. Araba garajlarının yerine at arabalarının altına çekildiği geniş bir sundurma, atların bağlandığı ve yemlendiği ahırlar vardı. İnsanlar için ise tek tek odalar yoktu, müşteriler 15 veya 20 kişilik odalarda kalırlar yere yan yana serilen hasırlarda yatarlar yemeklerini de hancının verdiği bir gaz ocağı ve tencere ile yaparlardı. Bu hanlara kasabaya iş için en çokta mahkeme için gelenler kalırlardı. Bazen öyle olurdu ki davalı ve davacılar aynı oda da yan yana serilmiş hasırların üstünde gecelerlerdi.
Bizim köyden hemen hemen her gün mutlaka birkaç araba olurdu. Bunların tamamı köyden odun veya meşe kömürü getirenlerdi. Bütün kasabanın kışlık odun ihtiyacı ile lokantalarının hatta ilin lokantalarının meşe kömürü bizim köy sağlardı. Getirilen bu odunların ve kömürlerin bazısı devletin ihtiyaç olarak verdiği kesimden teskere denilen izinlerle getirilirdi. Bazı köylüler ise kaçak olarak getirirlerdi bu kaçakçıların atları çok güçlü ve bakımlı olurdu böylece orman muhafaza memuru onları yakalayamazdı. Bazı kaçakçılar çevrede efsaneleşmişti onlar meşe odunu yerine dilinmiş tahtalar veya döşeme denilen çam tomrukları taşırlardı. Bazen yüklerini iyi satamazlarsa Sivrihisar’a. Polatlı’ya hatta Haymana’ya kadar götürürlerdi.
Bizim köydeki her arabacının 7-8 koyun postundan yapılmış kürkleri ( Gedug ) vardı. Bunları kışın giyerler yazında arabaların üstünde ki sandıkta serili durur hana geldiler mi sadece atları ahıra bağlarlar kendileri de bu kürklerin içine girer arabada yatarlardı. Odun ve kömür getirenler çıkıp hiç müşteri aramazlardı alıcılar gelir onları handa bulurlardı, hatta bazen getirecekleri 4-5 yükün müşterisi de hazır olurdu.
Kısacası köye hangi arabanın ne zaman döneceğini öğrendikten sonra hemen hazırlıklara başlamak üzere eve dönerdim. ( Bazen iki araba varsa tercihimizi uzun yoldan dönerken bu handa atlara torba takan büyük kaçakçılardan yana olurdu. Çünkü onların hem atları hem arabaları iyi olurdu hem de heyecanlı kaçakçılık hikayeleri anlatırlardı. Bazen de yorgun oldukları zaman kendileri geduglerine sarınır yatarla dizginleride bize verirlerdi. Bizde arabayı köye kadar götürdüğümüzü sanırdık meğer Tüm kaçakçı atları eve dönüş yolunu çok iyi bilirler ve kendiliklerinden dönerlermiş.)
Eve döner dönmez rahmetli annemle hazırlıklara hemen başlardık. Annem valizimi hazırlarken bende veresiye defterini kapar bakkala koşardım. Annem arkamdan kendisinin göndermek istediği şeyleri sıralardı o hengame de nasıl duyardım onları bilmiyorum. Önce annemin siparişlerini alır sonrada çocuklara hediyelerini alırdım. En çok delikli kaba şekerleri severlerdi. Eniştemin birinci sigaralarınıda unutmazdım. İş kalırdı hareket saatini beklemeye. Rahmetli annem hiçbir nasihat de bulunmazdı biliyordu ki o an onların hiç birini duymayacaktım.
Hareket zamanı geldi mi, komşumuz Ramazan Amcanın Tek atlı arabası ile hana gelir eşyalarımızı arabaya yerleştirdikten sonra köye doğru yolculuk başlardı. ( Bu yolculukları: Aradan 15-20 yıl geçtikten sonra ABD de ki posta arabalarına benzetirdim, yalnız bizde yollarda kızıl derililer ve haydutlar olmaz ama bol miktarda koyun sürüleri ve bu sürülerin amansız bekçileri çoban köpekleri olurdu.) 36 kl lik yol arabacı hiç konuşmasa bile benim hayallerim bana yetiyordu. Orhan OCAK
################ KOY YONETiMi (Ana Sayfa) ################



AĞLARCA KÖYÜ MUHTARLARI
H. Yusuf TOPAK
Hatip AKCAN
H. Osman TOPAK
Şaban ESEN
Ömer KURT
Hamit TIRPAN
Ethem ÖZCAN
Nahar SARIBARDAK
Hayri ÖĞRETMEN
Basri YENER
İhsan GÖKTEPE
Fehmi AYDOĞDU
Hidayet SARIBARDAK
Muzaffer TOPAK
Nevzat ESEN
Gülnaz TOPAK






Bu sayfanın alt sayfalarında kısa kısa ama içerikleri bakımından Ağlarca VE Ağlarcalılar için önemli olayları, yer adlarını, sosyal olayları bulacaksınız. Eğer sizlerin de dağarcıklarında bu sayfanın içeriğine uygun bir şeyleriniz varsa ve bunların bir arşive girmesini istiyorsanız gönderin ekleyelim. www.aglarcali.tr.gg ################ UZUN KiZ (Ana Sayfa) ################



Ağlarca, sırtını, dağların yamacına vererek kurulmuş şirin bir köydür. Doğuya doğru giden bir yol, tıku den, pinarlıktan ve kızıl bayırı geçerek Hana doğru uzanır, ikinci yolda köyün güney batısından çıkarak, sırasıyla, Harmanardı, Karaağaç, Kanakdere, Kayıtame mevkilerinden geçerek Kayı köyüne ulaşır.
Bir üçüncü yolda köyün mezarlığını soluna alarak köyden çıkar, nezerli, mısırlık, ertenışha mevkilerinden sonra Hanerten mahallesine ulaşır.
Birde boğaz denilen yerden ormanın içlerine giden bir yol vardır. Bu yol birbirini takıp eden dağların arasında uzanıp giden bir vadidir. İki taraftaki dağların sarp yamaçları çam, ardıç ,meşe ormanlarıyla kaplıdır.
Bir zamanlar bu vadiyi yaylıma salınmış yılkıların nal sesleri ve kişnemeleri doldururdu. Sonraları ise bu seslerin yerini kaçakçı arabalarının tekerlerindeki tiz çan sesleri aldı. Şimdi ise sadece köyün sığırlarını yaylıma giderken geçtikleri,çenderek rüzgârının ağaç yapraklarına ıslık çaldırdığı bir yer oldu.
İşte hikâyemiz bu yolun başında başlar. Bu yol takip edildiğinde, bir km sonra Sarıbel mevkiine gelinir. Burası ormanın ortasında koskoca bir çimenlik alandır. Dağlar burada üç kola ayrılırlar, aralarında ince birer vadi bırakarak, Bu vadilerin iki kenarlarına sıralanarak giderler. Vadilerden sol taraftakine girilip ilerlemeye başlandığında ormanın vadiyi de kapladığı görülür. Tüm ormanın içi hercai menekşelerle bir de hiç bir yerde görmediğim, yöre halkının kukumav çoakhe (baykuş ayakkabısı) dediği çiçeklerle kaplıdır. İlerlemeye devam edildiğinde bir fundalık alan çıkar karşınıza. Yöre halkınca şeni denen bu fundalıklardaki sert ama ince çalılar, her yaprak dökümünde köylerden guruplar halinde gelen gelin, kız ve kadınlarca toplanırdı. Köye götürülen bu çalılar kurutulduktan sonra bağlamlar halinde sıkıca bağlanır, harman yerlerinin, avluların ve sokakların süpürülmesinde kullanılırdı.
Hemen bu fundalıklardan sonra Göktepe’nin sık ormanlarla kaplı yamaçları başlar. Tepeye çıkıldığında ise ağacın değil bir çalının bile olmadığı bir düzlük ve durmadan esen bir rüzgârla karşılaşırsınız. Bu rüzgâr hem soğuk hem kuvvetli, aynı zamanda da dört mevsim durmadan esen bir rüzgârdır.
Düzlüğün orta yerinde bir mezar görürsünüz, normal mezarlardan biraz uzunca bir mezar.
Bu uzun kızın mezarıdır.
Uzun yıllar önce bu tepe, Nurhak diye bir beyin yayla alanıymış. Bu beyin malı mülkü çokmuş. Her yaz buraya gelir yerleşir sonbahar sonuna kadar kalırmış. Beyin Sarıcakız diye dünya güzeli bir kızı varmış. Kız çok güzelmiş ama boyu normalden uzunca olduğu için ne sevdiği nede seveni varmış.
Günlerden bir gün o çevredeki köylerin birinde çobanlık yapan Çakır’nın yolu tepeye düşmüş. Ormanda gezintiye çıkan Sarıcakız ile karşılaşmış. İki gencin gönülleri birbirine kaymış.
Haber kısa zamanda etrafa yayılmış, tabii doğal olarak ta bey de duymuş. Köpürmüş, küplere binmiş. Her ne demiş ne yapmışsa da kızının kalbinden çobanı çıkartmayı becerememiş. Son çare adamlarını gönderip çobanı öldürtmek istemiş ama her seferinde çoban Allah’ın yardımıyla kurtulmuş. Çobanın Arap ve Çopar isimli köpekleri çobanı koruyorlarmış. Olaylar bu yolda geliştikçe beyin adı kötüye çıkıyor çoban ise efsaneleşiyormuş.
Beyin İlyas diye bir kölesi varmış. Bu adam beye: Hem beyin itibarını kurtaracak hem de sevenleri birbirinden ayıracak bir akıl vermiş.
Bu akıla göre bey çobandan altından kalkamayacağı bir başlık parası isteyecekmiş. Çoban bu istekleri yerine getiremeyeceğinden bu mesele hallolaçakmış.
Bu aklı beğenen bey hemen haber salmış. Yüz sığır beş yüz koyunu başlık olarak getirsin kızı vereceğim demiş. Bu haberle çoban yıkılmış, bu kadar malı bulmasına imkân yokmuş. Haber çabuk yayılmış etrafa, beye kızan çevre köylüleri bir olmuşlar, beyin istediği başlığı hazırlayarak çobanın önüne katmışlar. Çobanda ertesi gün sürüyü önüne katarak beye götürmüş. Bey gözlerine inanamamış, inanamamış ama sözünde de durmamış, yeni şartlar öne sürmüş. Çoban onu da yerine getirmiş. Bey her seferinde yeni şartlar öne sürüyor. Çobanda her seferinde tanrının ve köylülerin yardımıyla yerine getiriyormuş. Bey sonunda olmayacak bir şey isteyerek bu işe son vermek istemiş.
Çobandan kırk günlük mesafedeki, insanların rahatça içinden geçebildikleri delikli taşı getirmesini istemiş. Çoban çaresiz yollara düşmüş kırk gün kırk gece yol almış delikli taşa ulaşmış. Ulaşmış ulaşmasına ama gördüğü şey karşısında çaresiz kalmış. Bu delikli taş muazzam bir kayaymış. Oturmuş başına kara kara düşünürken yanına beyaz sakallı bir ihtiyar gelmiş. Derdini sormuş. O da olanı biteni ta baştan bir bir anlatmış. İhtiyar delikanlının omzuna elini koymuş. Ona kayanın yanındaki, bilek kalınlığında bir meşeyi göstererek:
— Bak oğul, bu meşe biz bildik bileli burada durur, ne büyür ne de kurur. Bu meşeyi kes, kabuğunu soy ama ucunda yumruk büyüklüğünde kökü de kalsın, yaptığın bu sopayı on dokuz gün boyunca ateşe uzaktan göstererek kurut. Sonrada delikli taşa tak, vur sırtına git. Demiş ve uzaklaşmış.
Çoban pek inanmamış ama çaresizlikten ihtiyarın dediklerini yapmış. On dokuzuncu günün sonunda da ya Bismillah diyerek sopayı taşa geçirmiş ve sırtına vurarak yola çıkmış,
Öte yandan artık çobandan kurtulduğuna inan bey onu unutmuştu bile. Bir gün adamları bir haber getirmişler, çoban delikli taşı sırtına vurmuş getiriyormuş, on güne kalmaz yetişirmiş.
Bey bu sefer kaçamayacağını anlamış ve kızını kölesi İlyas ile evlendirmeye karar vermiş. Bu işi de çoban gelmeden bitirmek için hazırlıklara başlamış.
Saruca kız bunu duyunca çok üzülmüş, son ana kadar Çakıroğlan’ın gelmesini beklemiş ama gelen giden olmamış. Sarıcakız İlyas ile evlenmektense ölmeyi tercih ederek, pinar yaprakları ve çeşitli otlardan yaptığı zehri içerek canına kıymış.
İşin buralara geleceğini düşünemeyen babası çok üzülmüş, onu çok sevdiği bu dağların en şatafatlısı olan Göktepe’nin en yüksek yerine gömmüş.
Hemen o günün akşamı da çoban Değneğe takılı duran delikli taşla. çıkıp gelmiş ama duydukları onu yüreğinden vurmuş.
Değneğe dönerek:
— Beni sevdiğime kavuşturamadınız, bundan sonra inşallah başka insanların dertlerine derman olursunuz, demiş,
Değneğin ucundaki taşı bir tarafa, değneği bir tarafa fırlatmış.
Delikli taş Ağlarca Köyünün merasındaki kili mevkiine düşmüş.
Değnek ise Afyon taraflarına uçmuş gitmiş.
Garip çobanda kendini dağlara vurmuş. O günden sonra onu kimse görmemiş ama o dağlarda kimsenin hayvanına da zarar gelmemiş.
Göktepe'de de öyle bir fırtına esmeye başlamış ki taş üstünde taş bırakmamış. Bu sert fırtınalar sadece Sarıcakız’nin mezarına zarar vermemiş. Bey ve ailesini de o günden sonra gören olmamış.
Bu anlatı ne kadar doğrudur, ne kadarı yaşanmıştır bilinmez ama ben bu anlatıyı dinledikten sonra çevrede yaptığım araştırmalarda şu tespitleri yaptım.
1- *Kili mevkiinde bir delikli taş var. İnsanlar hala ziyaret ederler. Çocukluğumuzda iki tür işlevi vardı bu delikli taşın. Birincisi: Zorda kalanlar o zorluğu atlattıklarında çocukları delikli taşa götüreceğim der adak adarlardı. Dilek gerçekleştiğinde mutlaka bir horoz kesilerek yemek hazırlanır ve delikli taşın yanında çocuklara yedirilirdi. Bu yemeklerin bir özelliği vardı, herkes kaşığını kendi götürürdü. Delikli taşın ikinci işlevinde ise, hastalar, çocuğu olmayanlar gibi dertlerden muzdarip olanlar, gene bir horoz keserek yemek hazırlar, çocukları delikli taşa götürürlerdi. Yalnız bu sefer çocuklar yemek yerken hasta delikli taştan geçirilir başındaki ağaca da bez bağlanırdı.
2-** Çevrenin bütün çobanları değneklerini genç meşelerden yaparlar, ucunda yumruk büyüklüğünde kök bırakırlar ve değneği ateşle sertleştirirlerdi. Bu bugün de böyledir.
3-*** Çok uzun yıllar hikâyenin geçtiği bölgede hiçbir hayvan kaybolmamış ve telef olmamıştır.
4-****Göktepe’nin tepesinde yaz kış hızını kesmeyen rüzgâr esmeye devam etmektedir. Bu rüzgârın serinliğinin koruması altında, normal ebatlardan uzunca bir mezar durmaktadır.
Orhan OCAK 15–01–2008 ESKİŞEHİR-YENİ KENT
################ KURT ADAM (Ana Sayfa) ################

KURT ADAM
Bundan yıllarca önce Mezifo Dağının yeşil yamaçlarının birinde Kuşhânez diye bir köy varmış. Bu köyde de Hamit diye bir adam yaşarmış. Hamit çok çalışkan birisiymiş. Davarlarını bir çoban güdemediğinden iki çoban tutarmış. Kuzularının, oğlaklarının ise ayrı çobanları varmış. Günler mutluluk içinde geçip giderken günün birinde bir felaket çökmüş Hamit’in evine malına mülküne. Her dolunayda Hamit’in sürüsüne bir kurt girip onlarca hayvanı boğazlıyormuş. İşin garibi kurt hayvanların hiç etini yemiyor sadece şah damarlarından kanını içiyormuş. Bu aylarca devam etmiş ama ne kurdu görebilmişler nede bir çare bulabilmişler.
Köyde çeşitli rivayetler anlatılmaya başlanmış. Bunlardan en çok anlatılanı ise vudi(vampir) hikâyesiymiş. Vudiler et yemez sadece kan içerlermiş ve dolunayda meydana çıkarlarmış.
Bu vudileri yalnız kötülük yaptıkları, malına maşatına zarar verdikleri görebilirmiş. Hamit se bunların hiç birine inanmıyor kendisine bu kötülüğü köyden birinin yaptığını düşünüyormuş. Bu nedenle dolunayın olduğu bir gün hayvanları beklemeye karar vermiş. İlk dolunayda da kimseye haber vermeden köyden ayrılmış ağıla yakın bir yerde yolun üstündeki bir ağaca çıkıp beklemeye başlamış. Gece yarısını geçtikten sonra köyden gelen yolun üstünde bir karaltı görünmüş. Karaltı yaklaşınca hemen tanımış bu yıllar önce bir olayda aleyhine yalancı şahitlik yaptığı Mâğh muş. Mâğh ağılla köyün arasındaki ufak derenin yanına gelince etrafına bakınmış sonra da çırılçıplak soyunarak elbiselerini bir çalının içine sakladıktan sonra dereyi geçmiş.
Hamit bu işin sonunu merak ettiğinden, çıktığı ağaçta hiç ses çıkarmadan olanları izliyormuş.
Mâğh karşıya geçtikten sonra başlamış çimenlerde yuvarlanmaya, yuvarlandıkça da şekli değişiyor vücudunun her tarafını siyahlı beyazlı kıllar kaplıyormuş. Bir mütted sonra ise Mağh Hamit’in gözleri önünde kocaman bir kurda dönüşmüş. Kurt yüzünü ay ışığına dönerek uzun uzun ulumuş ve doğruca ağıla yönelmiş biraz sonrada ağıldan hayvanların bağırtıları yükselmiş.
Hamit hemen ağaçtan inmiş ve Mâğh’un elbiselerini sakladığı yerden alarak bir kayanın arkasına saklanmış.
Belirli bir zaman geçtikten sonra kurt ağıldan çıkarak çimenliğe gelmiş ve yuvarlanmaya başlamış, yuvarlandıkça şekli değişmiş tüyleri kaybolmuş ve Mâğh halini almış.
Mâğh hiçbir şey olmamış gibi dereyi geçip elbiseleri sakladığı yere gelmiş, gelmiş gelmesine ama elbiseleri yokmuş. Telaşla oraya buraya koşuşmaya başlamış. Elleri ile edep yerlerini kapatarak sağa sola koşuştururken bir taraftan da:
—Viiiiiiiiiiiii vuw Ther zevâğer Mağh!!! Diyormuş.
Hamit fazla bekleyememiş saklandığı yerden çıkarak Mağh’un karşısına dikilmiş. Mağh çok şaşırmış ve korkmuş ama bir taraftan da Hamit’in elindeki elbiselerden gözünü ayıramıyormuş. Tartışmışlar, bağırmışlar çağırmışlar sonunda da anlaşmışlar. Hamit elbiseleri geri vermiş bu olayı da kimseye söylemeyeceğini ama karşılığında da zararını ödemesini ve bir daha mallarına zarar verilmememsini istemiş.
Mağh çaresiz yaşadığım müttetçe sana, ailene, malına zarar vermeyeceğim diyerek büyük yemin etmiş.
Olay böylelikle kapanmış. Yıllar geçtikçe de unutulmuş ve hatırlanmaz olmuş. Ta ki Mağh’un ölümüne kadar.
Mağh ölüp cenazesinin kaldırıldığı günden itibaren Hamit’in etrafında felaketler dolaşmaya başlamış. Hayvanları telef oluyor, ailesinin fertleri çeşitli kazalar geçiriyormuş.
Hamit’in aklına hemen, o gece Mağh’un ettiği yemin gelmiş, yaşadığım müttetçe sana,ailene,malına …….. Derken yaşadığım müttetçe yi nasılda vurgulu söylemişti, keşke öldükten sonrada diye yemin ettirebilseymiş. Artık hayıflanmanın manasının olmadığını bilen Hamit çareler aramaya başlamış.
Bu işe çare ararken Subaşı köyünde derin bir hoca olduğunu, bu hocanın ölmüş vampirleri etkisiz hale getirdiğini duymuş. Hiç vakit kaybetmeden hocanın köyüne gitmiş. Uzun pazarlıklar sonunda hocaya bir servet ödeyerek köye getirmiş.
Derin hoca hemen işe başlamış; Önce ardıç ağacından 7 tane sivri kazık hazırlatmış, bunları okumuş üflemiş ve dolunayın olduğu bir gece mâğh’un mezarına çakmış.
—Artık bu kimseye zarar veremez diyerek köyüne dönmüş.
Dediği gibide olmuş bir hafta hiç olay olmamış. Millet tam rahatlamışken Hamit’in en sevdiği torununun bir kuyuya düşmesiyle felaketler zinciri başlamış. Ne yaptılarsa çare olmamış Hamit ve ailesi hayatından bezmiş.
Günlerden bir gün köye bir adam gelmiş. Bu adam rafhan tay arıyormuş. En iyi tayların Hamit’te olduğunu öğrenince doğruca ona misafir olmuş. Tabii ki ev sahibinin derdini de öğrenmiş.
Misafir Hamit’e demiş ki:
—ben seni bu dertten kurtarırım sende bana iki rahvan tay verirsin demiş,
Hamit o kadar çaresizmiş ki her ihtimale umutla sarılıyormuş. Misafirin teklifini hemen kabul etmiş, hatta bu beladan kurtarırsa 2 değil 4 tay vereceğini söylemiş.
Bundan sonra hiç vakit kaybetmemişler yanlarında kalabalık bir köylü grubu olduğu halde mezara gitmişler. Misafir hemen mezarı açtırarak Mağh’un cesedini çıkartmış ve çene kemiğini kırarak geri gömdürmüş. Artık bunun kıyamete kadar kimseyi rahatsız edemeyeceğini söylemiş.
Köye geldikten sonrada tayları alarak çekip gitmiş. Kimse adama inanmamış diğerleri gibi bu da Hamit’i kandırdı demişler.
Günler geçmeye başlamış birinci gün bir şey olmamış, ikinci gün bir şey olmamış, günler geçmiş birinci hafta bir şey olmamış, ikinci hafta bir şey olmamış.
Hamit ve ailesi geriye kalan ömürlerini huzur içinde yaşamışlar.
Kaynak Şeowgen HAUŚEŚ
Derleyen -----> Orhan OCAK
14-07-2008 Eskişehir
################ HACES - MiSAFiRHANE (Ana Sayfa) ################

BİR MİSAFİRİMİZ VAR
ŞHAGUMDE Şakir GÖKTEPE
Haceşimizde bugün değerli bir büyüğümüzü, Şhagumde Şakir Göktepe’yi konuk ediyoruz. Şakir ağabey, 1941 Ağlarca doğumlu. 25 yaşına kadar Ağlarca’da yaşamış. 25 yaşından sonra devlet demir yollarına girmiş, 50 yaşında, yaklaşık 16 yıl önce buradan emekli olmuş. Günlerini torunlarıyla yaşamın güzelliklerini paylaşarak geçiriyor.
Şhagumde Şakir Ağabey on iki yaşından itibaren, yaklaşık on yedi yıl boyunca, askerlik yaptığı dönem hariç, Ağlarca köyünün kahvesini işletmiş ve berberliğini yapmış.Berber takımlarını, kendisinden önce bu işi yapan Kanşav Recep Okay’ın ( Karabey’in ),şehirde işe girmesi üzerine, ondan almış. Köyde bulunduğu yıllar boyunca berber ve kahvehanesinde bir çok olaya tanık olmuş ve geçmişte yaşanmış bazı olaylar konusunda da o olayları yaşayanlardan çok şeyler dinlemiş. Şakir ağabeyle bugün birlikte olmamızın nedeni de işte bu. Ağlarca Köyü ne zaman kurulmuş? Ağlarca adı nereden geliyor? Ağlarca’yı kuranlar kimlermiş? Nereden ve neden buraya gelmişler? Kaç kişi, kaç hane yola çıkmışlar? Ne kadarı buraya sağ sağlim ulaşabilmiş? Hangi sülalelerden oluşmuş? Bu konularda köyümüzün yaşayan büyükleri içinde en doğru bilgilerin kaynağı olduğuna inandığımız için Şhagumde Şakir Göktepe ile bu söyleşiyi yaptık.
SORU> Şakir Ağabey, dedelerimiz Ağlarca’ya hangi yıllarda,hangi yolu izleyrek,Kuzey Kafkasya’nın hangi bölgesinden gelmişler?
CEVAP > Kuzey Kafkasya’dan 1865 yılında yola çıkılmış, Bulgaristan’a ulaşılmış, yaklaşık yüz hane olarak. Bu yüz hanenin hepside Adigelerin Şapsığ boyundanmış. Bu grubun muhafızlığını yetmiş genç yapıyormuş. Kafile Bulgaristan’dan geçiş sırasında büyük sıkıntılar yaşamış. Kendilerine ellerindeki malları gaspetmek için pusular kurulmuş. Grubu koruyan yetmiş genç insanımızın ellisi bu sırada Bulgarlar tarafından öldürülmüş. Bulgaristan’da yerleşim yeri kurulmamış ve Bulgaristan’dan büyük kayıplar verilerek çıkılmış. Kafile daha sonra Edirne tarafından Anadoluya gelmiş. Anadoludaki ilk konaklama yeri, Düzce’de Hambihable denilen bir yer olmuş. Seksen hane olarak Düzce’de Hambihable’ye ulaşan kafile Huneler’den, Şhagumdeler’den ve Laşkolar’dan ( pşimafko’nun sülalesi ) oluşan yirmi hanelik bir grubu burada bırakarak, altmış hane olarak şuan Ağlarca’nın bulunduğu yere gelip yerleşmişler.
Ağlarca ilk yıllarda Kütahya ilinin Eskişehir ilçesine bağlıydı. Şu anki durum Eskişehir ilinin Han ilçesi şeklindedir.
SORU>Ağlarcalılar hangi Adige boyundan ve Ağlarcada hangi sülaleler bulunuyor?
CEVAP >Ağlarca bir Şapsığ köyü, gelenlerin de hepsi Adigelerin Şapsığ boyundan. Ağlarca’daki oniki sülaleyi şöyle sıralayabiliriz:Şhagumdeler, Thamezler, Huneler, Şevojlar, Neutahlar, Psinethujlar, Kanşavlar, Vugikolar, Nivokolar ( nivg diye de biliniyorlar ), Ratkolar, Guğojlar, Laşkolar.
SORU> Bu sülalelerin thamadelerinin kimliği hakkında bize söyleyecekleriniz var mı?
CEVAP >ŞHAGUMDELER:Şhagumdeler Kuzey Kafkasyadan beş sülale olarak geldi:
Şhagumde Hasan ( Şhagumde Şakir Göktepe’nin dedesi)
Şhagumde Mehmet ( Şhagumde İhsan göktepe’nin dedesi )
Şhagumde Molla Hasan ( Şhagumde Yaşar Balık’ların dedesi )
Şhagumde Molla Bekir
Şhagumde İshak
THAMEZLER: Thamezler Kuzey Kafkasyadan üç hane olarak geldi:
Thamez Selman Dede
Thamez Gazi Hoca
Thamez Hacı Yusuf
HUNELER: Huneler Kuzey Kafkasyadan beş hane olarak geldi:
Hune Yahya Dede ( Hune Ramazan Mısır’ın babası )
Hune İlyas
Hunepezade ( Hune Kezban Nine’nin babası. Hunepezade’ın matematiği çok kuvvetli imiş. Bu özelliği nedeniyle sürekli Emirdağı’na çağırılırmış. Emirdağında orman bölge şefliği yap
mış
Hunepezade’ın oğlu Topal Nuri
Hune Hatip Yusuf’un babası( Sarı Hoca diye de bilinen İbrahim Hoca’nın babası), şu an ismini hatırlayamıyorum.
ŞEVOJLAR: Şevojlar Kuzey Kafkasyadan beş aile olarak gelmişler:
Şevoj Şucoşko ( Sevoj Zekeriya Çavuş diyorlar. Şevoj Hamit Tırpan’ın ve Şevoj Rasim Tırpan’nın dedesi )
Şevoj Hanoh ( Şevoj Zekeriya Çavuş’un kardeşi )
Şevoj Leupakh ( Şevoj Hacı Osman ( Şevoj Mükerrem Yener’in dedesi) ve Şevoj Hacı Hasan ( Şevoj mükerrem Yener’in amcası, Şevoj Seydi Topak’ın babası )’nın babası )
Benim bildiğim , Kuzey Kafkasya doğumlu tek kişi Şevoj Hacı Hasan , beşikte gelmiş.
Şevoj İsmail Dede ( Şevoj Leupakh’ın kardeşi ): Şevoj İsmail Dede‘nin oğlu Şevoj Mustafa, Şevoj Mustafa’nın çocukları ise Şevoj Cevriye Başaran, Şevoj Nazike Esen, Şevoj İsmail Hakkı Yener, Şevoj Hasan Tahsin Yener, Şevoj Basri Yener. Burada vurgulamak istediğim bir şey, Şevoj İsmail Hakkı Yener’in köyümüzün ilk öğretmeni olmasıdır.
NEUTAHLAR: Neutahlar Kuzey Kafkasyadan bir hane olarak gelmişler. Bu sülalenin Kuzey Kafkasyadan gelenlerini bilmiyorum. Ağlarca’da doğan bireyleri ise şunlar:
Neutah Misas Nine
Neutah İdris Dede
Neutah İlyas Hoca
Neutah Osman
PSINETHUJLAR: Psınethujlar Kuzey Kafkasyadan iki hane olarak geldiler.
Psinethuj Mustafa ( Psinethuj Naci Esen’in dedesi )
Psınethuj Pşıhıj: ( Psinethuj şaban Esen’in babası)
KANŞAVLAR:Kanşavlar Kuzey Kafkasya’dan bir hane olarak geldiler.
Kanşav Memiş. Kanşav Memiş’in iki tane oğlu vardı. Kanşav Hafız Zekeriya, Kanşav Hüseyin. Bu aile Ağlarca’yı beğenmeyip Balıkesir’in Demirkapı Köyüne gidiyor. Ancak iki sene sonra tekrar Ağlarca’ya dönüyor.
VUGİKOLAR: Bu sülalenin ismi demirciler manasına geliyor. Kuzey Kafkasyada çok iyi silahlar üreten, ünlü silah üreticisi bir aile. Sülale isimleri de buradan geliyor.
NUVOKOLAR: Kuzey Kafkasyadan iki hane olarak gelmiş. Burada hemen şu düzetmeyi yapmak istiyorum. Bu sülaleye Nivg deniliyor ama bu yanlış.Çocukların anne babaları öldüğü için, nineleri tarafından büyütülmüşler. Bu nedenle bu sülalenin doğru adı Nuvokolar.
Nuvoko Alecuk ve Nuvoko Kamil Ocak’ın dedesi bu sülalenin Kuzey Kafkasyadan gelen thamadeleri.
RATKOLAR:Ratkolar Kuzey Kafkasyadan bir hane olarak geldiler. Tamadelerinin isimlerini hatırlayamıyorum. Ratko Mecit Efendi, Ratko Ramazan, Ratko Emrullah isimlerini hatırlıyorum. Ratko Hidayet, Ratko Enver, Ratko Tahir,Ratko Nahar bu sülaleden tanıdığım isimler.
LAŞKOLAR: Kuzey Kafkasyadan bir hane olarak geldiler.Laşko Hüseyin, Laşko Pşımaf
SORU> Kuzey Kafkasyada aynı sülaleye ait oldukları halde, farklı Türkçe soyadları taşıyan aileler var. Bunları anlatır mısınız?
CEVAP >Elbette. ŞHAGUMDELER ( Göktepe, Balık, Seven, Oktay Şhagumd ); THAMEZLER (Aslan ); HUNELER ( Mısır, Akcan ); ŞEVOJLAR ( Tırpan, Topak, Yener );NEUTAHLAR ( Urgan ); PSINETHUJLAR ( Esen ); KANŞAVLAR (Okay, Kurt ); VUGİKOLAR ( Demir ); NUVOKOLAR ( Ocak ); RATKOLAR ( Sarıbardak ); GUĞOJLAR ( Özcan ); LAŞKOLAR (Yanık ).
SORU>Ağlarcadaki zanaatkarlar kimlerdi ve onların ustalık alanları neydi? Bu konudaki bilgilerinizi, bizimle paylaşır mısınız?
CEVAP >Guğoj Hamit Hoca ayakkabı tamirciliği ve berberlik; Kanşav Recep Okay ( Karabey) berberlik;; Şhagumde Arif Göktepe marangozluk; Thamez Hüseyin Aslan marangozluk, duvar ustalığı,demircilik; Ratko Şükrü Sarıbardak marangozluk, duvarcılık ustası olarak aklıma gelen isimler
Köyde çalışkan çok insan vardı. Bunlardan özellikle anılmaya değer olanı Şevoj İsmail Dededir. Şevoj İsmail Dede ağaçtan tekneler yapıp satardı. Her seferinde , ağaçtan yaptığı üç tekneyi sırtına alır, yürüyerek Sivrihisara götürüp satar, bir tekne parası ile evin ihtiyaçlarını karşılar, kalan iki teknenin parası ile de iki oğlak alıp Ağlarca’ya dönerdi. Şevoj İsmail Dede bu şekilde beş yüz adet davarsahibi olmuştur. Daha sonra oğlu Mustafa yetişmiş, o da hayvancılık ve tarım ile uğraşarak geçimini sağlamıştır.
Köyün saygı duyulan, sevilen, sayılan, bir sorun olduğunda çözümü için başvurulan kişileri şunlardı: Hune İlyas Ağa, Hune Yahya Bey, Şevoj İsmail, Ratko Mecit Efendi, Şhagumde İsmail, Şhagumde Molla Bekir, Hune Hunepezade, Guğoj Salih Efendi, Şhagumde Ayıngacı Bekir.
SORU> Ağlarcaılar'ın geçim kaynakları nelerdi?
CEVAP > Köyün geçim kaynakları; hayvancılık, tarm ve dokumacılıktan oluşurdu. Hayvancılık büyükbaş hayvancılık(sığır ), küçükbaş hayvancılık(keçi, koyun) ve atçılık(yılkıya bırakmak şeklinde ) idi. Ağlarcada tarım kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılırdı. Yaklaşık 1915 yılına kadar Ağlarcada haşhaş ve tütün ekimi de yapılmıştır. Yetiştirilen başlıca tarım ürünleri buğday (sünter: yaklaşık kırk günde yetişen buğday ),arpa, mısır, mercimek,darı, seyelek ve burçakdı. Dokumacılık ürünleri ise halı, kilim, halı heybe, çuvallar,çıyaphe, şarhon gibi giyeceklik dokumalardı.
SORU> Şakir Ağabey, şimdi de sizden Ağlarca’da eğitim öğretim konusunda söleyeceklerinizi dinlemek isteriz.Ağlarca’da Türkçe eğitim öğretim ilk kez hangi tarihte başladı? Okul binası ne zaman yapıldı ? Okulun ilk öğretmeni ve ilk öğrencileri kimlerdi?
CEVAP > Köyde ilk okulun açılma tarihi 1948 dir. Köyümüzden yetişen ilk öğretmen Şevoj İsmail Hakkı Yener’dir. Şevoj İsmail Hakkı Yener ilkokul çağına geldiğinde, köyümüzde okul olmadığı için, Yapıldakta bulunan halasının yanında ilkokul eğitimini almış, buradan mezun olduktan sonra Çifteler Köy Enstitüsüne kaydını yaptırmıştır. Çifteler Köy Estitüsünü bitirdikten sonra da gelip köyümüzde eğitim öğretimi başlatmıştır. Şevoj İsmail Hakkı Yener bir süre ilkokul öğretmenliği yapmış, bu sırada Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki eğitimini tamamlayarak Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olmuş, uzun yıllar Osmangazi Ortaokulunda edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştır.
İlk okul binası olarak, iki yıl Hamit Çavuş’un köy odası, bir sene Delikan’ın evi, iki sene Bıluh’un kahvesi kullanılmış; altıncı yıl ise yeni yapılan okul binasında eğitimöğretime başlanmıştır. Okul binasının yapılmasında Ratko Nahar Sarıbardak’ın emekleri büyüktür. Okulun malzemeleri Ratko Nahar Sarıbardak önderliğinde, Emirdağından getirilmiştir.
Okulun ilk öğrenciler yaklaşık otuz-otuzbeş kişi kadardı. İsimleri hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi:
Guğoj Kerim Özcan, Ratko Mehmet Emin Sarıbardak, Şhagumdelerden Şakir ve İhsan Göktepe, yine Şhagumdelerden Şaban ve Hamit Balık, Thamez Şaban Aslan, Thamez İsmail Aslan, Hune Cevahir Akcan, Hune Esma Akcan, Hune Recep Aydoğdu, Hune Cevahir Aydoğdu, Şevoj Fevzi Topak, Şevoj Ramazan Topak, Şevoş İlyas Topak, Şevoj Muzaffer Topak, Şevoj Neziha Topak, Şevoj Sebiha Topak, Neutah Ramazan Urgan, Neutah Mehmet Urgan, Neutah Gülfiye Urgan, Nuvoko Nimet Ocak, Nuvoko Havva Ocak, Kanşav Zekai Kurt, Kanşav Lütfiye Kurt, Kanşav Yahya Okay, Kanşav Raif Okay, Psinethuj Gülfidan Esen, Psinethuj Muzaffer Esen, Psinethuj Caniye Esen, Psinethuj Yaşar Esen, Psinethuj Cemile Esen, Vugiko Aynur Demir.
Ulaşım eskiden at arabası ile yapılırdı. Ağlarcaya ilk motorlu taşıt 1950-1951 yıllarında gelmştir
SORU> Şakir Ağabey,Ağlarca isminin nereden geldiği konusunda bize söyleyecekleriniz neler olacak? Merakla sizi dinliyoruz
CEVAP > Bu konuda benim bildiğim üç söylenti var:
Kuzey Kafkasyadan çıkıp Ağlarcaya gelip yerleştikten sonra, yedi yıl boyunca devletimiz köye yiyecek içecek yardımı yapmış.Yedi yıl sonunda, köye artık devlet yardımının sona erdiğini bildirmek üzere bir görevli gönderilmiş.
Birinci söylentiye göre: gelen görevlinin insanların, devlet yardımı sayesinde ağalar gibi yaşadığını görmesi ve “Ooo keyfiniz beyde yok, ağalar gibi yaşıyorsunuz “ lafından Ağlarca isminin geldiği.
İkinci söylentiye göre: Devlet yardımının artık sona erdiğini söyleyip geri dönen görevliye geri döndüğünde yardımın sona ermesine köy halkının tepkisinin ne olduğu sorulmuş . Bu soruya cevaben verdiği “Ne yapsınlar , ağlar gibi duruyorlardı” lafından Ağlarca isminin geldiği
Öğretmenimiz Şevoş İsmail Hakkı Yener’den duyduğumuza göre ise Ağlarca ismi şuradan geliyormuş: Ağlarca çevredeki köyler içinde ormanı ve dolayısıyla yağmuru en bol olan tek köy.
Yağışlı günlerde aşağıdaki köylerden bakıldığında, bulutlardan yağmur damlalarının dökülmesi ağlar gibi bir görüntü oluşturuyormuş. Bu nedenle köyümüzün adına Ağlarca denmiş.
Değerli büyüğümüz Şhagumde Şakir Göktepe ile bu söyleşiyi 2006 ylında Eskişehirdeki evinde ikram ettikleri lezzetli börekler ve taze demlenmiş sıcacık çaylarımızı yudumlarken yaptık. Ben bu söyleşinin notlarını tutarken Şevoj Necdet Topak da video çekimini yapıyordu. Bu söyleşinin gerçekleşmesine katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.
Şevoj Gülsen Yener, Şevoj Necdet Topak
NOT == Ağlarca da yaşayan sülalelerden ÇIÇKANLAR ( Babaları yazılı kayadan gelip yerleşmiştir. ) Aydoğdular.
KOCAMUHTARLAR ( Anneleri bizim köylü olup babaları HAN dan ) babaları öldükten sonra köye gelip yerleşmişlerdir. ( DERE SOYADINI TAŞIYANLAR )
RECEP ÖZCAN (Nen av)
Adil ve Ethem ÖZCAN’nın kardeşidir. Kardeşi Ethem Özcan’la yan yana olan yer evlerinde otururlardı. Her kuvvetli gelen yağmurdan sonra dere ağzında olan evlerini su basardı. Köyde uzun süre de bakkallık yapmıştır.
Şükriye, Fahriye, Necmettin diye çocukları olmuştur.

ADİL ÖZCAN
Boylu poslu bir adamdı. Askerliğini de bu özelliğinden dolayı Cumhurbaşkanlığı muhafız alayında yapmıştı. Ziraata özellikle meyveciliğe çok düşkündü. Yetiştirdiği meyve ağaçları bu gün hala meyve vermektedir. Karağaçpınarda bahçelerimiz yan yanaydı. Bir gün yanıma geldi. Bende acaba olurmu diye karpuz ekiyordum. Bir sürü olumlu nasihat verdikten sonra bir öneride bulundu. Bana karpuzların yanına kabak ta ekmemi, sonra kabakla karpuz sürgünlerini birbirine dolayarak kaynaştırmamı, karpuzun meyvelerini kopartmamı, böylece tüm besinin kabaklara giderek, kabakların hem daha çabuk meyvelerin büyüyeceğini hem de daha tatlı olabileceklerini söyledi. O zamanlar bunu yapamadım ama sonucu ne olurdu hala merak ediyorum. O zaman Adil Amcanın bu hayal gücüne hayran kalmıştım. Bu gün İsrail’in, Japonya’nın bu tür denemeler yaptığını okudukça Adil Amca’yı rahmetle anıyorum.
Dişlerin de çok iyi bakardı, çayı çorbayı soğutarak içer, dişlerine soğuk su değirmezdi. Bahçede kaldığı günlerde barınmak için bir ağacın üstüne yaptığı barınakta mutlaka diş fırçası ve diş macunu bulunurdu.

HAMİT ÖZCAN (Hoca)
Askerlik yıllarına kadar köyümüzde yaşadı. Askerlikten sonra ailesi ile birlikte Kadı kuyu köyüne hoca olarak gitti, oraya yerleşti.
Hatırladığım en büyük özelliği yüzünün hep gülümsemesi, her yaşta insanla seviyelerine göre konuşabilmesiydi.
Muzaffer, Naci, Salih Sıtkı, Yaşa ve Elmas diye çocukları oldu.

MECİT SARIBARDAK
Köyümüzün dışarı köylerde hocalık yapanlardan biriydi. Ölümü de bu köylerden birine giderken delice denen sap arabasının kanadının çarpması sonunda, bindiği hayvandan düşerek olmuştur.
Kadir, İsmail, Hidayet diye üç oğlu ile iki kızı olmuştur.

KADİR SARIBARDAK
Uzun yıllar köyümüzde ve Peçene köyünde orman ve mera koruculuğu yaptı. Aynı zamanda bu köylerde de bakkallık yaptı. Ağlarca ile Peçene arasında çok sık gider gelirdi. Bu seferlerin birinde bana büyük bir faydası olmuştu: Orta okula gittiğim sıralarda bir yaz tatilinde Ağlarca dan Kiliseye gidiyordum, tam Gök tepenin yamacına vardığımda Osman Ağanın meşhur köpeklerine rastlamıştım. Kendimi zor bir ağaca atabilmiştim. Köpeklerde inadına gelip ağacın altına yatmışlardı. Çobana sesimi duyuramamış davarla birlikte çekip gitmişlerdi. Ne kadar bir süre ağaçta kalmıştım bilmiyorum. Bir ara bir baktım kadir amca atının üstünde yolda gidiyor. Allah ne verdiyse bağırarak kendimi göstermiştim. Köpeklerde onu tanıdıklarından zorlanmadan kovalamış beni de kurtarmıştı. Hiç çocuğu olmadı.

HİDAYET SARIBARDAK
Uzun süre köyümüzün muhtarlığını yaptı. Bir arada çift sıra koltuğu olan bir Skoda alarak dolmuşçuluk ta yapmıştır. İki kere evlenmiş çocuğu olmamıştır.

HACI İBRAHİM SARIBARTAK
Köyümüzün yetiştirdiği değerli insanlardan biridir. Köyde kaldığı sıralarda ne sıcak havayı nede soğuk havayı sevmemesiyle tanındı. Bu gün bir deyiş haline gelen,”Sana Ablem havasını nerden bulalım” sözü oradan kalmadır.
Köyden Çiftelere taşındıktan sonra da kısa bir süre Sadıroğlu Köyünde kaldılar. Sonradan tekrar Çiftelere yerleştiler. O zamanlar tam hatırlamıyorum, şitayir mi, BMC mi bir açık arabası vardı.
Bu arabayla ara sıra köye gelirdi. O zaman biz köy çocuklarının gördüğü motorlu taşıt bu kamyonla Emirdağlı cırcıroğlunun dört tekeri birbirine eşit jipe benzer arabasıydı. Bu nedenle Hacı amcanın köye gelişi biz çocuklar için büyük bir olaydı. Kamyonun sesi duyulduğunda bütün çocuklar Allah ne verdiyse son hızımızla Erten yolundan koşar inerdik. Hacı amcada durur hepimizi arabaya doldurur köye kadar getirirdi. Sonraları o kamyonu satarak otobüsçülük işine girdi. Doğru çalışmasının sonunda da işleri iyi gitti. Hacıya birkaç sefer gitti geldi. Yaşadığı müttetçe insanlardan yardımını hiç esirgemedi. Milliyetçi bir kişiliği de vardı, insanların ana dillerini öğrenmelerine önem verirdi. O sıralarda biz 8–10 kişi Çifteler de okuyorduk. Bizi gördüğünde Adiğece tekerlemeler söyler tekrarlamamızı isterdi.
“Mi kulagem sizepiki sikızapikijığ” tekerlemesi hiç unutamadığım bir tekerlemedir.
Cemil, Asiye, Mesut diye çocukları olmuştur.

NAHAR SARIBARDAK
Köyümüzün yetiştirdiği ilk memurlardan biridir. Kanunları çok iyi bilmesi ile tanınırdı. Köyde kaldığı süre içerisinde muhtarlık yapmış, köy de eğitimin gelişmesi için büyük gayret göstermiştir. Sonraları Çiftelere taşınmışlar, burada da uzun yıllar maliyede memur olarak çalışmış, emekliye ayrıldıktan sonrada serbest muhasebecilik yapmıştır.
Sevim, Safiye, Ölmez, Hayati, Hikmet diye çocukları olmuştur.

HACI ŞÜKRÜ SARIBARDAK
Eli her işe yatkındı, bilhassa marangozlukta beceriliydi. İyi atlar koşardı, onlarla öğünmeyi çok severdi. Çiftelerdeki evimizin avlumuza, köyden götürdüğüm borda kapıyı taktırmak istemiştim. Birkaç ustanın uğraşmasına rağmen teraziye, gönyeye dek getirip takamamışlardı. Bunu yaparsa anca Şükrü usta yapar dediler. O sıralarda Şükrü amcalar da Çiftelere yerleşmişlerdi. Gittim söyledim, ikiletmeden hemen geldi. Sağından baktı, solundan baktı ve işe girişti. Bir süre sonra işi halletmiş, tam istediğim gibi bir iş çıkarmıştı.
Malzemelerini teşekkür ettim ve “Borcum ne kadar Şükrü Amca” diye sordum. Başını kaldırıp düşündü, saatine baktı sonrada “İşim 2 saat 10 dakika sürdü. Yevmiyem şu kadar. Hesaplar eve gönderirsin” dedi ve gitti. Ağzının ucuyla istemez demeden, ne verirsen ver gibi laflar kullanmadan, işi kestirip atması çok hoşuma gitmişti. Sonraları hacıya da gidip geldikten sonra, İstanbul’a çocuklarının yanına yerleşerek kalan ömrünü orda tamamladı.
Meral, Derman, Muammer, Erol, Erhan,Ayhan diye çocukları vardır.

AHMET DEMİR (Çelenaşğo)
Çok sert görünüşünün altında yumuşak ve merhametli bir yapı taşıyan bir adamdı. Eli ağaç işlerine çok yatkındı. Kağnı, boyunduruk, tüfek kabzası, tırmık, ananat gibi aletlerin ustasıydı. Hele hiç çivi kullanmadan yaptığı tırmıklarla tırmık çekmek çok zevkli olurdu. Tırmık dişlerini uygun aralıkta ve aynı boyda yaptığından, onun onun tırmıkları geride sap bırakmazdı.
Kezban, Ömer(Ramazan), Emriye, Fadime, Kevser, Ertuğrul, Emine diye çocukları olmuştur.

YUSUF DEMİR (Delkan)
Ahmet ve Şaban Demirin kardeşleriydi. Kendi işine gücüne bakan sessiz ve sakin bir adamdı.
Aynur, Nurten, Nurşen, Servet, Şengül isimli çocukları olmuştur.

ŞABAN DEMİR (Küçük Şaban)
Pek at koşmadığı halde avlusunda mutlaka birkaç kısrak olurdu. Bunlardan olma tayları yetiştirirdi. Toplumun içine fazla karışmazdı ama bir araya gelindiğinde de muhabbeti zevk verirdi.
Ölmez, Kadir, Bayram, Yaşar, Elmas isimli çocukları vardır.

Şeydi Topak’ın oğludur. Hayvancılıktan iyi anlardı, hayvan hastalıkları ve tedavisi konusunda bilgiliydi. Avcılığa da merakı vardı. Bir domuz avı sırasında yaralı bir domuzun saldırısına uğrayarak bir parmağını kaybettikten sonra domuz avcılığı hastalık seviyesinde gelişmiştir.
Nesrin, Nermin, Nurhan, Hasan isimli çocukları olmuştur.
Ağlarca Erten arasında ki bir trafik kazasında vefat etmiştir,

HAYDAR AYDOĞDU
Aslen Yazılıkaya köyündendir. Şewoşlar dan Mustafa Yenerle evli olan ablasının yanına gelip giderken ğhune İlyas’ın kızı ile evlenmiştir. Ğhune İlyas’ın oğlu olmaması, kızına düşkünlüğü gibi sebeplerden dolayı Ağlarca’ya yerleşmiştir.
Fehmi, İsmet, Mürvet, Cevahir isimli çocukları olmuştur.

FEHMİ AYDOĞDU
Haydar Aydoğdu’nun oğludur. Her yaptığı işi çok temiz yapardı. Çalışırken de kendini fazla yormazdı. Avcılığa da merakı vardı ve iyi avcıydı. Çalı dibindeki yatan tavşanı mutlaka görürdü. Duvar ustalığı da yapardı. Bir kaç dönem de muhtarlık yapmıştır. Muhtarlığı sırasında köye gelen devlet memuru ve diğer misafirleri çok iyi ağırlamasıyla isim yapmıştı.
Ziyattin, Nurettin, Mürvet, Medine, İlyas, Aydın diye çocukları olmuştur.

RAMAZAN OKAY
Çok iyi mızıka çalardı. İyi de tırpan biçerdi ot biçme zamanı Marmara Bölgesine özellikle Gemlik yöresine giderdi.

RAMAZAN SEVEN
Çok sakin sessiz bir adamdı. Köyden kırk yaşından sonra Eskişehir’e göç etmiştir. Mesut, Harun ve Cahit isimli çocukları olmuştur.

MUSA TOPAK
Amcasının oğlu şeydi Topakla afyona okumaya giden ilk köylülerimizden biridir. Afyon dan döndükten sonra köyde hayvancılık yapmaya başlamıştır. Çok güzel kavallar yapar aynı zamanda da çalardı.
Hanife, Yusuf, Hamdi, Ramazan, Asaf, Selahattin isimli çocukları olmuştur.

YUSUF TOPAK
Çiftçiliği çitiye alan bu işi tüm kurallarıyla yapan birisiydi. Yılın kötü gelip milletin saçtığı tohumları kaldıramadığı yıllarda bile onun tarlalarında ki hâsılat hep yüz güldürürdü.
İnsanlarla barışık bir yapısı vardı.
Gülçin, Cevdet, Necdet ve Kezban isimli çocukları vardır.

SELAHATTİN TOPAK
Çeşitli nedenlerden dolayı köy dışında uzun süreler kalmıştı. Çok geniş ufku olan yenilikleri kabul eden ve her fırsatta uygulayan birisiydi. Ev, mutfak, çocuk bakımı ile ilgili birçok şeyi köye o getirmiştir.
Yılmaz, Gülnaz, Osman ve Yusuf diye çocukları vardır.

ASAF TOPAK
İyi bir duvar, çatı ustasıydı. Aynı zamanda marangozluk ta yapardı. Bir öğretmenle evli olduğu için köyde fazla kalmadı. Eşinin çalıştığı yerlerde bulunmak zorunda kaldı. Sonunda Eskişehir’e yerleşerek ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. Avcılık merakı yüzünden köye sık sık gelirdi.
Nurçin ve Müzeyyen diye iki kızı vardır.

YAKUP URGAN
Çok genç yaşta beyin kanamasından kaybettiğimiz bir hemşerimizdir. D.S.İ ‘inde çalışmaktaydı. İyi akordion çalardı. İki kere evlenmiş hiç olmamıştır.

HÜSEYİN ARSLAN
Çok çalışkan bir adamdı. Duvar ustalığı, marangozluk gibi maharetleri vardı. Esas ilgilendiği alan ise dağı bayırı kazarak su aramasıydı. Gerçi kimse onun su aradığına inanmaz, define aradığını söylerlerdi. Çocukları kazı yapmaya gitmesin diye kazma ile küreğini saklarlardı. O da yenisini alır akşam gelirken de dağda saklar gelirdi.
Şakir, Şaban, Sefer, İsmail, Yüksel, Sabiha, Nezihe diye çocukları vardır.

İSMAİL GÖKTEPE
Etrafa nam salmış bir yiğitti. Tabiri caizse o zamanın tek kişilik mafyası idi. Bütün çevre köyleri İsmail Ağa dendi mi şöyle bir toparlanırlardı. O derece güçlü ve sözü geçer olmasına rağmen haksız yere kimsenin canını yakmamıştır.
Seyit Ahmet, Recep ve Halise diye çocukları olmuştur.

SEYİT AHMET GÖKTEPE
Babası İsmail ağanın yolundan gitmeyi tercih etmiştir. Babasının ismi onu bir yerlere getirdiyse de kendisinde pek bir şey olmadığından namını yürütememiştir. Bir müddet sonrada sonra da köyü ve etrafı terk etmiştir. Uzun yıllar sonra da Sinop hapishanesinde öldüğü haberi gelmiştir. İki kere evlenmiştir bir kız çocuğu olmuştur ama çevremizdeki hiç kimse ne ismini nede nerede yaşadığını bilmemektedir.

RECEP GÖKTEPE
Orta boylu ama yapılı biriydi. Çok yürekli ve gözü karaydı. Babası İsmail Ağanın özelliklerine sahipti. Uzun yıllar köyde koruculuk yaptı. Onun koruculuğu sırasında köylü mera açısından çok rahat etti. O da ağabeyi gibi köyü terk ederek İstanbul civarlarına gitti. Buralarda bir müddet fedailik yaptı. Karıştığı bir kavga sonunda aldığı bıçak darbeleri yüzünden kaldırıldığı hastanede öldü. H,ç evlenmedi.

MUZAFFER ESEN
Hareketli hayatı seven biriydi. Babasını kaybettikten sonra durgunlaştı, arkasından da ailece köyden ayrılarak Çiftelere yerleştiler. Orada uzun süre bakkal dükkânı çalıştırdı.
Kader, Sıla, Sefa ve Kısmet isimli çocukları olmuştur.

KADER ESEN
Muzaffer Esen’in oğludur. Astsubay olarak orduda görev yapıyordu. Genç yaşında bir trafik kazası sonunda aramızdan ayrılmıştır.

HASAN DERE
Babası komşu Han ilçesinden olmasına rağmen, onun ölümünden sonra annesi ile birlikte köye gelip yerleşmişlerdir. Sülale isminin köyümüzdeki sülalelerden olmamasının sebebi budur. On elinde on marifet var derler ya, tam onun için söylenmiştir san ki. Üst seviyede marangozluğu, demirciliği vardı, köyde dükkân çalıştırırdı, pazarlarda ayakkabı satardı, bunun yanı sıra otobüs. İşletmeciliği de yapmıştır. Hiç evlenmemiştir.

KARABEY OKAY
Köyün ilk berberiydi. Uzun yıllarda muhtarlık yaptı. Sonraları bir devlet kuruluşuna girerek şehre yerleşti ve emekli oldu. Zehra, Hasibe, Necdet, Nihat, Atnan diye çocukları oldu.

CEMAL ÖZCAN
Her şeyden az buçuk anlayan birisiydi. Hastalara iğne yapar, duvar ve çatı ustalığını da becerirdi. Çok ağırkanlı ve uyumayı seven biriydi. Nerde olursa olsun ilk fırsatta gözlerini kapardı. Büyük bir ihtimalle “Ben uyumuyorum gözlerimi dinlendiriyorum “Sözü sözünün kaynağı Cemal amcadır.
Yıldırım ve Nemciye isimli iki çocuğu olmuştur.

RECEP URGAN
Köyde uzun süre kalmamıştır. Çifteler’e göç ettikten sonra Bingeşik Köyünden Dönmezlerle ortak kamyon alarak nakliye işi yapmıştır. Sonradan ayrılarak bu işi kendi başına sürdürmüştür. Ortaklığı sırasında kullandığı arabanın üstünde dönmez yazdığı için çalıştığı yıllarda dönmez Recep olarak bilinmiştir. Babası İlyas Hoca gibi mukallit ve hazır cevaptı.
Muhsin, Şükran, Şükriye isimli çocukları olmuştur.

KAMİL URGAN
Annesi ölüp babası İlyas Hoca tekrar evlendiğin de, 10–11 yaşlarında köyü terk etmiş uzun yıllar kendisinden hiç haber alınamamıştır. Sonraları Balıkesir’e yerleştiği varlıklı bir kadınla evlendiği öğrenilmiştir. Ömrünün son on yılında ise her yıl birkaç kere köye gelerek hasret gidermiştir. Onun bu gelişleri sırasında köydeki çocuk yaştakiler onu mesir macuncu Amca diye hatırlarlar. Bunun sebebi de her gelişinde çocuklara macun şekeri dağıtmasıydı.Hiç çocuğu olmadı.

ARİF GÖKTEPE
Köyümüzün hatta civarın en iyi duvar ve çatı ustasıydı. Bilhassa baca yapımında çok ustaydı. Dediklerine göre bu güne kadar yaptığı hiçbir baca hangi rüzgâr eserse essin çekmezlik yapmamıştı.
Mahmut, İhsan ve Nurhayat isimli çocukları olmuştur.

APDULLAH GÖKTEPE
Çok tez canlı ve seri birisiydi. Onunla yola gidenler o normal yürüyüşünde giderken koşmak mecburiyetinde kalırlardı.
İki kere evlenmiş, hiç çocuğu olmamıştır.

RASİM TIRPAN
Evleri Erten yolundan köye girip köy meydanına gelindiğinde, meydanın sağında, Fehmi Aydoğdu’nun evinin karşısındaydı. Bu gün orada hala bir taş yığının dan oluşan bir viranelik vardır. Sivri kişilikleri olmayan sakin bir adamdı.
Ramazan, Sadettin, Zekeriya, Hasan Tahsin, Zehra isimli çocukları vardır.

HAMİT TIRPAN
Cambazlık yani hayvan alım satımı ile uğraşırdı. Uzun süre köy muhtarlığı yapmıştır. Sonralara Çifteler’e yerleşmiştir.
Makbule, Mediha isimli iki çocuğu olmuştur.

KERİM OKAY
İnsanları seven onlarla geçinmeyi ön planda tutan, eşi, tostu, hasta ve yaşlıları ziyaret etmeyi seven birisiydi. Elinden hemen hemen her türlü iş gelirdi. Bilhassa ağaç işçiliğinde ustaydı. Uzun yıllar Köy Hizmetlerinde çalıştıktan sonra emekli olmuştur.
Aziz, Yusuf, Necdet isimli çocukları olmuştur

AZİZ OKAY
Kerim Okay’ın oğlu ve başarılı bir inşaat mühendisiydi Resim yapmayı sever, bu konuda başarılı çalışmalar da yapardı. Adiğeliğe, adet ve törelere düşkündü. Daha 36 yaşındayken
Köylülerimizin çoğunun yakalandığı kansere yenik düşmüştür.
Evli ve Aslı isimli bir kızı vardır.

HASAN TAHSİN YENER.
Çok ağır başlı bir insandı. Hayvanları çok severdi. Onun yabancı bir sürünün içine girmiş kendisine ait bir koyunu uzaktan tanıyabildiğini söylerler.
Hayati, Fethiye, Zahide, Zekayi isimli çocukları vardır.

İSMAİL HAKKI YENER
Ailesinin karşı çıkmasına rağmen Hamidiye Köy Enstitüsünü bitirerek, köyümüzde yetişen ilk öğretmen olmuştur. Köyümüzde de ilk defa okulu o açmış, eğitimin halk tarafından benimsenip kabullenmesi için büyük emek sarf etmiştir. 15 yıllık öğretmen ve beş çocuk babasıyken eğitim enstitüsünü dışarıdan bitirerek, ilkokul öğretmenliğinden orta-lise öğretmenliğine geçmiştir. Okumayı, okuyanı çok seven, tahsile aşırı önem veren birisiydi.
Gülseren, Zeki, Güler, Gülten, Gülsen isimli çocukları olmuştur.

ENVER SARIBARDAK
Annesi tarafından çok nazlı yetiştirilmiş, güçlü, kuvvetli bir insandı. Saf görünümünün altında parlak bir zekâsı vardı. Hiç evlenmedi.

AHMET OCAK
Nivgko Ahmet dendi mi tırpan akla gelirdi. Tırpana çok güzel düzen verirmiş. Onun düzen verdiği tırpanlar kendi kendine ekin biçer derlerdi. Kendiside zamanın en usta tırpancısıymış. Günde 6–7 dölüm yer biçebilirmiş.
Kâmil isminde bir oğlu olmuştur.

KÂMİL OCAK
Çok tez canlı birisiydi. Sabahları erken kalkar, işlerini çok hızlı görürdü. Yolda birlikte yürürken ona yetişebilmek için durmadan koşmak gerekirdi. Bir sabah sofrada otururlarken sana yağı biter. Küçük kızı da sana yağını pek sevmektedir. Kimseye hissettirmeden kalkar 5 km uzaklıktaki Kayı Köyüne gider, daha ev halkı sofradan kalkmadan sana yağını getirir gelir. Bunun yanı sıra çabuk parlayan o derecede de çabuk yumuşayan bir kişiliği vardı.
Mevlit, Şemsettin, Nurettin, Cevdet, Cevahir, Çevriye, Sultan ve Songül isimli çocukları vardır.

ALE OCAK
Zamanın ve bölgenin en büyük yılkısına sahipti. Atları çok sever ve onlarla iyi anlaşırdı. Yılkıdan ondan habersiz hiç kimse bir at alamazdı. Ancak o giderse aygırlar yılkıdan at alınmasına izin verirlerdi. Yılkı iki ayda bir köye tuza geldiğinde aygırlarla özel ilgilenir onlarla çocukları gibi konuşur, avucuyla kuru üzüm yedirirdi.
Yusuf, Mehmet; Salih, Hava isimli çocukları olmuştur. Bunlardan Yusuf ve Mehmet seferberlikte kalmışlardır.

SALİH OCAK
Ağır işlerde çalışmayı sevmez her gittiği yere atla giderdi. Dörtnala giden bir atın sırtındayken yerdeki demir parayı alabilecek kadar iyi bir biniciydi. Uzun yıllar koruculuk yaptı. Tez canlı olmasından dolayı, bu görevi sırasında köye vergi toplamaya gelen tahsildarlarla sık sık vuku atları olurdu.
Nazire, Gülizar, Hava, Nimet, Kıymet ve Orhan isimli çocukları olmuştur.


Ağlarca kırsalında gün batımı
AĞLARCA KÖYÜNDE İLK YERLEŞİM GÜNÜNDEN BU GÜNE KADAR YERLEŞMİŞ OLAN SÜLELELER
ŞHAGUMDELER - ( Göktepe, Balık, Seven, Oktay )
THAMEZLER - (Aslan )
HUNELER - ( Mısır, Akcan )
ŞEVOŞLAR - ( Tırpan, Topak, Yener )
NEUTAHLAR - ( Urgan )
PSINETHUJLAR - ( Esen )
KANŞAVLAR - (Okay, Kurt )
VUGİKOLAR - ( Demir )
NUVOKOLAR - ( Ocak )
RATKOLAR - ( Sarıbardak )
GUĞOJLAR - ( Özcan )
LAŞKOLAR - (Yanık )
ÇIÇKANLAR - ( Aydoğdular )
KOCAMUHTARLAR - ( Dere )
Not = RATKOLAR, KANŞAVLAR bizlere kendilerinin ŞEVOŞ olduklarına dair ifadeleri olmuştur. Bizler kaynağımızdan aldığımız bilgilere ilke olarak müdahale etmiyoruz ama bu böyle durumları da NOT OLARAK BİLDİRİYORUZ.
################ SiFRELi SAYFALAR (Ana Sayfa) ################ ################ GELENEKLERiMiZ (Ana Sayfa) ################

Geleneklerimiz ana başlığının sayfalarında anlatılanların tamamı Doğup büyüdüğüm çevrenin yaşantısından görüp yaşadıklarım ve bu bölgede yaşamış kişilerin anlattıklarından derlenmiştir.
Hiç bir yerden alıntı ve aktarma yapılmamıştır. Bu nedenle bir araştırma ve tüm adigelerin yaşantısını anlatan bir belge niteliği taşımamaktadır.
KAYNAK KİŞİLER
ĞHUNE Ramazan Mısır, ŞEWOŞU Mükerrem Yener, PSİNETĞHUÇ İzzet Esen,
HAZIRLAYAN
Orhan OCAK
################


Adige Müzikleri-1.Sayfa |

Enstrumental
|
################ ADiGE MUZiKLERi-2 (Ana Sayfa) ################
Adige Müzikleri-2.Sayfa |

Nalcik Zuber |
Nalmes |
Olga Sakur |
Olga Sakur |
Oshten |
Saeed Bazoga |
Shauaj Elmerza |
Tamara1
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]()
|
Tut Zaur |
Turkiye |
Urdun1
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
Wored |
Wubih Jankat |
Wuppertal |
Xacae Timur |
################ KAFE MuZiKLERi (Ana Sayfa) ################

Hapzey Kafe
Peserey Kafe-Lagunuga Wored
Jilakhseteney Kafe
Mamxexh Kafe
Hacı Kazbek Yi Kafe
Habez Kafe
Hajım Yi Sarık Kafe
Kushmezeguey Kafe
Mutlu DOĞAN (Gafe)
Recep Akyol (Gafe)
################

ADİGE YEMEKLERİ |
Hazırlayan===>Gülseren OCAK |
Zamanın birinde Adana'nın dağ köylerinin birinde bir adige ailesi yaşarmış. Tanınmış ve sevilen bir aile olduklarından gelen ile gidenleri eksik olmazmış.
Yine bir gün şehirden hatırlı misafirleri gelmiş. Misafirleri en iyi şekilde ağırlamışlar, hele evin kızının yaptığı börekleri çok beğenmişler. Giderken de tarifini almayı unutmamışlar,Ev sahibi tarifle de yetinmemiş belki unları iyi değildir diye bir çuvalda sarı buğday unu vermiş.
Aylar sonra aynı ailenin yolu gene aynı köye düşmüş ve aynı eve misafir olmuşlar. Gene en iyi şekilde ağırlanmışlar. Laf arasında misafir ev sahibine dönerek:
Sizin verdiğiniz unla, sizin verdiğiniz tarifle bizde börek yaptık ama sizinkiler kadar lezzetli olmadı, bunun bir sırrı varmı demiş.
Ev sahibi hafiften gülümseyerek :
Biz size unu verdik, tarifi de verdik ama mutfakta ki sarı kızı vermedik ki demiş.
( Fatma Girik'in Gurbet Kadını adlı dizisinden alınmıştır)
Söze bu anektotla başlamamın sebebi, burada tarif edeceğimiz yemeklerde miktar vermeyeceğiz,ölçü vermeyeceğiz, anamızdan ninemizden ne gördüysek ne duyduysak onları aktaracağız. Zaten bizim yemeklerimizde sunulacak kişilerin damak tatlarına göre ölçüler değişkenlik gösterecektir. Biz mutfaklarımızda ki sarı kızlara yani sizlere güveniyoruz. Zaten anlatacağımız yemeklerin de yabancısı değilsiniz, evinizdeki büyükleriniz bizden daha mükemmelini yapıyorlardır mutlaka. Amacımız unutulup giden değerlerimizin arasına mutfağımızında katılmamasıdır.
TĞUJE |
Malzemeler:
Un, Maya, Tuz, Su ve süt.
Yapılışı:
Un,maya,tuz,birçay bardağı süt karıştırılarak yoğrulur ve mayalanmaya bırakılır.
Hamur yeterince mayalandıktan sonra yumurtadan az küçük parçalara ayrılır, bu parçalar elle açılarak kızgın yağda kızartılır.
Sıcak sıcak daha lezzetli olur. Soğuduktan sonra ısıtılarak servis yapılması uygundur. En iyi kaymakla gider.
Eskiden Cuma akşamları yapılır ve dağıtılırdı. Ayrıca düğün ve cenazeler gibi kalabalıkların değişmez yiyeceğiydi.
ŞİBJİYŞUĞ
Malzemeler:
Tuz, kırmızıbiber, pul biber, sarımsak, kişniş (koni ) ,ceviz içi, kabak çekirdeği içi, susam. Bu malzemelerin standart bir ölçüsü yoktur. Herkes damak tadına göre ayarlayabilir.
Yapılışı:
Önce ceviz içi, sarımsak, susam, kişniş, kabak çekirdeği içi havanda veya sürtme taşında yağları çıkasıya kadar ezilir. Bu işlem mutfak robotuyla da yapılır ama aynı lezzeti vermez.
Bu ezilmiş malzemelere tuz, toz biberle pul biber ilave edilerek iyice harmanlanır, havanda veya haşhaş taşında tekrar ezildikten sonra şibjıyşuğ-umuz hazırdır artık.
Yağ sürdüğünüz ekmeğinize dökebilirsiniz.
Fırında pişirdiğiniz patetisi banıp yiyebilirsiniz.
Her türlü sosta kullanabilirsiniz.
En çok yakıştığı yer et kızartmalarıdır. Etleri fırına sürmeden veya mangala koymadan bu şıbjıyşuğ dan sürerseniz etlere nefis bir lezzet verdiğini göreceksiniz.
Hatta fırından yeni çıkmış ekmeği banarak bile yiyebilirsiniz.
PASTHE METÂZ
Malzemeler:
Mısır unu, tuz, kaynamış su.
Yapılışı;
Mısır unu bir tepside rengi değişesiye kadar fırında veya ocağın üstünde kavrulur.
Unun karıştırılması sırasında sık sık karıştırılarak tamamının kavrulması sağlanır.
Kavrulmuş un ateş üstündeki tencereye konur. Yavaş yavaş sıcak su ilave edilerek, tahta kaşıkla karıştırılarak pişirilmeye başlanır. Bu karıştırma sırasında tuzuda ilave edilir. Karıştırma iyi yapılmalı ki lapanın içinde hiç un topağı kalmasın.
Karışım lapa halini aldıktan sonra su ilavesi kesilir. Elimizi koruyacak kalın bir bezle tencerenin kenarın dan tutularak tahta kaşıkla karıştırmaya devam edilir, karıştırma sırasında oluşmaya başlayan lapa kaşığın tersiyle iyice ezilerek kalabilen un topakları da yok edilir. Sık sık kaşıkla tencerenin dibi sıyrılarak lapa ters yüz edilir.
Pasthe tencerenin dibine tutmayacak kıvama geldiğinde pişmiş demektir.
Servisi;
Pasthe hoşaf tabağına sıkıştırılarak konur, ters çevrilerek servis tabağına aktarılır. Üstü kaşık tersiyle düzgün bir şekilde çukurlaştırılır. Çukurlaştırılan bu yere pasthenin katığı ne olacaksa konularak servis edilir. Katıkları şöyle sıralayabiliriz. Şipsi, bal ve ceviz, tuzlu tereyağı, ağda, kavurma, pekmez, kaymak. Bunların içinde en yakışanı ve yaygın olanı şipsi, tuzlu tereyağı ve kavurmadır.
Afiyet olsun.
Malzemeler:
Hamur malzemeleri.
—Un, su, tuz.
İçinin Malzemeleri:
—Yoğurt suyu ile kestirilmiş sütten yapılmış peynir.
—Tuz.
—Karabiber .
—Kırmızıbiber.
—Taze yeşil soğanın yeşil yaprakları.
—Çok az yağ.
Hamurun hazırlanması.
Un, su, tuz karıştırılarak hamur yoğrulur. Yoğrulan bu hamur ne katı ne de yumuşak olmamalı, kulak memesi kıvamı dedikleri kıvamda olmalıdır.
İç malzemesinin hazırlanması:
Yeşil soğanın yeşil yaprakları doğranarak yağda kavrulacak. Kavrulmuş bu soğanlar, tuz, karabiber, kırmızıbiber ve peynirle karıştırılacak.
Yapılışı:
Bu karışım hazırlanasıya kadar bekleyen hamurdan yumurta büyüklüğünde bezeler yapılacak. Bu bezeler elle açılacak, hazırlanan iç malzemesi konularak hamur kapatılıp yassılaştırılacak, kaynamış suya atılarak kaynatılacak.
Kaynatma süresi damak zevkine göre ayarlanabilir.
Yeterince kaynatıldıktan sonra sudan çıkarılan METÂZ ler sıcak sıcak servis yapılmalıdır. Herhangi bir sebepten dolayı sıcak servis yapılamadıysa ısıtılıp servis yapılmalıdır.
Yanında sunulacak en uygun içecek çay veya soğuk süt olacaktır.
################ NOSTALJi RESİMLER (Ana Sayfa) ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |

OTORANLAR---Ramazan Mısır (Ğunhe),,Ramazan Okay (Kanşavko),,Recep Okay (Kanşavko)


Mükerrem Topak YENER ( Şewoş ), Nazike Urgan TOPAK ( Şewoş ),
Habibe Topak DEĞERLİ ( Şewoş ),


Ases Özcan YANIK (Guğoj), Cemile Özcan ASLAN (Guğoj), Nazire Özcan ESEN(Guğoj),


İlyas URGAN (Nedoğhe), ...................... Ve İlyas URGAN'ın çocukları.


Thamez Hüseyin ASLAN, Şewoş Seydi Ahmet TOPAK


Özcan Esen, .................. İhsan Göktepe


NİWİG Kamil Ocak


Nurçin Topak Arsoy, Hacer Tetik Topak, Asaf Topak,
Müzeyyen Topak


Rifat Esen,Nazlı Kulaksız Özcan, Sebiha Aslan Mercan
Elmas Özcan Esen, Cemil Mercan,S.Sıtkı Özcan,
Sefer Aslan


Neziha Aslan, Sebiha Mercan,Aysever Aslan,
Şakir Aslan, Sefer Aslan, Şaban Aslan

-

Kadir Okay, Özcan Esen


Rifat Esen, Nebahat Esen Demir, ..........
Necmiye Özcan .......... Mürvet Aydoğdu Yırcı, Orhan Ocak
Medine Aydoğdu ............, Aydın Aydoğdu
Nizamettin Esen, İzzet Esen, Nevzat Esen,
Ziyattin Aydoğdu




Muzaffer Özcan, Naci Özcan


Şaban Balık


H.İbrahim Sarıbardak


Battal TOPAK

==> NOSTALJi.2





Radyo KAFKAS |


ÜZERLERİNE TIKLANARAK (2) KADEME BÜYÜTÜLEBİLİRLER

Eski Adigelerin hayatında ağacın çok önemli yeri vardır.
Burada büyük bir ağaç kütüğü
oyulmuş ve duvarın içine monte edilerek
tavukların ret edemiyecegi bir FOLLUK oluşturulmuştur.

Sütlük = Adige evlerinin önündeki
boydan boya olan balkonların poyraza karşı olan kısmında
tavana monta edilen ağaçtan yapılmış bir kafestir.
Sütler geceleri buraya ağızları açık olarak konur,
sabaha kadar geceleri serin esen poyrazın etkisiyle
sütlerin üzerinde kalın ve lezzetli bir
kaymak tabakası oluşurdu.
Resmin sol köşesinde asılı olan BLEVUS' i leri
( Yılan otu demeti ) Yılanların süte yaklaşmasını önlerdi.

Fırın = Önce içerisinde yeteri kadar odun yakılarak
istenilen sıcaklığa eriştirilir, odunlar yanarken resimde ki
ucu yanık duran sırıkla ateş karıştırılarak bütün odunların
yanması sağlanır. Ucuna çaput bağlı sırıkla da
( buna fırın süpürgesi denir )
fırının zeminindeki küller süpürülerek fırının ağzına çekilir,
Görülen ekmek kürekleri ile de hazırlanmış hamurlar
fırına sürülerek fırının ağzı kapatılır.
Ekmekler piştikten sonra da kürekle çıkarılır.
Mis gibi kokan ekmek hazırdır artık.

Göçten sonra Ağlarcaya yerleşen dedeleimiz
bulunulan yerdeki ağaçları keserek ve sadece onları kullanarak
ilk evlerini yaptılar, bunlardan bu güne kadar
gelebilen bir kaç binadan birisi de
resimde görülen H. Osman topak'ın evidir.

Ayaklı = Dağlarda kendiliğinden kuruyan
veya amaca uyun olan ağaçlarkesilir öz dediğimiz çürümeyen
yağmura - kara , sıcağa- soğuğa dayanıklı kısımları çıkarılır.
Bunların yalnızca alt taraflarında eşit uzunlukta ayak denen
dallar bırakılarak diğer dalların tamamı kesilir..
Sonrada harman veya tarla anlarına ayaklarının üstne
konulurdu. Bu ağaçlar inanılmayacak kadar uzun yıllar dayanırdı.

Eski haçeslereimizden ( Misafir odaları ) bir köşe

Ocak = Mutfak oarak kullanılan odalarda,
sundurmalarda mutlaka bulunur,
ısıtma, pişime ve yerine görede aydınlatma işlevini görürdü.

KANĞAÇ ==> Yuvak
Köye ilk yerleşim günlerinden 1950 yılların sonuna kadar
evler taş duvar üzerine düz örtü şeklinde yapılırdı,
WUNEŞHA denilen bu düz örtüler
çevrede çıkarılan yağlı bir çorak toprakla kaplanırdı.
Bu toprak yağmurlu havalarda gevşer ve su sızdırırdı.
Bu sızdırmayı önlemek için taştan veya ağaçtan
yapılan YUVAK denen silindirlerle sıkıştırılırdı.

BĞAŞEHAĞE-ÇELGE
Ağlarca Köyünde de tüm Kafkasya'dan gelerek orman kıyısına
veya içine yerleşen orman köyleri gibi
bahçelerini avlularını ve tarlalarını yere çakılan kazıkların
arasına geçmeli olarak örülen bir nevği ÇİT le korurlardı.
Bunun Adı ( Ağaçla çevrilmiş anlamı taşıyan ) BĞAŞEHAĞ derlerdi.

GUĞHU -- Dibek
Bir taşın veya büyükçe bir ağaç kütüğünün içi oyularak yapılır
alt tarafındanda toprağa gömülerek oturtulurdu.
Bulgur ve göce yapımı için kazanlarda kaynatılarak güneşte
kurutulan buğdaylar belirli miktarlarda bunun içine
dökülerek, ağaçtan yapılmış özel tokmaklarla
döğülür ve buğdayların kabuğu çıkartılırdı.

Köyümüzde yapılan ilk evlerdeki ( ahşaptan )
tavan döşemeciliği ve süsleri.

Şıku = Atarabası

Haşpak = Kuruluk
Bu sayfada ki resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.



















ADİGE OYUNLARI
Genel anlamda halk oyunlari ve dans, insanlarin doga ve toplum olaylarini soyutlayarak hareketlerle anlatimlardan dogmustur. ilk örnekleri ise dinsel ayin ve törenlerde ortaya çikmistir. insanlar danslarla; bir yandan yagmurü, kar, rüzgar ve canlilar yani daga olaylarini anlatirken diger yandan doga üstü olaylarinda anlatmak istemistir. Her toplumda kendi toplumsal motiflerin islendigi halk danslari o toplumun aynasi görünümüne sahiptir, çalinan çalgi, canlandirilan hareket anlatilan olay, bize o toplumun yasam tarzini ve birikimlerini gösterir. Toplumla birlikte dogan halk danslari süreç içinde toplumsal gelisime ve paralel bir gelisim çizgisi izler. Kafkas halk danslari yüzyilardir, Kafkasya insaninin günlük yasaminda çok önemli bir yer tutmaktadir. Dügünlerde, bayramlarda, savaslarda, evdeki senliklerde,konukagirlama-ugurlamada, kis ve yaz gecelerinde, arkadas toplantilarinda, dans günlük yasamin bir parçasidir. Bu danslarda toplumun bütün hareketleri bir arada görülebilirWUIC...Bilinen en eski Çerkes danslarından birisidir.Aynı zamanda 2000 yıllık Nart mitolojisindeki müzik de olan Wuic ömrün baslangıcı ve sonu olmadıgını anlatır ve genellikle düğünlerin basında ve sonunda oynanır.
ZIGATHLET...Çerkes dansları arasındaki en hızlı ritme sahip olanıdır ve Çerkes hayatının vazgeçilmez unsuru olan atların hareketlerinden esinlenerek koreografisi yapılmıstır.Çerkes atlılarının çevikliği ve aralarındaki tatlı-sert rekabet anlatılır.
OŞHAMAFUE...İsmini Elbruz olarak da bilinen Oşhamafua Dağı'ndan alır,koreografisinde diasporaya dağılmıs Çerkeslere gönderilen selam temennileri vardır.
GUŞEXEPXE...Çerkeslerin geleneklerinden küçük bir bölümünü yansıtan tiyatral bir danstır. Çerkes inanışlarına göre, çocuğun doğumundan sonra annenin güçsüz düşmesi ve çocuğunu koruyamaz halde olduğundan, kötü ruhların çocuğa zarar verdiği düşünülürdü. Akrabalar ve komşular kötü ruhların çocuğa zarar vermesini önlemek üzere toplanarak eğlenceler düzenlerlerdi. Doğan çocuk kız ise o evden beyaz güvercinler havaya uçurulur, erkek ise silah sıkılırdı. Eskiden bu eğlenceler bir hafta kadar sürmekteydi, günümüzde ise bu geleneğe rastlanılmamaktadır.
KAMARIFE...Çerkeslerin bıçağa benzeyen fakat daha büyük, iki tarafı keskin ve ucu sivri olan Kama'yı kolay bir şekilde nasıl kullandıklarını gösteren bir danstır.
JEŞTEYVUE (Gece Baskını)...1779 yılının ilkbaharında Kabardey, Pşı ve Work'larından oluşan 3 bin kişilik bir birliğin sayıca onlardan cok daha fazla olan Rus askerleri tarafından kuşatılmasını ve teslim olmayı reddettikleri icin sabaha dek savasarak ölmelerini anlatır.
ZEFAK'O... Ağır ritimlidir ve kaşen olmak isteyenlerin birbirlerine ilgisi olup olmadıgını anlamaya yöneliktir.
SOZRESH... Bereket Tanrısı Sozresh'in simgesi 'yedi çatallı bir alıç dalı' veya 'yedi çatallı geyik boynuzudur'. Dalların üzerine mumlar dikilirdi. Bu suretin etrafında yapılan Wuic, Çerkesler için o senenin ürününe şükür, gelecek sene için de dua niteliğini taşırdı
MEZDEGU-ŞEŞEN...Çok sevilen danslardan birisi olup,erkekler çevikliklerini, hızlarını ve tüm maharetlerini yansıtırken, kızlar ise asaletlerini, zarifliklerini sergilemektedir.
LEPERIFE(Tleperuj)...Anavatan'da yakın bir zamana kadar unutulmuş fakat Diaspora'da oynanmaya devam edilen, hafif aksak ritimli olan bir danstır.Gerek kız gerekse erkek dansçı bu oyunda kendi maharetlerini sergileyebilme imkanına sahiptir
KAFE QUANÇE...Bir yada birden fazla çiftle oynanan ve genelde ağır ritimli bir danstır. Ağır ritimle başlayıp hafif hızlanan ve tekrar ağır ritimde biten bu dansta, Çerkes erkek ve kızlarının asaleti, coşkusu ön plana çıkartır.
SANDALYE...Çerkesçe adını anımsayamadığımız bu dans eskiden düğünlerde sıkçana oynanırmış.Ortaya bir sandalye konar ve oturan kıza dans edilirken mendillerle vurulurmuş.Kız sonra kalkar mendili verdiği kişi sandalyeye otururmuş.
KAFE(Oyun)...Erkeklerin kartalı,kızların ise Serçeyi canlandırdığı ağır ritimli bir Kabardey dansıdır.Genelde ikili oynanmakla beraber 2 kız ve 2 erkekten oluşan dörtlüler olarak da oynanır.Bazı yerlerde bu ağır dansın dağlardan inişi sembolize ettiği söylenir.
AĞLATAN KAFE... Bir Rus kuşatmasında yaşlı bir kadının gaza getirmesiyle hazırlanmadan birliklere saldıran ve tamami ölen Çerkes gençlerini anlatır.
LEZGINKA....Kız güzel bir kuşu erkek ise kartalı canlandırır.Kartal kuşu yakalamak için sürekli kovalamaktadır.Kuş ise ani ve sürekli dönüşlerle sürekli kurtulmaya çalışmaktadır.Anlatılanlara göre koreografisini de gerçekten bir kartal ve onla eglenmek için etrafında alayları ciklemelerle uçan minik bir kuştan alır.
APSUVA KOŞARA...Abaza Oyunu olarak ta bilinen bu dans, Abhazya'da unutulmuş olan ve diasporadaki Abhazların orjinal figürleri koruyarak oynadıkları dansın kareografize edilmiş şeklidir.
APSNI APSUVA KOŞARA...Tarihin bilinen ilk dönemlerinden beri Abhazya topraklarında yaşayan, bağımsızlık mücadelelerinden alnı açık çıkan Abhazların hareketli ve coşkulu dansıdır.
AKITA KOŞARA(Köylü Dansı)..Abhazların Hasat sonunda oynadıkları eğlenceli ve esprili bir danstır.
AVAPA KOŞARA...Erkeklerin Avapa adı verilen kalın keçeden yapılmış giysiler ile oynadıkları savaşçı ve sert mizaçlarını yansıttıkları, özünde cesaret, yiğitlik gibi erdemleri barındıran, kızların zerafet ve estetiklerini yansıttıkları bir danstır.
AŞHA KOŞARA(Dağlı Dansı)Dağlı erkeklerin oynadığı bir oyundur.Yiğit gözü pek Kafkas delikanlıları ortaya atlayıp asaletlerini sergilerler. Yaptıkları hareketlerle güçlülüklerini gösterirler. Figürler çok keskindir.
KIZLARIN AVAR DANSI...Bu oyun; yaptıkları haraketlerle erkeklerin taklidini yapan kızların oynadıkları bir oyundur, ritim hızlıdır ve içinde esprili bir yaklaşım oyuna güzel bir hal katar.
KEP-KEP KOŞARA...Kızların ritm vermeye yarayan tahtadan yapılmış Kep-Kep lerle oynadıkları ritmik karakteristik, bir danstır.
ISLAMEY...Kuzey Kafkasya'da oynanan,karşılıklı olarak asalet ve zerafetin sergilendiği, hareketli bir düet dansıdır.
SIMD...Osetlerin oynadığı asaleti ve ağırlığı temsil eden bir danstır.
KAYNAK ===> http://www.6kesek.com/anilar.php?kategoriID=10&sonuc=225 ################ NOSTALJi.2 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |


ve oğu Ramazan Ugan


Sarıbey OKAY












Selmenko Hüseyln ARSLAN


Sait Esen ve kızları


Tahslldar Sait Esen


Ömer Kurt ve hanımı

Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |













Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |












Radyo KAFKAS |

Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |














Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |















Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |



















Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |















Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |


















Radyo KAFKAS |
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |
Radyo KAFKAS |
################ NOSTALJİ--12 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer |
Radyo KAFKAS |
|
|
19521952
arka plan
<style type="text/css">body{ background-image: url(" https://img.webme.com/pic/a/aglarca2007/kar4.jpg ");</style>
|
|
|
ARKA PLAN SİTE
<style type="text/css">body{ background-image: url(" https://img.webme.com/pic/a/aglarca2007/arkaaaaaa1111.jpg ");</style>
Bugünki Ziyaretci
18
Bugünki Tıklama
26
################ manzara (Bunun alt sayfası: "SAKLI SAYFALAR..........") ################

GURBET GELİNİ
Şimşek çaktığında her taraf gündüz gibi aydınlanıyordu. Karanlıkta sadece sesi duyulan yağmurun, bu kısa aydınlanmada ne kadar kuvvetli olduğu görülüyordu. Akşamdan başlayan yağmur gece yarısına kadar devam etmişti hiç dineceği de yok gibiydi.
Sokakların arasından seller akmaya başlamıştı. Bu seller her yağmurda oluşurdu, yağmurun şiddetine göre büyüklüğü, geldiği ve gelirken de sürüklediği çamur miktarına göre de sarının tonlarındaki rengi belli olurdu.
Hemen hemen her selde köyün en batı ucunda ki Nenaw’un evini su basardı. Her seferinde evi düzeltmek için yeni bir ev yapacak kadar uğraşırdı. Bu güne kadar kimse anlamış değildi evinin yerini niye değiştirmediğini.
Köyün evlerinin çoğunluğu ağaçtandı, aralarında da sonradan yapılan birkaç tanede taştan örülmüş duvarları olan ev vardı. Hepsinin istisnasız ortak özelliği çatısız düz dambaşılı olmalarıydı, bu dümdüz damların üstü yörede çıkarılan ve çorak diye isimlendirilen açık mavi bir çeşit toprakla kaplanırdı. Bu toprak yağmurlu havalarda gevşer suyu tutamaz olurdu. Bunun için yağmur sırasında bütün köylü dam başların da devamlı duran ağaç veya taş silindiri gezdirerek toprağın oturmasını böylece de evlerin damlarının akmamasını sağlarlardı.
Şewoş İsmail eve girdiğinde her tarafından sular akıyordu. Evlerin, ahırın, samanlığın yuvaklarını çekmiş bazı yerleri de tamir etmişti. Yağmurdan korunmak için sırtına attığı palayı kapının arkasına bıraktı, kuzu postundan dikişsiz olarak yapılan kalpağını da çıkarıp kerevetin üzerine bıraktıktan sonra ocağın başına oturdu.
Odayı duvara asılı bir peneşun loş ışığı aydınlatıyordu. Adam ocağın yanına çökerek odunları biraz karıştırınca odanın aydınlığı arttı. Alevlerin yansımalar yaptığı suratında derin kaygılar vardı.
Yaptığı tahta tekneleri satmak için sık sık gittiği sürüser de tanıştığı birinin oğluna kızını vermeye söz vermiş, bu sabahta bir yaylı at arabası ile iki kadınla bir adam gelerek kızı alıp gitmişlerdi.
Bunu ailede kimse onaylamamıştı başta karısı olmak üzere herkes gurbete kız vermeye karşı çıkmıştı. Herkes yüzüne karşı bir şey demiyor ama davranışlarından kendisine çok kırgın oldukları anlaşılıyordu.
Ocakta şıwanlakonın üzerindeki şivanin içindeki su kaynamaya başlamıştı. Karısı sessizce odaya girerek suyun içine biraz tarhana döküp karıştırmaya başladı. Tarhana bitti sofrayı hazırladı, yemeklerini yediler ama bu süre zarfında da hiç konuşmadılar. Yatakta da hiç uyku girmedi adamın gözüne, yaptığı işten verdiği sözden çok pişmandı. Hele kızı Misas’in ayrıldığı sırada elini öperken saklamaya çalıştığı gözyaşları ile dolu olan gözlerini unutamıyordu. Ancak sabaha karşı biraz dalabildi.
Misas’in gelin gittiği ev Sürüsar’in sonunda sırtını kayalara vermiş bir evdi. Avlusu 2–3 m yüksekliğinde duvarlarla çevriliydi. Sokağa açılan büyük bir borda kapısı ve bu kapının içinde ayrı olarak açılabilen birde küçük kapısı bulunuyordu.
Misas uzun yıllar bu avludan dışarı çıkarılmadı. Kaynanası ve kayın babası ile yaşıyordu, aldığı terbiye gereği etraflarında pervane gibi dönmesine rağmen her nedense bir türlü yaranamamıştı. Dışarı çıktıklarında avlu kapısını üstünden kilitliyorlardı. Misas ailesinin hasreti ile yanıp tutuşuyor her gece rüyalarında köyünü anasını kardeşlerini görüyordu.
Yıllar bir birini kovaladı, aradan 5 yıl geçti bu süre zarfında babası bir kere amcası da iki kere gelmiş ama yalnız bir seferinde amcası ile görüşebilmişti. Diğerlerinde evde kimse olmadığından ancak avlu kapısının arkasından konuşabilmişti.
Misas’in 5. yılın sonunda bir kızı oldu ismini Ayşe koydular. Misas onu kimse yokken gupse diye severdi. Çocuk olduktan sonrada ailenin durumu değişmedi. Hatta eziyetlerini kız doğurdu diye arttırmışlardı bile.
İsmail bütün bunların haberini aldıkça içi içine sığmıyor, üzüntüden kahroluyordu. Artık Sürüsar’e de tekne satmaya gitmiyordu. 6 yılın sonunda misas’in annesi hastalandı ve ölmeden evvel kızını görmek istediğini söyledi.
İsmail de böyle bir şey bekliyordu, kaç kere sürüser yoluna uzun uzun bakmış. gidip kızını alıp gelmek istemişti. Ama gururuna yedirip yapamamıştı
Hemen ertesi gün en iyi atlardan birini eğerletti kamasını taktı ve yola çıktı. Atını eğerleyen oğlu Mustafa her ne kadar:
— Baba müsaade et ben gideyim dediyse de, duymadı bile.
İsmail sürüsar’e ertesi gün öğle üzeri ulaştı.
Kızının evine vardığında kapıların kilitli olduğunu gördü. Allah ne verdiyse koca kapıyı yumrukladı, yumrukladı. Biraz sonra kızının korkudan kısılmış sesini duydu.
-Kim o?
İsmail’in içi bir hoş oldu ama kendini çabuk toparladı.
— Benim kızım, derken sesindeki heyecanı saklayabilmişti.
Misas
— Baba evde yoklar, bende de anahtar yok az beklersen birinden biri gelir dedi.
Sözünü bitirir bitirmezde avlu kapısının kalın tahtalarına yaslanarak hıçkırarak ağlamaya başladı. İsmail kızının ağlamasını duyunca ne yapacağını şaşırdı, hırsından titremeye başladı. Tam geriye çekilip kapıya yüklenecekken, kızının kayınpederi Asım Ağa çıktı geldi. Elindeki asaya dayanarak zor yürüyordu. İsmail duyulur duyulmaz bir sesle “hoş geldin” dedikten sonra belinden çıkardığı bir anahtarla kapıyı açtı.
Avluya girdiklerinde İsmail koşarak yanına gelip ellerine sarılan kızına:
—Hemen hazırlan gidiyoruz dedi.
Misas oyalanmadan içeri girdi, çok geçmeden de bir elinde kızı bir elinde de ufak bir bohça ile çıktı. Bohçayı yere koyarak beklemeye başladı.
Tam bu sırada olanları komşuda öğrenen Misas’ın kaynanası da söylenerek geldi, doğruca gelinin yanına giderek üzerinde birkaç altının takılı olduğu şapkayı çocuğun başından çıkararak koynuna soktu. İsmail bunların hiç birine aldırmadı kızını önüne katarak avlu kapısına doğru yürüdü. Ne nereye gidiyorsunuz diyen oldu ne de durun diyen. Tam kapıdan çıkarlarken ihtiyar kadın arkalarından yetişerek Misas’ın elinde ki çocuğu kaptı ve söylenerek eve girdi.
İsmail sadece ”Kuzusu geride kalan koyun meleyerek dönermiş” sözlerini anlayabildi. Kızını ata bindirirken kadının da adamın da böğürlerine birer kama sokmayı öylesine canı çekti ki, kendisini zor zapttetti.
Misas’in aklı ise geride bıraktığı kızındaydı. Üç gün süren yol boyunca hiç konuşmadılar, Misas, yol boyunca babasına hissettirmeden sessiz sessiz ağladı.
Gelini gittikten sonra her gün asım ağa gile komşularından bir kaç kişi geldi. Her gelen de dağlıların ne kadar zalim olduklarını anlattı, hele kızlarına yapılanları öğrendikleri gibi mutlaka geleceklerdi. Asım ağa öylesine korktu ki geceleri uyuyamaz oldu. Nihayet bir gün nesi var nesi yok, ucuz pahalı demeden sattı. Bir gece yarısı da kimseye haber vermeden eşyalarını bir arabaya yükleyerek kasabayı terk etti.
Bu olayın üzerinden tam 30 yıl geçmişti Asım ağa Sürüser den kaçarak yerleştiği Afyon da fazla yaşamadı. Oğlu Hüsrev bir daha evlendi, evlendiği kadının hiç çocuğu olmadı. Ayşe’yi kendi çocuğu gibi bağrına bastı büyüttü. Gerçeği de hiçbir zaman söylemediler. Ayşe okudu liseyi bitirdi birkaç yıl sonrada Afyon nüfus memurluğuna memur olarak girdi, orada tanıştığı Nebi diye bir delikanlı ile de evlendi. Nebi ile Ayşe’nin birkaç yıl sonra ikiz çocukları oldu. İkisi de oğlan olan çocukların sarı saçları ve çakır gözleri herkesi şaşırtmıştı.
Ailede bu yapıda kimse yoktu, şaşırmayan bir tek kişi Ayşe’nin ninesi Dudu kadındı. Çünkü bir tek o biliyordu çocukların kime benzediklerini.
Ayşe’nin hayatını alt üst eden olay 1963 yılının Mayıs ayında gelişti. Her zaman ki gibi o Pazartesi günü de daireye gitmiş evraklarla uğraşıyordu. Gelenlerin hiç yüzüne bakmıyor uzatılan evrakları imzalıyor, mühürlüyor gerekli yerlere kayıt ediyordu. Bir ara eline gelen nüfus cüzdanın da ki Sürüser yazısı dikkatini çekti. Merakla başını kaldırıp cüzdanın sahibine baktı. Karşısında 70 yaşlarında bir adam vardı. Adama:
— Amca sen Sürüserli misin diye sordu.
Adam duyulur duyulmaz bir sesle
—Evet, kızım dedi.
Ayşe adamın istediği kopyayı hazırladı, onayladı. Evrakları uzatırken de gülümseyerek:
— Ben de Sürüser liyim dedi.
Adam şaşırdı, Ayşe’ye uzun bir süre baktı, gene gayet yumuşak ve korkak bir sesle:
—Kimler densin kızım dedi.
Ayşe biraz düşündü, hatırlamaya çalıştı, hatırlayınca da:
—Hacı Hüsrevlerden gömleksiz Asım’ın kızıyım.
Adam biraz daha dikkatli baktı,sonrada:
— Ha dedi, sen şu çerkes gelinin kızısın o zaman.
Adam sözünü bitirince cevabı da beklemeden uzaklaştı.
Ayşe şaşırmıştı, bu Çerkez gelin de kimdi? Birden bir şey daha hatırladı, ilkokula gittiği sıralarda, bir kış günü annesi sobaya odun atmış sonrada kapağını açarak karıştırmaya başlamıştı, birden sobadan çıkan kıvılcımlar yerdeki halının ve üzerindeki elbisenin eteğini yakmıştı. Çok korkmuş ağlamaya başlamıştı. O sıra içeri giren ninesi annesine:
—Dikkat etsene sakar karı Çerkez gelinin halısını da, çocuğunu da yakacaksın diye bağırmıştı.
Ayşe o gün bu sözlere bir anlam verememiş unutmuş gitmişti, bu gün aynı sözleri ikinci defa duyunca baya afalladı. Çerkez gelin cümlesi beyninde dönüp durmaya başlayınca çalışamayacağını anladı izin alarak eve döndü.
Ninesi kapının önünde oturuyordu, 80 yaşını geçmesine rağmen hala dinçti. Torununun zamansız geldiğini görünce baya şaşırdı. Soru dolu bakışlarını torununa çevirdi.
Ayşe ninesine fırsat vermeden olanı biteni anlattı ve bütün bunların ne olduğunu öğrenmek istediğini söyledi.
Dudu nine de ne zamandır bunları torununa anlatmak istiyor ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Her şeyi anlatıp torununu miras almaya göndermeyi düşünüyordu. Onun için bu fırsatı kaçırmadı olanı biteni ta baştan itibaren anlattı sonunda da;
— Hiç vakit kaybetmeden git kızım git de hakkın olan mirası al onlardan, kocaman hükümet memurusun dedi.
Ayşe duyduklarına inanamadı. Bir süre duyduklarının etkisinden kurtulamadı, sonra büyük bir öfkeye kapıldı ninesini parçalamak istedi bir an, sonra kendisini toparlayarak odasına gitti kendini yatağa atarak uzun süre ağladı. Kapısını da akşama kadar kimseye açmadı.
Ertesi gün sakinleşmişti, ne yapacağını bilen insanların havası vardı üzerinde. Kocası Nedim’le konuştu ikisi de 10’ar gün izin aldılar. Bir gün sonrada çocuklarını da yanlarına alarak,bir arkadaşlarından ödünç aldıkları bir araba ile annesini bulmak için yola çıktılar. Araba çok eski bir şavurleydi o devirde Afyon daki araba sayısı iki elin parmakları kadar ya vardı ya yoktu. Kocasının askerde şoför olması da ilk defa bir işe yarayacaktı.
O akşam Emirdağ’ına vardılar. Gece orada kalıp aradıkları köye nasıl gideceklerini iyice öğrendiler.
Ayşe sabahı zor yaptı, erken saatlerde de milleti kaldırarak, doğru dürüst kahvaltı yaptırmadan yola çıkardı.
Gidecekleri yerle aralarındaki son köy olan Tenre Köyünü geçerek rampa yukarı tırmanmaya başladıklarında ikindi olmuştu. Başta yolun kıyısında görülen tek tük ağaçlar gittikçe sıklaştı, 10 dakika sonrada kendilerini sık bir ormanın içinde buldular. Yol yan yana uzanan bir tren yolunun rayları gibi gözüken iki patikadan oluşuyordu ama düzgündü. Ara sıra patikaların arasındaki otlar arabanın altına sürüyordu. Köye yaklaştıkça ağaçlar seyrekleşti ve aralarından anıza bırakılmış tarlalar gözüktü. Her tarlanın etrafı meşe ağaçları ile bir çit gibi çevriliydi. Ekilmemiş tarlalar dizi geçen otlarla kaplıydı. Bu otların arasındaki bziwulağhe (kuş tuzağı ) ile gök baş çiçekleri tarlaları bir renk şölenine çevirmişti. Tarlaların kıyılarında, bazende tam ortalarında yer alan beyaz papatyalarla, kırmızı gelincikler manzarayı daha da güzelleştiriyorlardı. Bazen de yemyeşil olmuş ekili tarlalara rastlıyorlardı.
Yarım saatlik bir yolculuktan sonra nihayet köye ulaştılar. Köyün girişinde sağ tarafta bir mezarlık vardı. Mezarlıktan sonra hemen köye girdiler sağdaki ve soldaki ikişer katlı binaları geçerek köy meydanına geldiler. Bu evlerin yakın zamanda yapıldıkları belliydi. Çünkü çatılarındaki kiremitlerle, farklı yapılarıyla üstleri toprak örtülü ağaç evlerden çok farklıydılar.
Köy meydanına gelip meydanın tam ortasındaki ahlât ağacının yanına gelip durduklarında arabanın etrafında nerden geldiklerini görmedikleri10–15 çocuk birikmişti. Çocuklar fazla yaklaşmadan meraklı gözlerle bakıyorlardı. Köye senede iki veya üç kere motorlu taşıt gelirdi, Bu nedenle bu arabanın gelişi onlar için büyük bir olaydı.
Nedim arabadan inerek uyuşmuş ayaklarını açmak için bir iki adım attı, bir taraftan da etrafa göz gezdirdi. 20 M ilerde cami duvarının dibinde oturan birkaç adam gördü. Tam onlara doğru yürüyecekti ki, içlerinden biri kalkarak kendilerine doğru gelmeye başladı.
Gelen adamı gören çocuklar “Yahyako emmi geliyor diyerek sağa sola kaçışarak kayboldular, evlerin kuytularına çekilerek meydanı gözetlemeye devam ettiler.
Adam yanlarına gelerek “Hoş geldiniz” dedikten sonra onun bir şey demesine fırsat vermeden dertlerini anlattılar. Arkasındanda arabayı meydanda bırakarak adamın önderliğinde daracık bir sokaktan yukarı doğru çıkmaya başladılar. Nedim’in ikide bir geriye arabaya doğru baktığını gören Yahyako (Yahya’nın oğlu):
—Meraklanmayın 10 yıl orada kalsa kimse ellemez diyerek onu rahatlattı.
Çok geçmeden etrafı meşe ağacı dallarından yapılmış bir çitle çevrili bir avluya geldiler. Yahyako gene meşe ağacından yapılmış avlu kapısını açarak onları buyur etti. Avlunun kuzeyinde bütün kapıları güneye bakan bir ev vardı. Her odanın kapısı dışarıya açılıyordu ve evlerin önünde de boydan boya uzanan bir veranda vardı.
Yahyako verandanın bir köşesinde kurulu olan halı tezgâhının arkasındaki kadına seslenerek:
—Nise haçeğher şüeğ ( Gelin misafirleriniz var ) dedi.
Tezgâhın arkasındaki kadın hemen kalkarak tezgâhın arkasından çıktı uzun boylu, gençliğinde çok güzel olduğu anlaşılan yaşlıca bir kadındı. Bir taraftan üzerinde kalmış yün parçalarını silkelerken:
—Kereblâğeh, kereblâğeh. (Buyursunlar, buyursunlar) diyordu.
Kısa zamanda haber köye yayıldı. Misas’ın 30 yıldır kayıp kızı gelmişti.
Gece bütün akrabalar toplandı. Ayşe herkesle tanıştı, herkesi çok sevdi. Ne yazık ki dedesi ve annesi ölmüşlerdi.
Şewoşlar misafirlerini bir hafta bırakmadılar. Bu süre zarfında her akşam bir akraba tarafından davet edildiler.
Gündüzleri de köyü gezdiler. Dedesin ile annesinin mezarlarını ziyaret ettiler. Her kesten bol bol annesini dinledi, dayılarının onu bulmak için ne kadar uğraştıklarını öğrendi. İkizlerse köyü çok sevmişlerdi kendi akranları bir sürü arkadaş edinmişler bir hafta boyunca da hiç eve girmemişlerdi.
Nihayet ayrılık günü geldi tanıştıkları herkesle vedalaştılar. Ayşe kısa zamandaki gözlemlerine ve içgüdülerine dayanarak arabanın ön kısmına kocasının yanına binmedi arkaya çocuklarının yanına bindi.
Köyden çıktıkların da Ayşe’nin yüreğinde 3 ayrı fırtına esiyordu. Akrabalarını geçte olsa tanıdığı için mutluydu. Annesini dedesini göremediği için üzgündü ve son olarak ta bütün bunlara sebep olanlara karşıda öfkeliydi.
13-EYLÜL–2008 Eskişehir.
Orhan OCAK





Mezişha Çile 80 hanelik bir köydü. Dağın yamacına, ormanın en sık olduğu bir yere yerleşmişti. Kafkasya’dan göç ettiklerinde, ovada düz arazilerde yer gösterilmiş ama onlar anavatanlarında ki yerleşim alanına benzediği için burayı tercih etmişlerdi. Geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı. Çiftçilik ise devletin büyük desteğiyle yeni yeni yerleşmeye başlamıştı. Yörenin en güzel balını üretirlerdi. Çok sayıda ailenin yılkısı (Yabani at sürüsü) vardı. Çevrenin koşumluk ve binek atı ihtiyacı bu yılkılardan karşılanırdı.
Köyün kuzey batısındaki iki dağın arasındaki boğazdan çenderek denilen bir rüzgâr devamlı eserdi. Bu boğaza girip birkaç km yüründüğünde, ormanların arasında geniş düzlüklere ulaşılırdı. Köylünün koyak dediği bu düzlükler atların en önemli yaylım yeriydi.
İlk yapılan evlerin tamamı ağaç tomruğundan yapılmıştı. Yeni yapılan evler ise taştan yapılmıştı. Evlerin tamamının çatıları düz örtü olup, çorağın bir çeşidi olan yağlı bir toprakla kaplıydı. Evlerin içleri dışları yöreden çıkarılan bir beyaz toprakla badana edilirdi.
Evlerin hemen hemen hepsi doğuya bakardı. Önlerinde de boydan boya haşpak denen sundurmalar vardı. Bu sundurmanın rüzgâr alan bir köşesinde, tavana yakın bir yerde ağaç kafes şeklinde sütlükler olurdu.
Soğuk bir sonbahar akşamıydı. Akşama kadar yağmur yağmıştı. İnsanlar dam başlarına çıkmışlar kanğaç (yuvak) çekiyorlardı. Ağaçtan veya taştan yapılmış bu silindirler ileri geri çekilerek damlardaki çorak sıkıştırılarak suyu geçirmesi önleniyordu. Uzaklarda bir yerlerde şimşekler çakıyor, her şimşekten sonra etraf kör edici bir aydınlığa boğuluyordu.
İşte böyle puslu bir gecede yayıldı puslu haber.”Savaş çıkmış seferberlik ilan edilmişti.
Muhtarın köye saldığı iki genç ev ev dolaşarak, köyün büyüklerine muhtarın toplantı haberini ilettiler. Bir saat sonra bütün büyükler odada toplanmışlardı. Başköşede her zaman ki gibi Martıjko Aziz yerini almıştı. Martıjko Aziz Kafkasya dan göç eden kafileden yaşayan birkaç kişiden biriydi. Az konuşur öz konuşurdu. Herkesin hazır olduğundan emin olan muhtar sıkıntılı bir tonla söze başladı.
—Komşular hepinizin az çok haberi olmuştur, devletimiz bir hafta önce harbe girmiştir, bizden de gücümüz oranında asker istemektedir, ne diyorsunuz? Diye sordu.
Kısa bir sessizlikten sonra herkes kendisine göre bir şeyler söyledi. Kimisi hemen bir birlik hazırlanmasını, kimisi acele yapılmamasını gelişmelere göre tavır alınmasını, kimisi de ufak bir birlik gönderilmesini önerdi
Sonlara doğru da Kanşawko Halit söz aldı. Kanşawko Halit çok gezen, çok bilen, her şeyden haberi olan biriydi. Bu özelliklerini bildiğinden, kendinden emin bir şekilde:
—Komşular bu savaş uzun sürecek sonu olmayan bir savaş. Bu nedenle ben derim ki, acele yapmayalım devletin biz göçmenlere tanıdığı askerlikten muafiyet yıllarımız dolmadı bekleyelim düşman buralara gelirse bir çaresine bakarız dedi.
Artık son söz Martıjko Azizindi, bütün gözler ona çevrilmişti. Martıjko bir süre bekledi yerinden hafifce doğruldu, Kanşawko’nın dediklerine biraz içerlemiş hali vardı. Yaşından umulmayacak net bir sesle konuşmaya başladı:
— Hepinizi dinledim, kimisinde akıl, kimisinde yürek, kimisinde haklılık payı var. Yalnız hatırlamamız ve hiç unutmamamız gereken şeylerde var. Rusya da düşman kapımıza gelsin bakarız dedik, düşman geldi, yerimizden yurdumuzdan olduk. Bulgaristan da gelsin bakarız dedik, yine yollara döküldük, Yoguslavya da aynı şey oldu. Artık yetti bu bayrak bizim bayrağımız, bu vatan bizim vatanımız. Mezarımızda burası olacak. Bu nedenle yapılması gerekeni değil iki katını yapmalıyız dedi ve sustu.
Konuşmadan çok yüzündeki acının, kinin, umudun karışımı ifade herkese kararını verdirmişti.
Hemen karar alındı.
Bir hafta içinde 68 kişilik bir liste hazırlandı. Liste hazırlanırken tek çocuk olanlar, hastalar, bakıma muhtaç kişisi olanlar bu listeye alınmadı. Birliğin şubeye teslim olasıya kadar Şagumde Yahya’nın komutasında olmasına karar verildi.
Bu kararın ardından hummalı bir faaliyet başladı. Tğujular pişirildi, kuru etler paketlendi, azık torbalarına güzelce yerleştirildi. Erkeklerde silahlarını temizlediler, atların yelelerini ördüler, kuyruklarını bağladılar. Komşular, akrabalar ziyaret edildi, helâlık dilendi. Bu arada gideceklerin şerefine nisaşe ve eğlenceler de ihmal edilmedi. Nihayet ayrılık günü geldi çattı.
Şhagumde Hamit gideceğini öğrendikten beri, çelişkili duygular içindeydi. Bir yanda, yeni yerler göreceği, yeni insanlar tanıyacağı için mutlu, savaşacağı için tedirgin, evinden, ailesinden, yedi aylık eşinden, doğacak çocuğundan daha görmeden ayrılacağı için ise üzgündü.
O sabah erkenden kalktı atı Jibğa’ya safi arpadan oluşan yemini bolca verdi eğerini silahlarını kontrol etti. Bütün bunları yaparken köpeği Vüris arkasından dolaştı durdu. Fırsat buldukça ona sürtündü, arka ayaklarının üstünde dikilerek ön ayaklarını göğsüne dayadı, önünde yuvarlandı. Nihayet Hamit işlerini bitirdikten sonra, köpeğin önünde diz çöktü, boynunun altını okşadı sırtını sıvazladı. Köpek aradığı ilgiyi bulduğu için memnun kuyruğunu sallıyor, sanki olacakları tahmin etmişçesine, parlak gözleriyle sahibine bakıyordu.
Hamit yavaşça doğrulurken başparmağını Vuris’e doğru sallayarak:
—Ben yokken buralar sana emanet ha dedi.
Köyün içinden gelen sesler çoğalmaya başlamıştı. Hamit doğrulduğunda annesi ile babası avluya inmişlerdi, karısı Dane ise kapının eşiğinde duruyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı önce babasının elini öptü. Babası duygularını belli etmeyen bir sesle:
—Güle güle gider, sağ ve salim dönersin inşallah. Dedi.
Arkasına hiç bakmadan avlu kapısından çıkıp meydana doğru yürüdü. Hamit anasına sarıldı, kadın onu sıkıca bağrına bastı. Acısını belli etmeyen bir sesle:
—Allaha emanet ol oğul diyebildi.
Oğlunu zorlukla bırakan kadın da kocasına yetişmek için hızlı adımlarla uzaklaştı. Koca ihtiyarlar genç çifti vedalaşmaları için onları yalnız bırakmışlardı. İhtiyarlar uzaklaşınca Dane koşarcasına geldi kocasına sarıldı, narin bedeni sessiz hıçkırıklardan sarsılıyordu. Uzun süre öylece kaldılar. Hamit karısının omuzlarından tutarak kendinden ayırdı, sağ eliyle çenesini tutarak hafifçe kaldırdı ve gözlerinin içine bakarak:
—A si Dane, a si gupse ağlama sana söz veriyorum, döneceğim. Kendine ve doğacak çocuğumuza iyi bak. Dedi.
Daha bir şeyler diyecekse de fırsat bulamadı.
Dış kapıdan arkadaşı Yusuf’un sesi geldi.
—Hamit yatıyor musun daha.
Yusuf’la çocukluk arkadaşıydılar. Kardeş gibi büyümüşlerdi. Düğünlere beraber gider, ava beraber çıkarlardı. Şoha denilen at yarışlarında hep aynı takımda olurlardı. Dane’yi abzağh köyünden kaçırırken de yanında o vardı. Dünyada hiçbir şeye aldırmaz, hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şeyi de umursamazdı. Hamit onun sesini kapının önünde duyunca karısına son bir defa baktı, hiç bir şey diyemeden ayrıldı. Atının dizgininden tuttu yavaş adımlarla avludan çıktı. Atlar yedeklerinde yan yana köy meydanına doğru yürürlerken, Yusuf ellerini, kollarını da kullanarak bir şeyler anlatıyor ama Hamit hiç birini duymuyordu.
Yarım saat sonra birlik hazır hale gelmişti. Köyün dışına kadar atları yedeklerinde çıktılar. Köyün çıkışında atlarına binerek uzaklaştılar. Arkalarından erkekler gururla, kadınlar acıyla, çocuklar da ne olduğunu anlamadan el salladılar.
Üç günlük sıkı bir yürüyüşten sonra, birlik il merkezindeki şubeye ulaşarak teslim olmuştu. Bir günlük istirahattan sonrada trene bindirilerek geleceklerini bitirecek meçhule yola çıkarılmışlardı.
Hamit talim alanında verilen moladan yararlanarak sırtını bir çadır direğine vererek oturmuştu. Atların trene bindirilmesi sırasında canı kadar sevdiği atı Jıbğa ayağını vagona dayanan dayamalara sıkıştırarak kırmıştı. Atı muayene eden alay veterineri atın vurulmasından başka çare olmadığını söyleyince dünya başına yıkılmıştı. Amcasının oğlu Halil’in atın kafasına sıktığı tek kurşunu ta yüreğinde hissetmişti. Atsız kalınca da süvari birliklerine nakledilen arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalmıştı. Herkesle teker teker vedalaşmıştı. Yusuf’la uzun süre sarılmışlar ayrılırken de:
—Benden önce köye dönersen eşim, doğacak çocuğum sana emanet demişti.
Deli bozuk oğlan da gülerek bir yıl sonra hep beraber köyde olacaklarını söylemişti. Hatta kendi atını da vurarak onun yanında kalmak istemiş ama zorla vazgeçirmişlerdi. Şimdi bir aydır buradaydı ne tanıdığı biri vardı ne de bir arkadaşı. Talim sırasında yırtınırcasına çalışıyor, bu süre içerisinde kafası biraz dağılıyordu. Günler günleri kovaladı ve üçüncü ayın sonunda hareket emri geldi. Önce Şam’a geldiler burada birkaç Arap şeyhi ile bazı çapulcuların isyanlarını bastırdılar. Çok geçmeden de Yemen’e sevk edildiler
Hamit ne kadar zamandır burada olduğunu unutmuştu. Her gün yoğun bir İngiliz bombardımanına maruz kalıyorlardı. Bombardıman başladı mı kendilerini kumda kazdıkları siperlere gömüyorlardı. Arada bir de saldırılar oluyor bunlara karşı saldırıyla cevap veriliyordu. Rüzgâr çıktığı zaman ise bir felaketti, kazdıkları siperlerin yanı sıra ağızlarına, burunlarına da kum doluyordu. Gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı ise bir felaketti. Gündüz yanan çöl havası, geceleri dondurucu bir soğuğa dönüşüyordu. Cephaneleri, yiyecekleri, suları kıttı. Şöyle bol suyla yıkanmayı öyle özlemişti ki.
Yine böyle netameli bir gündü: Sabahleyin onar mermi dağıtılmış, süngüler taktırılmıştı. Askerin arasında bir taarruz edileceği, bir geri çek ilineceği rivayetleri dolaşıyordu. Birden sessizliği top ve makineli sesleri bozdu. Daha ne olduğunu anlamadan, komutanları kolağası Ahmet siperden fırladı:
—Haydi, aslanlarım gidiyoruz diyerek;İleri doğru koşmaya başladı. Hemen ardından bütün bölük, ne olduğunu, nereye gittiğini anlamadan besmele çekerek, siperden fırladı, kolağalarının peşinden koşmaya başladı.
Hamit daha on adım atmadan ayağında bir yanma hissetti, aldırmadı koşmaya devam etti. Sağında solunda koşan arkadaşları birer birer yere yığılıyordu. Birden göğsünde de keskin bir bıçakla bıçaklanmış gibi bir acı hissetti. İki adım atmadan aynı ağrıyı omzunda ve baldırında da hissetti. Bir ara acı neyse de hiç olmazsa şu yanma olmasaydı diye düşündü. Önce dizlerinin üstüne çöktü sonrada yere yığıldı kaldı. Acılarda, top ve tüfek sesleri de silindi gitti.
Gözlerini açtığında kendini bir sessizliğin içinde buldu. Kavurucu bir rüzgârın desteklediği sıcak bunaltıyordu. Vücudunun her yanı zonkluyordu. Başını hafifçe kaldırdığında ayaklarının üstünde, sağında, solunda cesetler gördü. Anladı ki ölü sanılıp ölülerin arasına bırakılmıştı. Birisi üzerindeki cesedi çekerek yana yatırdı, cesedin ceplerini kurcaladı, hiçbir şey bulamadı. Başucundaki adam ayaklarına kadar gelen bir entari giymişti. Adam ona doğru dönüp yaşadığını görünce, nereden çıkardığını görmediğini bıçağı kaldırıp saplayacaktı ki arkadan gelen bir ses onu durdurdu. Sesin sahibi yaklaştı, eğildi, yaralarına baktı. Bu birincisinden epey yaşlı ve sakallıydı. Adam onu belinden tutarak kaldırdı sırtına vurdu ölülere basmamaya dikkat ederek yürüdü. Hamit’in gözleri karardı ve yeniden bayıldı.
Mezişha köyünden askerlerin ayrılmasının üstünden tam yedi yıl geçmişti. Bu yedi yıl içerisinde elliden fazlasının ölüm haberi gelmişti. Kimisi Yemende, kimisi Sarıkamış ta kimisi de Çanakkale de şehit olmuşlardı. Her haberde köy yasa boğuluyor ağıtlar yükseliyordu. Ateşler düştükleri yürekleri ne kadar yaksa da zamanla insanlar normal yaşantılarına dönüyorlardı. Tarlalar ekiliyor, kışlık odunlar kesiliyor, evlilik çağına gelmiş çocukların düğünleri yapılıyordu. Geriye dönenlerden, şhagumde Rasim’in bir ayağı kalçasından kesilmişti. Yusuf’ta dönenler arasındaydı o uçarı, şakacı hali gitmiş durgunlaşmış ve olgunlaşmıştı.
Dane yedi yıl boyunca hiç ümidini kaybetmeden bekledi. Hamit’in ölüm haberi geldiğinde de inanmadı. Hamit kendisine söz vermişti dönecekti. Bu nedenle kendisini evlendirmek istemelerine hep karşı çıktı. Birde oğlu olmuştu, her şeyini ona adamıştı.
Yusuf arkadaşının ayrılırken dediği, “Ben dönesiye kadar Dane ve doğacak çocuğum sana emanet” sözlerini bir türlü unutamıyordu. Gözlerini her kapadığında arkadaşının hayali gözünün önüne geliyordu. Arkadaşı ölmüştü, bu durumda ne yapmalıydı. Günlerdir beynini çatlatırcasına bunu düşünüyordu. Sonunda kararını verdi. Dane ile evlenecekti.
Bunu ailesine açtı, onlarda uygun gördüler. Bir akşam Hamit’in annesinin babasının ziyaretine giderek Allahın emriyle gelinlerini, oğullarına istediler. Onlarda münasip gördü. Abzağh köyünden Dane’nin ağabeylerini getirterek rızalarını aldılar. Durumu da hiçbir itiraza meydan vermeyecek şekilde Dane’ye bildirdiler. Dane yıkıldı, her tarafı uyuştu. Ağlamak istedi ağlayamadı. Sonunda bir hafta zaman istedi.
Bu konuşmaların olduğunun altıncı gecesiydi. Dane evde yalnızdı. Oğlu uyuyordu. Yüreği iyice daralmıştı. Dudaklarından, geçen yıl köye gelen seyyar destan okuyucunun söylediği türkünün nakaratları dökülmeye başladı.
Mızıka çalındı, düğün mü sandın?
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın?
Yemen’e gideni gelir mi sandın?
Dön gel ağam, dön gel, dayanamiyrem,
Uyku gaflet bastı uyanamiyrem,
Ağamın öldüğüne inanamiyrem.
Dane'nin gözyaşları yanaklarından süzülüyor, türkünün nağmeleri etrafa yayılırken onlar tek tek yere düşüyordu. Birden dışarıdan Vurisin sesi geldi. Yedi yıldır bir kere bile hav demeyen köpek ortalığı yıkıyordu. Dane yavaşça yerinden doğruldu, başörtüsüyle gözyaşlarını sildi. Yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Yavaşça evin kapısını açtı, Vuris dış kapıya gidiyor tırmalayıp geri geliyordu. Dane’yi ayakları elinde olmadan dış kapıya sürükledi kapının sürgüsüne uzanan eli titriyordu. Kapıyı yavaşça açtı: karanlıkta seçilmeyen bir karaltı vardı Vuris karaltının üzerine atlamış elini ayağını yalamaya başlamıştı.
Adam duyulur duyulmaz bir sesle:
—Dane, Vuris diyebildi kelimeler boğazına düğümlenmişti.
Hamit dönmüştü.
Haber köye fırtına hızıyla yayıldı. Bütün köylü şhagumdelerin evinde toplanırken, bir atlıda diğer taraftan köyü terk ediyordu. Buda arkadaşına derdini, düşündüklerini anlatamayacak olan Yusuf’tan başkası değildi.
ORHAN OCAK 17.Ekim.2007-ESKİŞEHİR






ÇOCUK
1945 yılında Yoguslavya prensinin bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesini bahane eden Almanya Romanya dan başlayarak Avrupa ülkelerini işgal etmiş ve 2. Dünya Savaşını başlatmıştı. Bu durum tüm dünya dengelerini bozmuş, ekonomileri de darmadağın etmişti. Coğrafi yerinden dolayı bu olumsuz gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerden biride Türkiye olmuştu. Devletin herhangi bir savaş ihtimaline karşı, gıda stokuna gitmesi, yılın da kurak geçmesi sonunda memleket de kıtlık ve yokluk baş göstermişti
Bu durum memleketin her tarafında olduğu gibi, Eskişehir’in bir köyü olan Ağlarca köyünde de kendini bütün ağırlığıyla hissettiriyordu. Her kesin elindeki nevale çabucak bitmişti. Varlıklı ailelerin ellerindeki zahire stokları da tüm köylüyle paylaşılmış ama onlarda suyunu çekmişti.
Kafkasya kültüründen kaynaklanan yardımlaşma ve paylaşımcılığın etkisiyle herkes elindeki son lokmayı da paylaşarak yaşamaya çalışıyordu,
Köylüye devlet tarafından her yıl ihtiyaç ve satış olmak üzere iki çeşit meşe odunu verilirdi. Köylüler ormandan gösterilen alanı kendi aralarında üleşirlerdi. Kesim yapıldıktan sonra kışlık ihtiyaçlarını stok ederler satış için kestiklerini de köy meydanında, kıyısında veya daha başka münasip yerlerde, sterler halinde yığarlardı. Ormancılarda gelir bunları ölçer, teskere denen izin kâğıtlarını verirlerdi. Köylü de bunları ya ocaklarda yakarak meşe kömürüne dönüştürerek ya da meşe odunu olarak yakın kasabalara götürüp satarlardı.
Ama esas para getiren iş ise kaçakçılıktı. Yapuldak ve peçene dağlarından kesilen döşemeler köye getirilir kabukları soyulur ve güneşte bekletilirlerdi. Döşemeler çoğunlukla 7–8 m uzunluğunda olurlardı, bundan uzunları ancak sipariş olursa kesilirlerdi. Bazen de kalın çam tomrukları getirilir, samanlıkların bir köşesine kurulan iskelelerde tahta veya dilmelere dönüştürülürlerdi. İskeleler kuvvetli ağaçlardan yapılırlardı. İskelenin üzerine uzatılan tomruk: Önce siyaha boyanmış iplerle işaretlenir sonrada bir kişi iskelenin altına girer biride üste çıkar ve büyük bıçkılarla dilim dilim tahtalar kesilirdi. Bütün bunlar kaçak olduğu içinde ormancılarla büyük mücadeleler verilirdi.
Hazırlanan bu döşeme veya tahtalar at arabalarına yüklenir satılmak üzere Sivrihisar, Polatlı bazen de Haymanaya kadar götürülürdü. Bu işi ancak atları kuvvetli olanlar yapabilirdi. Sefere çıkanlar büyük bir yardımlaşmanın içinde olurlardı. Mallarını satıp geri dönerken mevsimine göre sebze ve meyve yüklü olarak gelirler bu getirdiklerini de bütün köyle paylaşırlardı.
Bu yıl kıtlık dolayısıyla kaçağa birkaç kere gidilmişti.
İşte hikâyemiz böyle bir sefere çıkılacağının bir gün öncesinden başlar.
Sefer henüz 11 yaşındaydı, babası 2 sene önce öldükten sonra evin bütün yükü omuzlarına kalmıştı,
O da bu yükü bir çocuktan beklenmeyecek bir metanetle yüklenmişti. Bu sorumluluk ona olgun bir hava kazandırmıştı. Annesinin akrabalarından Ğhune Yahya iki hafta önce evlerine uğramış Sefer’e iyi bir araba döşeme hazırlamasını onu ovaya ağaç götürecek ilk kafileyle birlikte göndereceğini söylemişti.
O gündür canla başla çalışmış 8 m lik 9 döşeme ile 14 tane mertek hazırlamıştı.
Yolculuk sabahı, erkenden kalkmış atlara yem vermiş, kuyruklarını örmüştü. Amcası Şaban’ın yardımıyla da ağaçları arabaya sarmışlar, araba sandığını da ağaçların üzerine sıkı sıkı bağlamışlardı. Annesi de babasının kürkünü kendi eliyle arabaya yerleştirmişti. Bu kürkler o devrin odun kaçakçılarının olmazsa olmaz aksesuarlarıydı. Kırkılmamış koyun postlarından yapılırdı. Ne soğuk ne kar ne de yağmur işlemezdi içine.
Sefer önce annesinin sonra ablalarının elini öptükten sonra arabaya tırmanarak oturdu, dizginleri eline aldı şöyle gururla bir bakındı sonra atlara okşar gibi:
—Haydi, yavrum deh dedi. Taylar sanki bu komutu bekliyorlarmış gibi hemen yürüdüler.
Seferin annesi ellerini açarak uzun uzun dua etti.
Sefer köy meydanına gelince dizginleri çekerek arabayı durdurdu.Diğer arabalarda toplanmaya başlamışlardı. Herkesin yükü atlarına göreydi. Kimisinin az kimisinin çoktu.
En çok yük Ratko Şükrünün arabasındaydı, Şükrü orta oku iyice uzatarak arabasını 7–8 m açmış ve düzgünce dört köşe yontulmuş döşemeleri düzenli bir şekilde sarmıştı. Şükrü havalinin en namlı kaçakçısıydı ormancılar onunla hiç karşılaşmak istemezlerdi. En iyi atlar onundu, arabasının çanlarının (tekerlerin göbeğine ve dinğilin başına takılan çeşitli alaşımlardaki metal levhalar) sesini tanımayan yoktu.
Hemen hemen her kaçakçı silah taşırdı ama o fazladan birde mavzer bulundururdu arabasında. Çok iyi baktığı İngiliz kulaklısını oturduğu minderin altına uzatmış olarak tutardı devamlı.
Şükrü, Sefer’in yanına gelerek arabasına şöyle bir baktıktan sonra:
—Aferin Sefer iyi yük hazırlamışsın iyide sarmışsın, dedikten sonra ilave etti.
— Hep arkamda ol ayrılma, hadi bakalım ras gele.
Şükrü çocuğun yanından ayrıldıktan sonra ortalığa doğru yürüdü, herkesin duyabileceği bir sesle,
— Herkes hazır mı? Dedi.
Milletten gelen cevapları beklemeden arabasına bindi ve sürdü. Diğer arabalar da onun ardı sıra hareket ettiler, önce mezarlığı sonra harmanları geçerek kaybolup gittiler. Arabaların çan sesleri birden başlayan yağmurun içinde uzun süre yankılandı, sonrada onlarda duyulmaz oldu.
Arabalar kulapa’ya geldiklerinde yağmur hızını iyice arttırmıştı. Sürücüler kürklerine iyice bürünmüşler, atları da kendi hallerine bırakmışlardı.
Önce Şhagumde Hamit saplandı çamura, arkasından da seferin tayları kaldı. Her yağmurlu havada kaçakçıların korkulu rüyasıydı Kulapanın çamuru. Arabalar dingile kadar çamura oturur sonunda da saplanıp kalırdı. Atlar yere yatarcasına asıldıkları halde arabayı milim kıpırdatamazlardı. Bazı kuvvetli atlarsa çamur mamur dinlemez çektikleri şeyi sürükler çıkarırlardı.
Şükrü arabası çamurda kalanlara bağırarak:
—Çocuklar kıpırdamayın dedi ve yoluna devam etti.
Çamurdan çıkan arabalar sert zemine geldiklerinde durdular. İki çift kuvveti atı koşumlara ellemeden arabadan çıkardılar, bunları çamurda kalmış arabalara koşarak onları da düzlüğe çıkardılar. Atları bir müttet soluklandırdıktan sonra, sabaha karşı ilk mola yerleri hakim kuyusu köyüne vardılar. Arabaları Kunduracı Battal’ın yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusuna çektiler. Atların üzerine çulları örterek yem torbalarını başlarına astıktan sonra, araba sandıklarının içinde, kürkleri üzerlerine çekerek birkaç saat sürecek uykuya daldılar.
İki saat sonra hepsi birden sözleşmiş gibi uyandılar. Battal ağada onlara kahvaltıyı çoktan hazırlatmıştı. Battal ağanın bazı nedenlerden dolayı bu dağ köylülerine minneti büyüktü. Hali vakti de yerinde olduğundan senede bir iki kere onları ağırlamaktan memnun oluyordu.
Kahvaltıdan sonra Şükrü çocuğu da yanına alarak çocuğun arabasına bindi ve avludan çıktılar. Şükrü arabayı doğru muhtarın evine çekti. Muhtarın avlusu da yüksek duvarlarla çevrilmiş ve genişçeydi.
Muhtar onları avlunun borda kapısından girdikten sonra fark etti ve gülerek karşıladı.
—Hoş geldin Şükrü ağa.
—Hoş bulduk muhtar, Bir isteğim olacak hemen söyleyip yola çıkacağız. Dedi şükrü.
Sonrada kendilerinin Polatlıya gideceğini ama çocuğu götürmeyeceklerini o nedenle çocuğun yükünün burada satılmasına yardımcı olmasını sonrada onu yolcu etmesini söyledi. Muhtarda:
— O kolay dedi. Arabada ki ağaçları inceleyerek, ben alırım onun ağaçlarını zaten oğlana bir ev yapmayı düşünüyordum diye de ekledi.
Şükrü çocuğa yapacaklarını anlattıktan sonra oradan ayrıldı, çok geçmeden de köyden ayrılan arabaların çan sesleri duyuldu.
Muhtar çocukla tam konuşmaya başlamıştı ki, avlu kapısından iki ormancı gözüktü. Bunlar Haşim ormancı ile Ahmet ormancıydı. Haşim 50 yaşlarında saçları ağarmış suratı hep asık duran birisiydi. Ahmet se göreve yeni başlamış ormancı olamayacak kadar merhametli yapısı olan genç biriydi.
Haşim çok azılı bir kaçakçıyken devlet baş edememiş onu ormancı yaparak yıllarca kestiği ormanları korumaya memur etmişti. Yıllarca zalimliğiyle etrafa ün saldı. Kendisine rüşvet verenler ormanı kökten kesseler görmemezlikten gelirken, ihtiyacı için bir sırt odun getirenlere kan kusturmuştu. Bu korkunç namı, içinde Şükrünün de bulunduğu dağ köylülerine rastlayasıya kadar devam etti. O gün hiçbir vatandaştan rüşvet almayacağına hiç kimsenin canını yakmayacağına yemin ederek canını zor kurtarmıştı.
Bu günde kaçakçı arabalarının gelişini görmüş ama onlar gidesiye kadar meydana çıkmamıştı. Ahmet ormancı her ne kadar çırpındıysa da ona da mani olmuştu.
Dağ köylülerinin bir çocuğu bırakarak gittiklerini görünce yıllardır beklediği intikam saatinin geldiğini düşündü. Bu dağ köylülerine vurulacak en büyük darbe, kendilerine emanet edilen bu çocuğun başına gelebilecek kötü bir olaydı. Haşim çok rahattı artık iki gün sonra emekliye ayrılacak İzmir'e yerleşecekti. Eşini ve çocuklarını çoktan göndermişti bile. Şükrü ve arkadaşları gelesiye kadar bu çocuğu yakalar atına arabasına el koyar tutanakları tutup muhtarlığa yedemin ettikten sonra çeker giderim kimsede beni bulamaz diye düşünüyor, bundan dolayı da ağzı kulaklarına varıyordu.
Muhtarın avlusuna sahte bir hışımla giren Haşim doğruca arabanın yanına gitti etrafında bir tur attıktan sonra, muhtarla çocuğun yanına gelerek.
—Bu arabaya, atlara ve üzerindeki yüke devlet adına el koyuyorum. Muhtar tez yedemin evraklarını hazırlayalım dedi.
Muhtar gavat gene bir şeyler koparmaya uğraşıyor diye düşündüğünden onu pek ciddiye almadı. Haşim’in koluna girerek:
_-Tamam, Haşim ağa ağaçları ben aldım senide göreceğiz elbet dedi.
Ama Haşim’in gözlerindeki kin ve intikam parıltısı korkutmuştu muhtarı. Haşim daha sert bir sesle bağırdı.
—Hadi muhtar oyalanma diye.
Çocuk ormancıları gördüğünden beri bir korkuya kapılmıştı.(Ah ülen dağda rastlayacaklardı, baltayı kaptığım gibi geldikleri yerlere kadar kovalardım ya;) diye düşündü. Ama bu yaban ellerinde yalnız başına ne yapabilirdi. Birden fırladı, arabanın önüne dikildi:
—Atlarıma ve arabama kimse elleyemez. Dedi.
Sesi çok kararlıydı, gözleri çakmak çakmak olmuştu.
Haşim’in içi ürperdi birden, sonrada bir çocuk o nihayet diye düşünerek çocuğun üstüne yürüdü, bir eliyle yakasını kavrayıp öteki elini tokat atmak için havaya kaldırmıştı ki: Avlu kapısının girişinden bir ses yükseldi.
—Ne oluyor burada?
Avludaki dört kişi birden başını sesin geldiği yöne çevirdiler. Kapının girişinde yerinde duramayan atını zapt etmeye çalışan yamçısı sırtında dalgalanan elinde kamçısıyla onlara bakan İsmail Bey’i gördüler.
Haşim’in çenesi titredi ayaklarının bağı çözüldü. Şükrü den korkarken daha büyük bir belaya çattığını, İsmail Beyi görünce hemen anlamıştı. Daha kendisini toparlamadan doru at yanında bitiverdi ve İsmail Beyin kırbacı suratında şakladı. Can acısı ile bir elini yüzüne bir elini de belindeki silaha uzatmıştı ki ikinci kırbaç yüzünün öte tarafında şakladı. İkinci kırbaç aklını başına getirmişti. İki eliyle yüzündeki iki kırmızıçizgiyi tutarak öylece kaldı.
Çocukta tanımıştı Şhagumde İsmail Amcayı. Öyle bir rahatladı ki koşup ayaklarına sarılası geldi ama kendini tuttu.
Şhagumde İsmail o yörenin en sayılan adamıydı, hangi köye gitse krallar gibi ağırlanır, her ihtiyacı karşılanırdı. Bu güne kadar fakir fukara takımına hiç zararı olmamıştı aksine onları korur ve her konuda yardımlarına koşardı. Bir huyu vardı ferdi olarak hiç kimseye yük bindirmez yükü olay mahallindeki köyün veya köylerin hali vakti yerinde olan kişilerine eşit olarak dağıtırdı. Bir keresinde Siyah ağaç köyünde atı hastalanınca vurmak zorunda kalmıştı. Köylüler köyün en güzel atını hemen altına çekmişlerdi. O da köyün zenginlerinin aralarında para toplayarak atın sahibine verilmesini sağlamıştı.İsmail ağa atından indikten sonra ilk iş olarak ormancıları gönderdi. Muhtarın getirdiği sandalyeye oturarak çocukla biraz konuştu. Köyden haberler sordu Ğhune Yahya’ya. Psinetğuç Ramazan'a selamlarını götürmesini söyledi.
O arada muhtarın çocukları İsmail’in atı ile çocuğun atlarının yem torbalarını arpa ile doldurmuşlardı. Çocuğun tayları arpayı büyük bir iştahla yemeye başlamışlardı ama öteki yemek yerine taylara gösteriş yapmak peşindeydi. Sağ ön ayağı ile yeri eşeliyor, kafasını sallayarak kişniyordu.
İsmail Bey hemen muhtara talimat verdi, bu talimat gereği de köyden 8–10 kişi gelerek arabada ki ağaçları üleşiverdiler. Çocuğun arabası buğday, bulgur gibi kuru üzüme varasıya kadar erzakla doldu. Toplanan paraları da çocuğun eline verdi. Çocuk paralara uzun uzun baktı. Hiç bu kadar parayı bir arada görmemişti, hele aralarındaki kâğıt 2,5 lirayı ilk defa tutuyordu, ama o en çok erzaklar arasında ki çay la şekere sevinmişti. Çay tiryakisi olan annesi ne kadar memnun olacaktı kim bilir. Beş aydır parti ocak başkanlarının kirpit kutusu ile dağıttıkları çayla idare etmeye çalışıyordu. Şeker desen hiç yoktu millet çayını kuru üzümle içiyordu.
Atlar yemlerini yedikten sonra çocuk yan kayışları bağladı. Vakit ikindiyi geçiyordu, büyük bir sevinçle dönüş yoluna çıktı. İsmail Bey de atının üstünde arabanın yanından hiç ayrılmadan onu Erten köyünün çıkışına kadar getirdiğinde karanlık çoktan basmıştı. Bütün öğleden sonra ki güneş, kulapa çamurunu biraz kurutmuştu arabada boş olunca atlar dönüş yolunda hiç zorlanmamıştı.
Erten çıkışında İsmail Bey atının dizginlerini çekerek durdu. Çocukta arabayı durdurdu. İsmail Bey çocuğa dönerek:
— Çâle, miş kınowjirer wugojişun arbe? Dedi.
"Çocuk ,bundan sonrasını gidebilirsin değil mi?"
Çocuğun cevabını beklemeden atının yönünü geri çevirerek geldiği yöne doğru uzaklaştı.
Çocuk bu koca çerkesin arkasından bir müttet baktı görüntüsü karanlıkta kaybolunca da atlara usulca “hadi yavrum deh” dedi. Araba hareket ettikten sonra gocuğu üstüne çekti atların yem torbalarından birini de yastık yaparak uzandı ve hayallere daldı. Çok geçmeden de uyuya kaldı. Yüzünde tatlı bir gülümsemenin ifadesi vardı. Atlar köye varıp, avlularına girip ,durduklarında çocuk hala uyuyordu.
*Görevlerini canla başla yapan değerlli ormancı camiasından,(İçlerinden çıkmış yanlış bir adama yer verdiğim için )özür dilerim .
Orhan OCAK

TORAMAN

ÖLÜMLE YAŞAM ARASINDA

SELİM'İN HİKAYESİ
Cıvıl cıvıl, güzel bir sonbahar sabahıydı.
Ahmet Bey’in konağında bahçeye, bahçe dışına, hatta tüm köye yayılan yoğun bir koşuşturma vardı. Özenle süslendiği belli olan gelin arabası, çok sayıda oluşan konvoyda kılavuz araçtan sonraki yerini almıştı. Gelin alıcı gideceklerin tümü yaşlarına, mevkilerine uygun biçimde araçlara bindirilmişlerdi. Konukların çoğunda iki gündür devam eden nisaşenin [düğün] mahmurluğu vardı. En sonda yer alan iki otobüste ise durum bambaşkaydı. Buradaki gençler pşine ve phaceg eşliğinde voredlere başlamışlardı bile. Sanki iki gündür çalan, oynayan, konuklara hizmet eden onlar değildi.

ACI HATIRALAR

AĞLATAN KAFE

GÖÇ
Ağılın güney köşelerinden birinde çatısı çökmemiş ve nispeten kuru kalmış yerinde bir kadın la 6 çocuk incecik iki yorganın altına sığınmışlar birbirlerine sarılmış vaziyette titreyerek bekleşiyorlardı. Altlarında eski yünden dokunmuş bir yaygı vardı. Kadın 4-5 yaşlarında ki iki kız çocuğuna sıkı sıkı sarılmıştı. Büyük yün başörtüsünü de yorganın altında sardığı halde çocuklar tir tir titriyorlar aynı zamanda da ateş gibi yanıyorlardı. Öteki üç kız çocuğu ile 2 yaşlarındaki bir oğlan ikinci yorganın altında birbirlerine sokulmuş sessiz bekliyorlardı. Oğlan elindeki kurumuş ekmek parçasını ara sıra ısırıyor kopardığı parçayı uzun uzun çiğniyordu.
Kadın bu köye 17 km uzaklıktaki Sarı vadi köyünün en güzel kızlarındandı. Kocası ile tanışıp bu köye gelin geldiğinde hiç kimse adını kullanmadı, güzelliğinden dolayı herkes ona Nisedağh ( Güzel gelin ) dedi ve gerçek ismi unutuldu gitti. Kocası Ahmet yiğit, mert aynı zamanda da çalışkan bir insandı. Köyün zenginlerinden Kuruağaç sülalesinin, yetim bir çocuğun mallarını elinden almasına karşı gelmesinden beri bu sülale tarafından düşman bellenmişti. Yaşadığı sürece kendisine pek bir şey yapamamışlar ama Ahmet tarlada çalışırken yıldırım düşmesi sonunda ölünce, bu isimleri gibi bu kara kalpli aile Nisedağhe ve çocuklarına her türlü kötülüğü yapmışlardı.
Hayvanlarını çalmışlar, ekinlerini yakmışlar, muhtarlık kanalı ile kaldıramıyacakları miktarda salma yüklemişlerdi. Nisedağhe abisinin köylerine dönmesi için yaptıkları baskıya karşı çocuklar babalarının köyünde büyüyecek diye karşı çıktığı gibi kimse üzülmesin diye de çektiği sıkıntıları da söylememişti, En sonunda da çocuklarının kızamık çıkarmalarını bahane ederek köyün dışında ki yıkık ağıla sürmüşlerdi. Karaağaçların korkusuna yanlarına kimse gelemiyordu. Yalnız Ayşe diye hem dilsiz hem sağır bir kadıncağız hergün yanlarına geliyor her seferinde de biraz ekmekle bir parça peynir veya soğan getiriyordu.
Nisedagh bütün bunları düşünürken kucağında ki coukların hiç kımıldamadığını ve nefes almadıklarını fark etti. İki yavrusu da ölmüştü. Kadın diğer çocuklarını korkutmamak için hiç belli etmeden cansız bedenlere daha sıkı sarıldı, Hıçkırıklarını gizlerken gözünden çeşme gibi boşanan yaşları tutamıyordu.
Mevlit Usta Sarıvadi Köyünün en sağlam ve en güzel taş duvar ören ve paca çıkan adamıydı. Bu güne kadar evlere yaptığı hiçbir paca dumanı çekmemezlık yapmamıştı. O sabah kalktığında içini acıtan, bunaltan bir sıkıntı hissediyordu kahvaltısını yaptıktan çalışmaya gki sonra duvarcı aletlerini hazırlarken birden vazgeçti mutfağa giderek azık torbasını aldı içine iki büyük somun ekmek, 2-3 kalıp peynirle bir beze sardığı kesme şekerini koydu. Dışarı çıkarken kapıdan su kovaları ile içeri girmekte olan kızına ben bacımın yanına gidiyorum annene söylersin dedi. Ahırdan atı çıkarması, sundurmada ki ambarın üstünde duran eyeri ata vurması kolanları sıkıp üzerine binerek avludan çıkması 15 dakika bile sürmemişti.
Mevlit köyden çıkınca atının gemini gevşetti ve kestirme olan orman yoluna saptı. Günlerdir ahırda yem yiyerek eşelenmekten başka bir şey yapmayan hayvan önce tırısa kalktı sonrada tatlı bir dörtnalla yol almaya başladı.
Öğlene doğru hava biraz ısınmıştı hatta ağılın içeriye çökmüş çatıdaki deliklerden güneş ışıkları giriyordu. Nisedağhe bir uyuşturucu gibi benliğini kaplayan şaşkınlıktan sıyrılmış ne yapacağını düşünmeye başlamıştı. Birden ağılın girişinde bir karaltı belirdi, Nisedağhe kardeşi gelip yanına çökünceye kadar tanıyamadı tanimasıyla beraber de cansız çocuklarının bedenlerine kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Garip bir iç güdüyle bastırdığı göz yaşları da boşanarak başındaki yazmanın ve elbisesinin çenesinin altına gelen kısımlarını ıslatmaya başlamıştı.
Mevlit bir müddet kardeşinin ağlamasına izin verdi sonra yavaşça eliyle kardeşinin çenesini kaldırdı, ufacık kalmış yüzünü iki avucunun arasına aldı. Bu hareketin sonunda kadın bir arayanının bir soranının olmasından dolayı hissettiği rahatlıkla kardeşine uzun uzun baktı.
Hemen ertesi hafta Mevlit kardeşinin birkaç parça eşyasını at arabasının üstüne koydukları saman sandığına ( saman sandığı = saman taşımak için kullanılan 1,5 m yüksekliği olan bir nevi tahtadan yapılmış sandık ) doldurarak köyden ayrıldılar.
Mevlit kardeşini ve çocuklarını önce kendi köyüne götürdü 3-4 ay sonrada kardeşinin çocuklarımı okutmak istiyorum ısrarına dayanamadı onları ilçeye götürerek yerleştirdi ve onları boşlamadı her hafta ziyaretlerine gitti ihtiyaçlarını giderdi. 1 yıla varmadan da kadın bir bayan terzisi olarak ün yaptı. Çerkes Ebenin diktiği elbiselerin ünü ilçe dışına taştı.
İki büyük kız annelerine yardım ederken ufak olan Salih’le Saliha okula gönderildi. Çocuklarda kendilerine harcanan emeği boşa çıkarmadılar okuyarak iyi birer meslek sahibi oldular.
Yıllar yıllar sonra Salih'e, köyden sürüldüklerinde sığındıkları ama şimdi sadece birkaç yerde taş yığınlarının kaldığı harabelikte rastladım.
Tüm çocuklarını toplayarak o günlerin geçtiği yerlere getirmişti.
Salih yanındakileri köye gönderdikten sonra taşların üstüne oturduk sigaralarımızı arka arkaya ekleyerek uzun uzun anlattık.
‘’ Ne olursa olsun insan köyünü özlüyor be ‘’ ağabey diye bitirdi sözlerini.
Birlikte ormanlık alandan çıkıp köye inerken de
Bu olanları ne eşime ne çocuklarıma hiç anlatmadım istedim ki çocuklarım köylerini sevsinler ondan kopmasınlar. Dedi
Köye gelesiye kadar da bir daha hiç konuşmadı.
Orhan OCAK. 23- EKİM-2012 Eskişehir
################ Hac yolunda (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################

HAC YOLUNDA

KÜHEYLAN İLE KÜÇÜK KIZ
################ Diger HABERLER (Bunun alt sayfası: "2222222222222") ################


![]() |
Nuh Naci Yazgan Üniversitesi
Bedrettin Tufan ile Zahide Yener Tufan'ın kızları
Sinemnur Tufan'ın
İçinde bulunduğu 3. sınıf öğrencilerinden
3 kişilik bir ekip
TÜBİTAK'IN 2209 - A kodlu
projeler kapsamında kabul edilmiştir
www.aglarcali.tr.gg

![]() |
Ağlarca Köyünden Aslı ASLAN ile Bilecik Pazaryerinden Adem Kart
Evlenmeye karar vermişlerdir.
DÜĞÜNLERİ
29 Ocak 2017 PAZAR günü
VATAN düğün salonunda yapılacaktır.
Kurtuluş Mahallesi Derecik Sokak No // 4
Odunpazarı / ESKİŞEHİR
Kendilerine ÖMÜR BUYU MUTLLUKLAR diliyoruz.

![]() |

Eskişehir Ağlarca Köyünden
Nazlı ve Salih Özcan'ın oğlu
Murat ÖZCAN
Afyon Yenice Köyünden
Pakize ve Zekeriye Eravcı'nın kızı
22-EKİM-2016 Tarihinde
Tuba ERAVCI
Eskişehir Mavi Ada Düğün Salonunda
yapılan düğünle EVLENMİŞLERDİR.
Kendilerine bir ömür boyu mutluluklar diliyoruz
www.aglarcali.tr.gg

Afyonda ki kına gecesinden.



![]() |
Hemşerilerimizden değerli kardeşimiz
Metin KAYA ile Emine SİNE
17 - Temmuz- 2016 tarihinde
Eskişehir ÇIRAĞANPARK ( Hanedan ) Düğün salonunda
Yapılan DÜĞÜN ile evlenmişlerdir.
Gençlere ömür boyu mutluluklar dileriz
www.aglarcali.tr.gg



14 - Temmuz - 2016
Ağlarca Köyünden
Murat ÖZCAN ile Tuba ERAVCI tayin işleri için
düğün gününden önce nikah kıymışlardır.
Kendilerini tebrik eder
bir ömür boyu sağlıklı ve mutlu bir beraberlik dileriz
www.aglarcali.tr.gg



![]() |
Cemil Mercan ile Sevim Yener Mercan'ın kızları
Canset MERCAN
İstanbul Teknik Üniversitesi
Makine Fakültesin den mezun olmuştur
Ailesini ve kendisini tebrik eder
Kızımıza geleceğinde daha büyük
başarılar, sağlık ve mutluluklar dileriz
www.aglarcali.tr.gg



![]() |
Cemal Belmerze ile Frah Çetin
30 - NİSAN - 2016 Cumartesi günü
Nişanlandılar
Kendilerine ömür boyu mutluluklar diliyoruz.










KÖYDE KORU KESİMİ
O meşenin közünden güzel tavşan pişirilir
***===>***===>***===>***
----Çok değil bundan 25-30 yıl önce köyde en az
800 ton meşe odunu kesilirdi. Bu kesimler ormanın en sık olduğu yerlerden
yapılırdı. Kesilen ağaçlar ya tek tek aşağılara kadar atılarak indirilir ya da
arabaların arka dingili çıkarıldıktan sonra meşeler yüklenir arkasına da
kesilen bir çam bağlanarak aşağıya kadar sürüklenirdi.
----Kesimden önce köye orman bölge şefi mühendis
ve ormancılardan oluşan bir heyet gelir o sene nerede kesim yapılacağı
belirlenirdi. Kesim yapılan alan traşlama kesilir böylece o bölgede ormanın
daha gür çıkması sağlanırdı. Her sene ayrı yerlerde kesim yapıldığından
ormanlarda azalma olmaz inadına gelişme olurdu.
----Kesim alanını belirleyen görevliler, herkese
kesilecek miktar kadar izin kağıdı verir ve giderlerdi. Bu izin kağıtlarının
resmi adı tezkere olup bununla kesilen odunlar yurdun her tarafına
götürülebilirdi.
----Memurlar gittikten sonra esas gürültülü
tartışmalı anlar başlardı. Kesim alanına her aileden bir kişi olmak üzere
gidilir kesim alanı önce yeterli sayıda alanlara bölünür sonrada kura ile
herkesin sehimi belirlenirdi, ama kimse bu kuradan memnun kalmaz kendisine en
zayıf mıntıkanın düştüğünü söylerdi. Bunlar uzun sürmez hemen ertesi gün
baltalarla, tahralarla kesime başlanırdı ( O zamanlar motorlu testereler yoktu.)
----En kısa zamanda kesim bitirilir kesilen ağaçlar
sterler halinde kamyonların yanaşabileceği yerlere istif edildikten sonra satış
için pazar aranmaya başlanırdı.
---- Bu gün köyde adam kalmadığından bu kesimler
yapılamıyor bunun sonucunda da orman sıklaştıkça orada yaşayan evcil olmayan
hayvanlar çoğalmakta bunlarda köylünün hayvanlarına, ürünlerine aşırı zarar
vermektedirler.
--- Bu gün köyde yaşayanlar devletin ihtiyaç adı
altında erdiği matrahların kışın yakacağı kadarını düz alanlardan ve ince
meşelerden kesmekle yetinmektedir.
***===>***===>***===>***

Suriyeli köylümüz Emad da ağaç kesiminde ustalaşmış.

Bu da bir çeşit orman meyvesi ( gilgil )

Palamut

Meşeler kesilip yola indirildiğinde Tahrayla dalı budağı budanır.



Kafkasya ADİĞE Cumhuriyetinden
Sulet BARCHO
ile
Eskişehir Ağlarca Köyünden
Şuayip Şewoş
Adigey'de eş dost ve yakınlarının katıldığı
bir törenle evlenmişlerdir.
09 - 10 - 2015 tarihinde de Türkiye'ye gelmişlerdir
Genç çifte ömür boyu mutluluk dileriz
www.aglarcali.tr.gg



26 - NİSAN 2015 PAZAR
Ağlarca Köyünden Mustafa ve Sevgi YENER'in biricik kızları
Cansu YENER, İsmail AGUŞ ile nışanlanmıştır.
27- Nisan günü de TAYİN ve LOJMAM tahsis işlerinin
ayarlanması için Nikahları da kıyılmıştır.
Güzel kızımızın bundan sonra ki
HER gününde mutlu olması dilekleri ile.
www.aglarcali.tr.gg








NİSAN KIŞI
9-Nisan-2015 Ağlarca Köy'ü
Resim = Dilek Demir Yılmaz'dan alıntı.
---Son -5-10 senedir eski kışlar kalmadı deniyordu. Bu sene
bir kış bir kış sormayın hepinizin yaşadığı gibi gözlerimiz
beyaza çocuklar kar oyunlarına,bizlerde soğuklara doyduk.
Cemreler arka arkaya geldi havalar ısındı çiçekler
açmaya başladı derken 8 Nsan gecesi yağan karın
sonunda devamlı erimesine rağmen Köylülerimiz
9 Nisan sabahına bu manzara ile uyandı.
Berekettir diyor hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
---Tam yılını hatırlamıyorum 1980 li yıllardı 23 Nsan bayramı
ile Çarşamba GÜNLERİ kAYI DA KURULAN pazar aynı
güne gelmişti. Bir gün önce köylüler bayramı erteliyem
sonra yaparız dediler bende pazar için bayramı
erteliyemeyiz dedim. Sonunda bayramı erken bitirmeye
karar verdik.Böylelikle de millet pazara da gidebilecekti.
Sabahleyin bir kalktık Kİ kar ve devam eden kar yağışı.
Tabi ne pazar oldu ne de bayram.
Bu kar yağışı beni o günlere götürdü. Orhan OCAK


![]() |
![]() |
![]() |
Güldan ESEN (Gökçeyayla Köyü-Karaçay)
ve Marzi ESEN (Gökçeyayla Köyü-Karaçay)
kuraya ilk yazılışlarından itibaren 7. yılında
Hacıya gitmeye hak kazanmışlardır.
Allah nasip ederse bu sene Hacıya gideceklerdir.
Bu amaçla, 10 Ağustos 2013 Cumartesi
(Bayramın 3. Günü) öğle namazını müteakiben
Mevlüt okunacak ve yemek verilecektir.
Adres: Ertuğrulgazi Mah. Raykent Konutları
Çürük Sokak No:9 Daire:4 ESKİŞEHİR
İrtibat Tel-1: (0535) 417 40 62 (Özcan ESEN)
İrtibat Tel-2: (0532) 205 51 41 (Sait ESEN-oğlu)
Hacı adaylarının tüm akrabaları, eski ve yeni komşuları,
arkadaş ve dostları davetlidir.
Saygılarımızla...
Sait ESEN
****************************
Bu değerli büyüklerimizin saygınlığı
ve toplumumuzca kendilerine duyulan sevginin
derecesi katılan dost ve akraba cemaatinin
kalabalıklığı bu insanların değerini bir kere daha
ortaya koymuştur.Allah yollarını açık etsin
İnşallah hayırlısı ile gidip gelirler.
www.aglarcali.tr.gg


Bakı mı badanası ve içinin döşemesi yapıldı.

1874 yılında imece usulü ile yapılmıştır.
İlk yapıldığında köy deki bütün evler gibi çatısı
düz ve çorakla örtülüydü. Hoca dambaşına dayalı bir
merdivenle dambaşına çıkar ezanı oradan okurdu.
Sonraları kiremitli çatılar yapılmaya başlandığında
çatısı kaldırılmadan kiremitli bir çatı ile örtülmüştür.
Yanınada uzun zaman kullanulan kuru ve çok büyük
bir ardıç ağacı minare niyetine dikilmiştir.
Yeterli büyüklükte olan bu ağaca çatıyı geçtiği yerde
ağaçtan bir şerefe yapılmış yanınada şerefeye ulaşmak
için yine ağaçtan merdiven yapılmıştır.
İçinin badanası eski osmanlı ve islam yazıları ve
süslemelerinden oluşan ve renklendirmelerinde
katışıksız toprak boyalar kullanılarak yapılmıştır.
Ağlarca Camii bu haliyle uzun yıllar kullanılmış hatta
camii olmayan komşu köyler cuma namazları için
buraya gelmişlerdir.

köy derneği ve muhtarlığın işbirliği ile Caminin avlusuna
bir cenaze yıkama yeri ile 6 musluğundan hergün
24 saat kesintisiz su akan şadırvan ve içerisinde su
bulunan modern tuvaletler yapılmıştır.
Caminin önü ve tretuvarlar kalebodur taşları ile döşenerek
modern bir hale getirilmiştir.

2012 Yılında da Camimizin en büyük eksiği
giderilerek güzel bir minareye kavuşturulmuştur.



torunu Şükrüye Pamukun parasal desteği ile
içinin tüm eşyaları yenilenmiştir ,
( Kendisine teşekküe ediyoruz )
Bu güzelliği de Köyümüz yerleşmis
Süriyeli kardeşimiz Emad Balker, YAZILARI yeniden yazmış,
badanayıda büyük bir titizlikle yenilemiş ve
camimiz bu günkü halini almıştır.
Parası ile, emeği ile katkıda bulunan
KATKIDA BULUNAN herkese sonsuz teşekkürler.


TEMİZLEME ÇALIŞMASI AĞDER..




aşırı büyümüş otlarla kaplı olması mezarlık içerisinde
hareket etmeyi kısıtlar duruma gelmişti.
Başta AĞDER ve MUHTARLIK olmak üzere
12-Mayıs-2013 tarihinde gençlerin katılımıyla mezarlığı
temizleme çalışması yapılmıştır.
Bu çalışmalar sonunda mezarlıkta ki çalılar kesilmiş,
otlar biçilmiş ve içerisi düzenlenmiştir.
Çalışmalara emeği geçen herkese teşekkür ederiz.
www.aglarcali.tr.gg


![]() |
Ağlarca köyünden Merhum Kamil Ocak'n torunu
Selime ve Nurettin çiftinin oğulları
Yasin OCAK .....13-Mayıs-2013 tarihinde vatani hizmetini yerine getirmek üzere baba ocağından ayrılmıştır.
Ailesi 05.05.2013 tarihinde oğullarının bu kutsal göreve uğurlarken tüm dost akraba ve tanıdıklarına bir yemek vermiştir.
Aynı günün gecesi düzenlenen eğlencede Yasin ocak ve arkadaşları doyasıya eğlenmiştir.
Askerimize hayırlı teskereler dileriz.
www.aglarcali.tr.gg


![]() |
24-Temmuz- 2013
Köyümüzden Basri Yener'in torunu
Seçkin ve Ayşe Yener'in kızları
Tansu YENER kızımız
2013 Ünversite sınavı sonuçlarına göre
ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ İNGİLİZCE ÖĞRETMENLİĞ
Bölümünü kazanmıştır
Kendisine tahsil hayatı boyunca başarılar dilerken
Ailesinide canı yürekten kutluyoruz.
www.aglarcali.tr.gg


SÜRİYELİ KÖYLÜLERİMİZ
Sürgünü ve soykırımı en acı bir şekilde yaşamış olan dedlerimizin torunları olarak bu hemşerilerimizin bu zor durumunda karınca kararınca katkıda bulunmak istiyen Ağlarca halkı birkaç süriyeli hemşerimizi yanlarında ikamet ettirmek istemişlerdir.
Bu düşünce çerçevesinde köydeki birkaç ev temizlenip badana ettirilmiş ve EKKKD nin de katkılarıyla ailelerin yaşayabileceği şekilde döşenmiştir.
Haziran ortalarında getirilen 6 kişilik ilk aile bu evlerden birine yerleştirilmiştir.
Bu olaya maddi manevi destek veren herkese sonsuz teşekkürler.
www.aglarcali.tr.gg


BU GÖREVDE TAMAM
Köyümüzün çocuklarından Şewoş Yılmaz TOPAK, Yurdun çeşitli yerlerinde Şerefli Türk ordusunun bir Assubayı olarak başarı ile görev yapmış, bu görev sırasınca defalarca ölümle burun buruna gelmiş, girdiği bir çatışmada yaralanarak gazi mertebesinede ulaşmıştır.
Son olarak ta Afganistan'da ki Türk Birliğine göreve gönderilmişti. Burada ki görevini de başarı ile tamamlayan Yılmaz Topak 10-MART-2012 tarihinde Yurda dönmüştür. Tüm Ailesi ile dost ve akrabalarnın mutluluğunu paylaşır, kendisine de bundan sonraki yaşantısında sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.
www.aglarcali.tr.gg

![]() |
Ağlarca Köyü'nden Niwg Kandemir OCAK
26-Agustos-2008 tarihinde
Bilecik İl Jandarma Alayı'nda başladığı vatan görevini 3 aylık
acemilik eğitiminden sonra Diyarbakır İli Eğil İlçesi Jandarma Karakolunda başarı ile tamamlayarak 22-Kasım-2009 Pazar günü saat 8 itibari ile Vatan görevini bitirmiştir.Aynı gün saat 20.35 uçağı ile Ankara'ya gelen askerimiz aynı gece gece yarısından sonra
Eskişehir'e ulaşarak ailesine, sevdiklerine, dostlarına kavuşmuştur.
Kendisine bundan sonraki hayatında sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.
aglarca2007 23-Kasım-2009 saat=03 30

Sevdamız gazi,
aşkımız şehit oldu bu dağlarda,
yağmurlarımız kurşundan yatağımız taştan oldu bu uykularda,
biz sevdiklerimiz için geldik bu diyarlara,
kimi can verdi kimi kol verdi hain pusularda,
genede ah etmedik bu vatana,
tüm güneşler feda olsun, yıldızımızın yanındaki aya...
KANDEMİR


TRAFİK KAZASI
Ağlarca köyünden Kemal TOPAK 25 Ağustos 2013 tarihinde kullandığı özel otomobili ile Ağlarca'dan Eskişehir'e gelirken Seyitgaziy'e 20 km kala solladığı arabaya sürtünmesi sonucu iki arabanında şarampola yuvarlanmasıyla önemli bir trafik kazası geçirmiştir.
Kaza sonucu yaralıların bir kısmı devlet hastanesinde KEMAL TOPAK'ta Tıp Fakültesinde müşahade altına alınmıştır.
Tüm yaralıların önemli bir yara almadıkları ÖĞRENİLMİŞTİR.
Köylümüz Kemal TOPAK'ta gerekli filimler çekilip tekkikler yapıldıktan sonra taburcu edilerek evine çıkarılmıştır.
İki arabanında hurdaya döndüğü bu kazada hiç kimsenin vahim bir yara almaması tanrının bir lutfudur.
Kendilerine tekrar tekrar geçmiş olsun diyoruz.
Ben bizzat kendim Kemal TOPAKLA görüştüm Tüm dost ve akrabaları
www.aglarcali.tr.gg


HASRET
An gelir özlem dayanılmaz olur ya ,hani yüreği sıkışır,içinde bir yerler acır. Çaresizliğin verdiği sıkıntı ezer,kanatır yüreği...
Özlenen; evlattır,anadır,babadır,gardaştır,arkadaştır ya da vatan...Hangisi olursa olsun an gelir burnumuzun direği sızlar,birden bire dökülür aniden yaşlar.Yürekten akan damlacıklardır onlar.Saf,temiz,katıksız...
Bir anneler günü mesajı beni çok etkilemişti. ''Bir çocuğun annesini sevdiği gibi değil,bir annenin çocuğunu sevdiği gibi seviyorum seni anne'' İnsan ancak anne-baba olduğu zaman anlayabiliyor bu büyük sevgiyi.Hayattaki en değerlilerimiz oluyor onlar.Hayatlarımızı onların hayatlarına adıyor,onlar için yaşıyoruz.Kendi içimizde kalan uktelerimiz onların içinde kalmasın istiyoruz.Her şeyin en iyisini en güzelini istiyoruz onlar için.
Yumuk yumuk ellerini öperek büyüttüğümüz,gözümüzden sakındığımız bebeklerimiz büyüyor ve bir yetişkin oluyorlar.Ama bizim gözümüzde hala küçücük onlar.
Kimimiz askere yolluyoruz,düğünle dernekle,buruk bir sevinçle ama büyük bir gururla.Kimimiz başka şehirlerdeki okullara,kimimizde gurbet ellere;nasip mi kısmet mi bilinmez,gurbetteymiş aşı rızkı diye.Tevekkülle.
Ana-baba yüreği ,aklı hep evladında .Duasında hep onlar.Allah herkesin gurbetlerini kavuştursun diyorum.Bizim gurbetimizden bahsetmek istiyorum.
11 yılı aşan bir hasretin son anı öyle etkiledi ki beni.Paylaşmak istedim.Biliyorum ki sevinçler paylaştıkça artar,acılar paylaştıkça azalır.Paylaştıkça artan tek şey sevinçlerdir herhalde.
Paylaşmak istedim çünkü analar ,babalar,kardeşler bu kadar hasret kalmasın istiyorum.Ömür su gibi akıp gidiyor.Daha dün çocuktuk bizde ,şimdi hayretle kendi çocuklarımızın nasıl büyüdüğünü izliyoruz.''ne çabuk geçti yıllar''diye.
11 yılı geçti benim kardeşim gurbete gideli.Askerlik dönüşü o günün şartlarında beklentilerini karşılayacak bir iş bulamadı malesef Türkiye'de.(hoş bu gün de pek bir şey değişmiş sayılmaz da)
Şans mı nasip mi bilinmez ABD 'ye gitti 21 yaşında.
Ana yüreği bilir dedik ya o zaman ben yeni anne olmuştum.Annemin hislerini yeterince anladığımı sanmıyorum .Ne yer ne içer rahat mı bir başına gurbet ellerde.?Öyle ki onun sevdiği yemekleri yaptığımız zaman boğazımıza düğümlenirdi.Erkekler duygularını kadınlar kadar ifade edemezler,örneğin özlem içlerini yaksa da ağlayamazlar,dertleşemezler arkadaşlarıyla kolay kolay.Çünkü babadır onlar,güçlü olmak zorundadırlar.Gurbet yakında olsa uzak da olsa gurbettir ama aradaki mesafe arttıkça ,onun kilometrelerce uzakta,okyanuslar ardında olduğunu bilmek ve istediği zaman ona ulaşamayacağını bilmek daha çok acı verir,çaresiz hisseder insan.
Yıllar böyle hasretle özlemle geçti.Nasip deriz ya hep ,kardeşim bir kızı sevdi ne mutlu ki o da kendi kültürümüzden kendi toplumumuzdandı.Evde bir sevinç bir mutluluk.Düğün hayalleri...Her anne babanın hayalidir,mürvetidir çocuklarına güzel bir düğün yapmak.Yuvasını kurmak.Hazırlıklar büyük bir sevinçle başladı orda ve burda.Söz kesildi nişan yapıldı.Sıra vize almaya geldi.Düğün ABD 'de olacaktı.Büyük bir umutla gittiler konsolosluğa ve sonuç tam bir hayal kırıklığı oldu.ABD konsolosluğu vize vermedi anneme ve babama.Kendi çocuklarının düğününde olamayacaklardı.Belki de bebekliğinden beri hayalini kurdukları düğünde olmayacaklardı...Şoku uzun bir süre atlatamadılar.Neyseki iki halam oradaydılar.Eş dost hısım akraba sağolsunlar çok güzel bir düğün yaptılar kardeşime.Kardeşimin düğününü kasetten izlemek öyle zor geldi ki.Annem babam ve ben kasetleri ağlamaktan izleyemedik günlerce.
Evliliği içimizi öyle rahatlattı ki ;artık sıcak sevgi dolu bir evi vardı ve ona sevgiyle kapıyı açan bir eşi.Boş bir eve gelmeyecekti.Ona sevdiği yemekleri içine sevgisini katarak pişirecek bir eşi vardı.Artık Kaşıkbörek(kardeşimin en sevdiği yemek) yerken boğazımıza düğümlenmiyor)
Ve 11 yılın sonunda beklediğimiz an gelmişti.Ramazan bayramından 2 gün önce geldi kardeşim.Son gece hiç uyumadık nerdeyse annem babam ve ben.Zaman durmuştu sanki saatler işlemiyordu.Sabah 10.30 da aradı -İstanbul'a geldim diye.Artık vatan toprağındaydı.Ankara'ya gelecekti uçakla kuzenim ve eşim havaalanına almaya gittiler arabayla.Bizde o uzun gün boyunca onun en sevdiği yemekleri yaptık.O gün o kadar uzundu ki bir düğün yemeği bile yapabilirdim)
Derken telefon geldi Kaymaz'dan girdik diye.Fatoş halam -Haydi atlayın arabaya karşılamaya gidelim dedi.Araba kardeşime yaklaştıkça kalp atışlarım hızlandı,gözyaşlarım yuvarlandı gitti yanaklarımdan aşağı ,özlem bitecekti, ona sıkı sıkı sarılacaktım kalbimin içine koyarcasına.
Yolda öylesine hızlı gidiyorduk ki onlarda bizde, gurbete inat bir an önce bitsin diye hızla geçtik biz onları onlar bizi ,sonra geri döndük .Araba daha durmadan fırladık arabadan o da bende .Karşımdaydı bir an dondum sonra ağlamalar sarılmalar öptüm doyasıya o benim bir tanecik kardeşimdi hiç ayrılamam dediğim.Canımın yarısıydı.Ben kardeşimin yanına bindim.Artık karşımdaydı inanamıyordum.Yüzünde olgunlaştığının izleri çizgiler vardı.Kimbilir neler yaşamıştı 11 yıl boyunca iyi kötü.
Gelin arabası gibi hızla girdik avluya annem babam halam koştular.Annemle birbirlerine koştular,annem öyle bir haykırdı ki -OĞLUMMMMM diye yürekler dayanmaz.kardeşim de -ANNEMMMM diye.Sarıldılar öptüler birbirlerini ağlayarak.Bu ne kadar sürdü bilmiyorum babam bir yandan gözyaşlarını siliyor bir yandan da -Yeter artık yaww diyordu.
Özlem bitmişti.Ağlamamalıydık artık sevinç günümüzdü bu gün.Kardeşim evi,bahçeyi her yeri herkesi inceliyordu dile kolay 11 yıl herşey çok değişmiş olmalıydı onun için.Herşeyi herkesi çok özlemişti ve o sesi; Birden bire ayağa kalktı:-Duyuyormusunuz ?dedi.-Neyi dedik ?-Ezan sesini dedi.Ve Ezan bitinceye kadar ayakta dikildi ve Allaha şükretti.Camii hemen evimizin arkasındaydı ve biz günde 5 vakit duyduğumuz için bilmiyorduk kıymetini....
Bazı şeylerin değerini malesef kaybettikten sonra anlıyoruz.Ezan,Vatan,Bayrak,Özgürlük...
Allah bizi vatansız bayraksız ve ezansız bırakmasın.Tüm gurbetlerimize sağlıkla kavuşmak dileğiyle...
CEVHER ATEŞ