ADIGE XABZE
orhanocak1952

001

//===============================================// // //Websitesinin metinlerinin güvenlik kopyası aglarcali.tr.gg 01.06.2017, 02:08:35 // //===============================================// ################ SAKLI SAYFALAR.......... (Ana Sayfa) ################ ################ 111111111111 (Ana Sayfa) ################ ################ (Ana Sayfa) ################ ################ ANA SAYFA (Ana Sayfa) ################
 
 
  AĞLARCA KÖYÜ

SiFRELi SAYFALAR



AĞLARCA KÖYÜ ==> Doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım Köyüm.....................


 

 
################ HABERLER (Ana Sayfa) ################
 

30-MAYIS-2017 Salı
-----Ağlarca Köyü'nden emekli öğretmen Zihni ÖZCAN hakkın RAHMETİNE KAVUŞMUŞTUR.Cenazesi 30-MAYIS-2017 Salı günü Şirinyer Camiinde (Kardeşler İlkokulu arkası) kılınan ikindi namazının ardından kılınacak cenaze namazından sonra Asri Mezarlıkta defnedilecektir.
-----Merhuma allahtan rahmet, DOST VE AKRABALARINA DA başsağlığı dileriz.
EV ADRESİ===> Şirintepe, Bizim Sk anlı sitesi A blok no--16
Tepebaşı/Eskişehir 
CAMİNİN ADRES===> Şirintepe, Arabacı Sk. No:36, 26200 Tepebaşı/Eskişehir 


 
çelenk ile ilgili görsel sonucu 

HABER ARŞİVİ

çelenk ile ilgili görsel sonucu
 
 

İLETİŞİM


=>=>=>=>=>=>=>=>=>=>=
Sayfamızın haberler ARŞVİN de yayınlanan haberler 
bizim ulaşabildiğimiz ve bize ulaştırılan haberlerden oluşmaktadır.
Sayfamızda kesinlikle kişileri ve toplumları rencide edecek
hiç bir haber yer almamaktadır ve almayacaktır.
=>=>=>=>=>=>=>=>=>=>=
Sayfamızda yayınlanan haberlerle ilgili kişiler veya yakınları
 her ne sebeple olursa olsun haberin kaldırılmasını istediği taktirde
HEMEN KALDIRILACAKTIR
www.aglarcali.tr.gg

################ AGLARCA KOYU (Ana Sayfa) ################





AĞLARCA KÖYÜ ==> Doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım Köyüm.....................


 


 

################ AĞLARCA KÖYÜ TARİHİ (Ana Sayfa) ################

Göçten sonra Ağlarcaya yerleşen dedeleimiz  
bulunulan yerdeki ağaçları keserek ve sadece onları kullanarak ilk evlerini yaptılar,
bunlardan bu güne kadar gelebilen bir kaç binadan birisi de
resimde görülen H. Osman topak'ın evidir.

AĞLARCA KÖYÜ TARİHİ
 
 
            Ağlarca köyü Eskişehir merkeze 100 Km.mesafede olup , Frigya Vadisi içinde yer alan bir orman   köyüdür. Köy merkezinde eski dönemlerde yaşantı olduğuna dair izler yok ise de, köy arazisinin değişik yerlerinde görülen tarihi kalıntılardan başta Roma olmak üzere bir çok dönemde küçük ve orta yerleşim birimlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
 
        Köyümüz 1874 yılında Kuzey Kafkasya’da yaşayan Çerkeslerin Adıge boyunun Şapsığ kabilesine mensup aileler tarafından kurulmuştur. Köyün tarihini tam anlayabilmek için köylülerimizi buraya getiren tarihsel olaylara da kısaca değinmekte fayda vardır.
 
           Ağlarcalılar Kuzey Kafkasya’da Şapsığ kabilesine ait tarihsel toprakların içinde kalan Pşeha ırmağı vadisinde oturuyorlardı.Genel olarak Kafkasya, tarih boyunca birçok halkın saldırı ve istilasına uğradığı için Kafkasyalılar daima hazır ve uyanıktılar. En büyük güvenceleri ise sarp dağlar ve derin vadilerden oluştuğu için savunmaya da çok elverişli olan cennet vatanları idi. Bu sayede tarihin en azılı istilacılarına karşı bile direnmeyi ve yok olmamayı başarabilmişlerdi. Büyük bir düzen ve disiplin içinde komşu kabilelerle yardımlaşarak çağın uygar ülkeleri ile de ticari ve kültürel ilişkiler kurarak yaşamlarını devam ettiriyorlardı.Geleneklerine ve sözlerine bağlılıkları, kin ve düşmanlıklarının güçlülüğü gibi, dostluklarının sonsuzluğu da onları vazgeçilmez ve değerli kılıyordu.
 
         
 
          Adıgeler bu şekilde yaşamlarını devam ettirirken 1564 yılında yeni bir halkla ( ki bu halk daha sonra tarihlerine ve kaderlerine yön verecek bir halktı) tanıştılar. Bunlar Ruslardı.
 
 Rusya’nın tarihi stratejik hedefi sıcak denizlere inmek ve dünyada söz sahibi olan güçlü bir devlet olmaktı.Bu nedenle hep güneye doğru ilerlemişler , aradaki hanlıkları yok etmişlerdi.Şimdi sırada Kuzey Kafkasya halkları vardı.Anadolu’ya inmek için orada basit bir engel(!)kalmıştı.Fakat Rusların henüz bilmedikleri , sonrasında ise çok acı bir şekilde anlayacakları bir husus vardı:Kafkasyalıların özgürlük tutkuları ve vatan sevgisinin büyüklüğü.
 
          Nitekim Kuzey Kafkasya , Rus çarlığına tam üç asır direnecek, milyonlarca Rus askerine Kafkasya mezar olacak , sıcak denizlere inme hayalleri Kafkas dağlarının sarp yamaçlarında yok olacak, daha sonra tarihçiler Rus çarlığının yıkılma nedenlerini incelerken , başta gelen nedenlerden biri olarak Kafkas savaşlarının bu kadar uzun sürmesini göstereceklerdi.
 
           18.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren savaş hızlanmaya başlamıştı.İki ana cephe vardı:Doğuda Dağıstan, Çeçenistan ve Kabardeyler, batıda ise Adige, Ubıh ve Abhazlar. Bu iki cephe birbirinden ayrı ve bağımsız idi.
 
           Rus orduları ile Kafkas ordularını hiçbir yönden kıyaslamak mümkün değildi.Ruslar çağın en güçlü ordularından birisine sahipken diğerleri ise küçücük bir halklar topluluğu idi.
 
           Osmanlılar bu halkın mücadelesini desteklemekle birlikte yaptığı yardımlar sembolik olmaktan öteye gidemiyordu.Buna rağmen Ruslar hedeflerine ulaşamıyor, batıda Kuban nehrine kadar ilerleyebilmişler, doğuda ise kısmi başarılar elde edebilmişseler de ülkeyi ele geçirmekten henüz çok uzaktılar.
 
          Adıgeler dimdik ayakta, sahilleri ve ülkeleri tamamen kendi egemenlikleri altında idi.
 
 1829 Yılında Osmanlı –Rus savaşı sonrası imzalanan Edirne Antlaşmasıyla Kafkasya’nın tamamı Ruslara bırakıldı. Bu durum Ruslar bir anlamda uluslar arası meşrutiyet sağlıyordu.Kafkasyalılar ise antlaşmanın bu maddesine şiddetle itiraz ettiler, Osmanlının böyle bir hakkı olmadığını, her ne kadar hilafete bağlı iseler de Kafkasya’nın Osmanlı toprağı olmadığını, bu antlaşmayı kesinlikle tanımadıklarını bildirdiler.İngiltere de kendilerini destekliyordu.Zaten savaş tüm cephelerde devam etmekteydi.
 
          Mücadele doğuda Çeçenistan ve Dağıstan’da Şeyh Şamil, batıda ise Ubıhlar Hacı Grandük Berzeg, Abzehler Mehmet Emin, Şapsığlar ise Zaniko Sefer ve Karbatır Bey komutasında savaşıyorlardı. Aralarında tam bir birlik ve dayanışma yoktu. Buna rağmen mücadele, iniş ve çıkışlarıyla sınırsız bir şekilde devam ediyor, küçücük halk koca Rus ordusuna direniyor ve destanlar yazıyordu.Adigeler İstanbul ve Londra başta olmak üzere uluslararsı destek aramak ve yapılan katliamları dünya kamuoyuna duyurmak için heyetler gönderiyor,bagımsızlık bildirgelerini yeniliyor, ancak vaat edilen yardımlar bir türlü gelmiyordu.
 
       Rus ordusu her türlü savaş , insanlık ve ahlak kuralını bir tarafa bırakmış, ele geçirebildiği her noktada tam bir soykırım uyguluyor, köyler,meyve ağaçları,her çeşit ürün yakılıyor,yaşlı,kadın,çocuk demeden yakalanan herkes öldürülüyordu.
 
        Diğer cephelerdeki savaşları sona erdiren Rus ordusu bütün gücüyle Kafkasya’ya yönelmişti.
 
        Her ne pahasına olursa olsun Kafkasyayı ele geçirmeliydi. Kafkasyalılar en büyük dayanakları olan vatanlarından çıkarılmalıydı.Onlar vatanlarında olduğu sürece asla yenilmiş olmayacaklardı.Ruslar bunu çok iyi anlamışlar ve ele geçirdikleri yerleri insansızlaştırıyor ya da Kazakları yerleştiriyorlardı.
 
          Nitekim bu olağanüstü dengesiz savaşta beklenen oldu. 1859 Da Şeyh Şamil ‘in yenilip teslim olmak zorunda kalmasıyla doğu cephesi çöktü.Rus ordusu bütün gücüyle batıya yöneldi.
 
 Abzeklerin lideri Mehmet Emin de Şeyh Şamil’den kısa bir süre sonra teslim olmuştu.Batı cephesinde önemli bir gedik açılmış oldu.
 
          Salgın hastalıklar ve kıtlık baş göstermişti.İnsanlar açlıktan ölüyordu.Tuz ve barut bulunmaz olmuştu.Rus ordusu her yönden saldırmasına rağmen diğer kabilelerin de katılımıyla Ubıh ve Şapsığlar direniyor ,savaşıyor ve yer yer ciddi başarılar da elde ediyorlardı.1861 ‘De bölgeye gelen Rus çarı , Adigelerin önüne iki seçenek sunmuştu.Ya Kafkasya topraklarından çıkıp Rusyanın içinde gösterilen yere yerleşecekler ya da Osmanlı topraklarına göç edeceklerdi.Bir ay müsaade verilmişti.Bir ay sonra burada yakalanan herkes savaş esiri sayılacaktı.
 
         Adıgeler savaşa devam ettiler , ancak 1863 yılı sonbaharına gelindiğinde savaşın kaderi belli olmuştu.Halk artık tamamen bitme noktasına gelmişti, güzelim Şapsığ ırmakları artık kırmızı kan akıyordu.Tam bir yok oluş ve soykırım yaşanıyordu.1864 Yılı mayısında Kbaada vadisindeki çarpışmada son Adıge askeri de şehit düşmüştü ve artık yenilginin kabulü kaçınılmaz olmuştu. 21 Mayıs 1864 tarihinde Kbaada vadisinde yapılan Rus askeri töreni üç yüzyıl süren Kafkas savaşlarının artık bittiğini tarihe kaydediyordu.Adigeler yenilmişti.Artık sıra sürgüne gelmişti.Halkın ezici çoğunluğu Rus topraklarına gitmeyi kabul etmedi.Bunda nesiller boyu dişediş canacan savaştıkları bir halkın boyunduruğu altına girmeyi kabullenememeleri etken olduğu gibi Rus ve Osmanlıların kendi konumlarına göre istekleri de etken olmuştu.
 
        O yıllarda diğer bölgelerden de gelenlerle birlikte yaklaşık 1.5 milyon Kafkasyalı Osmanlı topraklarına sürgün edildi.Bu sürgün önemli oranda gemilerle denizyolundan oldu.Ve insanlık tarihinin en trajedik olaylarından biri olarak tarihe geçti.Sürgün edilen insanların yarısı, olumsuz koşullar ve salgın hastalıklar nedeniyle öldü.
 
          1864 Yılında Ağlarca köylülerinin de bulunduğu Şapsığ grubunun sağ kalanları gözleri yaş içerisinde Kafkasya sahilinden anavatanlarını terk ettiler. Fakat öyle şanssız bir durumdu ki akrabaları içine alan gemilerin her birinin rotası farklıydı.Kimi Trabzon, kimi İstanbul , kimi de Köstence limanına gidiyordu.Akrabalar birbirlerinden ayrılmış ve bölünmüş oluyorlardı. Ağlarcalıları taşıyan gemi Köstence limanına geldi.
 
           Diğer Adıgeler gibi köylülerimize de Tuna nehri güneyinde devlet tarafından ev yapım malzemesi, arazi ve tohumluk verildi.Ziştovi bölgesinde yerleşip yeni yerlerini benimsemeye çalışıyorlardı.Ancak uğursuz savaş burada da yakalarını bırakmayacaktı.Yerleştikten 13 yıl sonra ,tarihe 93 harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşının başlaması üzerine diğer Müslüman halklarla birlikte İstanbul’a doğru tekrar göç başlamıştı.
 
          Savaş sonrası 1878 yılında yapılan Berlin antlaşması uyarınca Adıgelerin topraklarına dönmelerine izin verilmedi.Çünkü Ruslar burada da kendilerine karşı savaşan bu halkla komşu olmak , ileride ayaklandırıp bağımsız olmalarını sağlamak istediği Ortodokslara karşı bir kuvvet kalmasını istemiyordu.
 
         Balkanlardan çıkan Adıge grupları , o zaman Osmanlı toprağı olan Suriye,Ürdün ,Kıbrıs gibi yerlere gönderilirken bazıları da Anadolu’ya geçmeyi başarmıştı. Ağlarcalılar da Anadolu’ya geçebilenler arasındaydı.Marmara bölgesine geldiler.Kafkasya’dan Anadolu’ya gelip Adapazarı,Düzce,İzmit bölgelerine yerleşen akrabalarıyla buluştular ve buralara yerleştile (Ketence,Yanık,Adliye,Akarca,Beylikışla,Arapçiftlik,Kirazlı vd.) Akrabalar hemen buluşmuştu, yaşanan tüm acılara rağmen herkes mutluydu.
 
         Bölge coğrafi olarak güzeldi.Ancak yoğun bataklıklar,havanın rutubeti,sivrisineklerin yol açtığı hastalıklar,toprakların azlığı gibi nedenler,gerek Kafkasya’dan direkt gelen, gerekse Balkanlardan gelen gruplardan bazılarını daha uygun yeni yer arayışına itiyor, bu maksatla araştırmalar yapıyorlardı.
 
         Yapılan araştırmalar sonucu (80 ? hanelik ) bir kafile Eskişehir yönüne harekete geçti. Önce Eskişehir’e ,sonra Emirdağ’a bağlı Manavuz köyüne ,en son olarak da Han köylülerinin yayla olarak kullandıkları köyün şimdiki yerine geldiler. Burayı çok beğendiler ve yerleşmeye karar verdiler.Tarih 1874 idi.Ancak beğenmeyip de geri dönenler oldu,başkaları geldi, gelenlerin de bazıları Balıkesir bölgesine gitti.Bu kararsız gelip gidişler 1920 ‘li yılların sonuna kadar devam edecekti.
 
          Köylüler burada araziyi aralarında pay edip tarıma ve hayvancılığa başladılar.Kafkasya’daki geleneksel yaşam tarzlarını aynen devam ettiriyorlardı.Bir taraftan devlet kendilerine her türlü kolaylığı ve yardımı sağlarken ,başlangıçta bölgeye gelen üniformalı ,silahlı ve tehlikeli bakışlı bu insanlardan ürken yöre halkı da kendilerine alışmış ve onları sevmiş, elindeki bir parça ekmeği dahi onlara ikram etmek ister hale gelmişti.Nitekim yöre halkıyla başka bölgelerde yaşayanların aksine birkaç münderit olay dışında önemli bir anlaşmazlık ,kavga ve cinayet yaşanmamıştır.
 
      Devlet yetkilileri tarafından 7 yıl süre ile kendilerine yardım yapılmaya devam edilmiş,Manavuz köyündeki arazilerden elde edilen ürün de köy halkına dağıtılmıştır.7 Yıl sonra köye gelen bir yetkili artık yardımın gelmeyeceğini ,kendi başlarının çaresine bakmalarını bildirmesi köylülerin pek de hoşuna gitmemiş,bir yaşlının yarım Türkçesiyle ‘olur mu öyle şey, siz bize bakacaksınız biz de ağalarca yaşayacağız’ çıkışı yetkilinin hoşuna gitmiş ve köyün adı Ağlarca olarak resmi kayıtlara işlenmiştir.
 
       Ağlarcalılar kısa sürede kendilerini toplamış, mal mülk sahibi olmuşlar ve diğer vatandaşlar gibi vatandaşlık yükümlülüklerini yerine getirmeye başlamışlardır.Osmanlı cephelerinde özellikle Çanakkale’de onlarca gencimiz şehit olmuştur.
 
       Birinci Dünya Savaşından sonra Marmara yöresinde yaşayan akrabaları ,o zamanın politik şartlarının da etkisiyle kimi Kuvayi   Milliye, kimi de Osmanlı hükümetlerini destekleyen uç gruplarda yer almışlarsa da ,Ağlarcalılar, Kuvayi Milliye taraftarı olmuşlardır.Çünkü yunan işgali yaklaşıyordu ve Ağlarcalıların bu kadar kısa süre içinde üçüncü kez vatanlarını kaybetmeye tahammülleri yoktu. Bir taraftan milli kuvvetlere yeteri kadar asker gönderilirken bir taraftan köy savunmaya hazırlanmıştı.Erzak ve hayvanlar ormanın değişik yerlerine gizlenmişti.Köyün tamamı silahlı idi. Kafkasyadakine benzer orman ve boğazlarda düşmanı durdurmak ve imha için gerekli hazırlıklar yapılmıştı.
 
        Yapılan plana göre yakında bulunan düşmana elçiler gönderilip köye girmemeleri istenecek ,köye girmek isterlerse de plana göre savaş başlatılacaktı.
 
         Zaten yunan komutan da bölgeyi uzaktan keşfetmiş, küçük bir köyün işgali için ormanlık alandan geçmeyi ve sonrasını göze alamamıştı.
        Böylece Ağlarca köyü Kurtuluş savaşı döneminde 
Marmara’daki akrabalarının, işgalden kaçan çevredeki
Adıgelerin ve Kuvayi Milliyecilerin saklanma ve barınma yeri oldu.
 
        Cumhuriyet döneminden itibaren Ağlarcalılar artık köylerine tam anlamıyla alışmışlardı. Çevredeki Adıge ve Karaçay köyleriyle irtibat ve akrabalıkları artmıştı.Sosyal yaşantıları devam ediyor, kültürlerini de koruyorlardı.
 
 Birbirleriyle devamlı yardımlaşıyorlar,üzüntü ve sevinçlerini derinden paylaşıyorlardı.
 
        1960’lı yıllara gelindiğinde yavaş yavaş kentlere göç başlamıştı.Köyde okuma yazma oranı ve devlet görevinde bulunan memur oranı her gün biraz daha artıyordu.Başka yaşam alternatifini gören gençler, artık çiftçilik,hayvancılık yapmak istemiyordu.Bu da köy nüfusunu azaltıyordu.1980’li yıllardan itibaren göç daha da hızlandı.Şen kahkahaların yükseldiği ,derin hüzünlerin yaşandığı ,onlarca insanın hayatını sürdürdüğü evler artık birer birer harabeye dönüyordu.
 
        2006 yılına gelindiğinde ise artık köy tamamen yok olma noktasındadır.
 
 Eski günlerin ve burada yatmakta olan büyüklerimizin anısını yaşatmak ve köyü devam ettirmek isteyen bir grup tarafından 2006 yılında Ağlarca Köyü Güzelleştirme, Yardımlaşma Ve Kuzey Kafkas Kültür Derneği kurulmuştur.
 
 Köyde tarım faaliyeti yok denecek kadar az ,hayvancılık son derece yetersiz seviyededir.Köyün ana geçim kaynağını ise maalesef emekli maaşları oluşturur hale gelmiştir.Köy halkının % 80’i Eskişehir,% 15’i diğer şehirler ve yurt dışı,% 5’i de köyde yaşamaktadır.
 
       Tüm olumsuzluklara rağmen, Ağlarcalılar köylerini ,adıgeliklerini asla unutmamışlardır.Özellikle Eskişehir’de birbirleriyle devamlı irtibat halinde olup, acı ve sevinçte bir aradadırlar
 
        Kuzey Kafkasyanın bagımsızlığı için şehit düşenleri ve sürgün yollarında hayatlarını kayıp edenleri rahmet ve saygıyla anıyor,atalarımıza yeni yutlarında yardımcı olan devlet görevlilerine ve yöre halkına tekrar şükranlarımızı sunuyoruz.
      Köyümüzdeki her hanenin yeniden kurulup, her evden neşeli seslerin geldiği, okumuş bilgili insanlarımızın dünya medeniyetinin her alanında olup,köylerini de Kafkasyayı da unutmadıkları günlerin  gelmesini diliyoruz.
Derleyen == Şewoş Şuayip


 
################ AGLARCA KOYU CAMiSi (Ana Sayfa) ################
1865 yıllarında KAFKASYA’ DAN göç eden köylülerimiz, 3-5 sene içinde Türkiye’nin diğer bazı yerleşim alanlarından gelen akrabalarında katılımı ile yerleşik düzene geçildi bir kaç kişi Adapazarına gittiysede onlarda akrabaları tarafından getirildi ve hemen ardından cami inşaatına başlandı.
1875 Yılında ibadete açılan cami önceleri çorak toprakla kaplı düz çatılı bir binaydı Ezan bu dambaşına çıkılarak okunurdu. Sonraları üstü çatı yapılarak kiremit kaplandı. ( Kapak resmi ) Daha sonraları içdış badana yaptırılarak avlusuna cenaze yıkama yeri apdesthane ve tuvaletler yapılarak yenilendi. ( Burada cami çok güzel olmuştu ama içerisinin, hakiki toprak boyası ile yapılmış hat yazıları ve desenleri de kazınmıştı. ) ( 2. RESİM )
Daha sonraları köyün büyük bir eksiği Gülnaz Topak ’ın muhtarlığı sırsında giderilerek camimiz minareye kavuşturulmuştur. ( Resim - 3 -)
Köyümüzden Hacı Osman TOPAK’IN torunu Şükriye Topak Değerli tarafından Caminin içi döşenerek modern bir hale getiriklmiştir.
Bütün bunların ardından da köyümüzdeki Suriyeli Ağlarcalılardan Emad Balker taraından da badanası ile kapı pencere boyamaları yapılmıştır.
İlk yapılışından bu güne kadar bu cami üzerinde emeği olanlardan ölenlere rahmet yaşıyanlarada selamet diliyoruz. www.orhanocak1952.tr.gg
NOT = Çocukluğumdan çok iyi hatırlıyorum komşu köyler Cuma namazı için köyümüze gelirlerdi. Ozamanlar köyde okumuş kim varsa imamlık yapardı bunların en başında NEṪAĞOLERDEN “İlyas HOCA” gelmektedir.
Sonraları harman döneminde arpa veya buğdayla ödenmek üzere hak ile imamlar tutuldu. Daha sonraları da kadrolu imamlar dönemi başladı Bu imamlardan köyümüzde en çok kalan ve en çok emeği olan Kendi köyümüzden ĞUNE İbrahim AKÇAN dır. ( Sarı HOCA )
 
 
 
 
 
 

 
 

 

################ RESiM GALERiSi (Ana Sayfa) ################ ################ ADİGE HİKAYELERİ (Ana Sayfa) ################

     Ağlarca köyü ve civarı köylerde yaşanmış ADİGE HİKAYELERİ     
 



 
################ ANiLAR-ANiLAR (Ana Sayfa) ################




 
 
################ ESKİ-ESKİ (Ana Sayfa) ################ ################ KOY YOLCULUGU. (Ana Sayfa) ################


       
  KÖY YOLCULUĞU
    

 

       1957 yılında göç ettiğimiz ilçede hemen o yıl okula başlatılmıştım. Yaşım ufakta olsa annem okul müdürüne rica etmiş okuma-yazma öğrenemese de  hiç olmazsa Türkçeyi öğrenir diye. Ondan sonra gelişen olaylar değil anılara cilt cilt kitaplara sığmaz. İleride toplumun geneline mal olmuş anekdotları paylaşmak nasip olur inşallah. Ben bu bölümde küçük yaşta köyden ayrılmış bir çocuğun köye olan düşkünlüğünü bu köy merakı içerisinde yaz aylarının o güzelim anılarını ve o anıların en güzel yerlerinde yer alan atlara olan düşkünlüğünü anlatacağım.

 

        Bu anılar ilkokul 4. sınıfta başladı ve ortaokul son sınıfta akordeon sesi ile başlayan ve düğünlerle devam eden bir sürece bıraktı.  

 

        Yaz tatili yaklaştığı zaman bedenimin her tarafını kaplayan bir heyecan başlardı. Karneyi aldığım gün hemen eve koşar çantamı bir köşeye bırakır önlüğümü de üstüne fırlatırdım. Eğer o anda evde kimse yoksa karneyi de görünecek gibi onların üstüne koyar, HEMEN kel İsmail’in hanının yolunu tutar orada Köyümüze gidecek araba var mı varsa ne zaman öğrenir, hazırlık yapmak üzere eve dönerdim.

 

        Hanlar o zamanın kasabalardaki lüks otellerdi, nasıl otellerde konaklama ve yatma imkanı sağlanıyorsa o zaman bu hizmeti hanlar sağlıyordu ama bazı farklar vardı tabii. Araba garajlarının yerine at arabalarının altına çekildiği geniş bir sundurma, atların bağlandığı ve yemlendiği ahırlar vardı. İnsanlar için ise tek tek odalar yoktu, müşteriler 15 veya 20 kişilik odalarda kalırlar yere yan yana serilen hasırlarda yatarlar yemeklerini de hancının verdiği bir gaz ocağı ve tencere ile yaparlardı. Bu hanlara kasabaya iş için en çokta mahkeme için gelenler kalırlardı. Bazen öyle olurdu ki  davalı ve davacılar aynı oda da yan yana serilmiş hasırların üstünde gecelerlerdi.

 

        Bizim köyden hemen hemen her gün mutlaka birkaç araba olurdu. Bunların tamamı köyden odun veya meşe kömürü getirenlerdi. Bütün kasabanın kışlık odun ihtiyacı ile lokantalarının hatta ilin lokantalarının meşe kömürü bizim köy sağlardı. Getirilen bu odunların ve kömürlerin bazısı devletin ihtiyaç olarak verdiği kesimden teskere denilen izinlerle getirilirdi. Bazı köylüler ise kaçak olarak getirirlerdi bu kaçakçıların atları çok güçlü ve bakımlı olurdu böylece orman muhafaza memuru onları yakalayamazdı. Bazı kaçakçılar çevrede efsaneleşmişti onlar meşe odunu yerine dilinmiş tahtalar veya döşeme denilen çam tomrukları taşırlardı. Bazen yüklerini iyi satamazlarsa Sivrihisar’a. Polatlı’ya hatta Haymana’ya kadar götürürlerdi.

 

         Bizim köydeki her arabacının 7-8 koyun postundan yapılmış kürkleri ( Gedug ) vardı. Bunları kışın giyerler yazında arabaların üstünde ki sandıkta serili durur hana geldiler mi sadece atları ahıra bağlarlar kendileri de bu kürklerin içine girer arabada yatarlardı. Odun ve kömür getirenler çıkıp hiç müşteri aramazlardı alıcılar gelir onları handa bulurlardı, hatta bazen getirecekleri 4-5 yükün müşterisi de hazır olurdu.

 

        Kısacası köye hangi arabanın ne zaman döneceğini öğrendikten sonra hemen hazırlıklara başlamak üzere eve dönerdim. ( Bazen iki araba varsa tercihimizi uzun yoldan dönerken bu handa atlara torba takan büyük kaçakçılardan yana olurdu. Çünkü onların hem atları hem arabaları iyi olurdu hem de heyecanlı kaçakçılık hikayeleri anlatırlardı. Bazen de yorgun oldukları zaman kendileri geduglerine sarınır yatarla dizginleride bize verirlerdi. Bizde arabayı köye kadar götürdüğümüzü sanırdık meğer Tüm kaçakçı atları eve dönüş yolunu çok iyi bilirler ve kendiliklerinden dönerlermiş.)

 

         Eve döner dönmez rahmetli annemle hazırlıklara hemen başlardık. Annem valizimi hazırlarken bende veresiye defterini kapar bakkala koşardım. Annem arkamdan kendisinin göndermek istediği şeyleri sıralardı o hengame de nasıl duyardım onları bilmiyorum. Önce annemin siparişlerini alır sonrada çocuklara hediyelerini alırdım. En çok delikli kaba şekerleri severlerdi. Eniştemin birinci sigaralarınıda unutmazdım. İş kalırdı hareket saatini beklemeye. Rahmetli annem hiçbir nasihat de bulunmazdı biliyordu ki o an onların hiç birini duymayacaktım.

 

       Hareket zamanı geldi mi, komşumuz Ramazan Amcanın Tek atlı arabası ile hana gelir eşyalarımızı arabaya yerleştirdikten sonra köye doğru yolculuk başlardı. ( Bu yolculukları: Aradan 15-20 yıl geçtikten sonra ABD de ki posta arabalarına benzetirdim, yalnız bizde yollarda kızıl derililer ve haydutlar olmaz ama bol miktarda koyun sürüleri ve bu sürülerin amansız bekçileri çoban köpekleri olurdu.) 36 kl lik yol arabacı hiç konuşmasa bile benim hayallerim bana yetiyordu. Orhan OCAK

 






################ KOY YONETiMi (Ana Sayfa) ################


== YÖNETİM ==

Köy muhtarı
   Ümit ASLAN  

 
1928-2015
AĞLARCA KÖYÜ MUHTARLARI

H. Yusuf TOPAK
Hatip AKCAN
H. Osman TOPAK
Şaban ESEN
Ömer KURT
Hamit TIRPAN
Ethem ÖZCAN
Nahar SARIBARDAK
Hayri ÖĞRETMEN
Basri YENER
İhsan GÖKTEPE
Fehmi AYDOĞDU
Hidayet SARIBARDAK
Muzaffer TOPAK
Nevzat ESEN
Gülnaz TOPAK

 

################ AGLARCA KiSA KiSA (Ana Sayfa) ################


        Bu sayfanın alt sayfalarında kısa kısa ama içerikleri bakımından Ağlarca VE Ağlarcalılar için önemli olayları, yer adlarını, sosyal olayları bulacaksınız. Eğer sizlerin de dağarcıklarında bu sayfanın içeriğine uygun bir şeyleriniz varsa ve bunların bir arşive girmesini istiyorsanız gönderin ekleyelim. www.aglarcali.tr.gg ################ UZUN KiZ (Ana Sayfa) ################

UZUNKIZ             

         
Ağlarca, sırtını, dağların yamacına vererek kurulmuş şirin bir köydür. Doğuya doğru giden bir yol, tıku den, pinarlıktan ve kızıl bayırı geçerek Hana doğru uzanır, ikinci yolda köyün güney batısından çıkarak, sırasıyla, Harmanardı, Karaağaç, Kanakdere, Kayıtame mevkilerinden geçerek Kayı köyüne ulaşır.   
            Bir üçüncü yolda köyün mezarlığını soluna alarak köyden çıkar, nezerli, mısırlık, ertenışha mevkilerinden sonra Hanerten mahallesine ulaşır. 
            Birde boğaz denilen yerden ormanın içlerine giden bir yol vardır. Bu yol birbirini takıp eden dağların arasında uzanıp giden bir vadidir. İki taraftaki dağların sarp yamaçları çam, ardıç ,meşe ormanlarıyla kaplıdır.
            Bir zamanlar bu vadiyi yaylıma salınmış yılkıların nal sesleri ve kişnemeleri doldururdu. Sonraları ise bu seslerin yerini kaçakçı arabalarının tekerlerindeki tiz çan sesleri aldı. Şimdi ise sadece köyün sığırlarını yaylıma giderken geçtikleri,çenderek rüzgârının ağaç yapraklarına ıslık çaldırdığı bir yer oldu.
            İşte hikâyemiz bu yolun başında başlar. Bu yol takip edildiğinde, bir km sonra Sarıbel mevkiine gelinir. Burası ormanın ortasında koskoca bir çimenlik alandır. Dağlar burada üç kola ayrılırlar, aralarında ince birer vadi bırakarak, Bu vadilerin iki kenarlarına sıralanarak giderler. Vadilerden sol taraftakine girilip ilerlemeye başlandığında ormanın vadiyi de kapladığı görülür. Tüm ormanın içi hercai menekşelerle bir de hiç bir yerde görmediğim, yöre halkının kukumav çoakhe (baykuş ayakkabısı) dediği çiçeklerle kaplıdır. İlerlemeye devam edildiğinde bir fundalık alan çıkar karşınıza. Yöre halkınca şeni denen bu fundalıklardaki sert ama ince çalılar, her yaprak dökümünde köylerden guruplar halinde gelen gelin, kız ve kadınlarca toplanırdı. Köye götürülen bu çalılar kurutulduktan sonra bağlamlar halinde sıkıca bağlanır, harman yerlerinin, avluların ve sokakların süpürülmesinde kullanılırdı.
           Hemen bu fundalıklardan sonra Göktepe’nin sık ormanlarla kaplı yamaçları başlar. Tepeye çıkıldığında ise ağacın değil bir çalının bile olmadığı bir düzlük ve durmadan esen bir rüzgârla karşılaşırsınız. Bu rüzgâr hem soğuk hem kuvvetli, aynı zamanda da dört mevsim durmadan esen bir rüzgârdır.
           Düzlüğün orta yerinde bir mezar görürsünüz, normal mezarlardan biraz uzunca bir mezar.
           Bu uzun kızın mezarıdır.

           Uzun yıllar önce bu tepe,  Nurhak diye bir beyin yayla alanıymış. Bu beyin malı mülkü çokmuş. Her yaz buraya gelir yerleşir sonbahar sonuna kadar kalırmış. Beyin Sarıcakız diye dünya güzeli bir kızı varmış. Kız çok güzelmiş ama boyu normalden uzunca olduğu için ne sevdiği nede seveni varmış.
           Günlerden bir gün o çevredeki köylerin birinde çobanlık yapan Çakır’nın yolu tepeye düşmüş. Ormanda gezintiye çıkan Sarıcakız ile karşılaşmış. İki gencin gönülleri birbirine kaymış.
           Haber kısa zamanda etrafa yayılmış, tabii doğal olarak ta bey de duymuş. Köpürmüş, küplere binmiş. Her ne demiş ne yapmışsa da kızının kalbinden çobanı çıkartmayı becerememiş. Son çare adamlarını gönderip çobanı öldürtmek istemiş ama her seferinde çoban Allah’ın yardımıyla kurtulmuş. Çobanın Arap ve Çopar isimli köpekleri çobanı koruyorlarmış. Olaylar bu yolda geliştikçe beyin adı kötüye çıkıyor çoban ise efsaneleşiyormuş.
           Beyin İlyas diye bir  kölesi varmış. Bu adam beye: Hem beyin itibarını kurtaracak hem de sevenleri birbirinden ayıracak bir akıl vermiş.
           Bu akıla göre bey çobandan altından kalkamayacağı bir  başlık parası isteyecekmiş. Çoban bu istekleri yerine getiremeyeceğinden bu mesele hallolaçakmış.
           Bu aklı beğenen bey hemen haber salmış. Yüz sığır beş yüz koyunu başlık olarak getirsin kızı vereceğim demiş. Bu haberle çoban yıkılmış, bu kadar malı bulmasına imkân yokmuş. Haber çabuk yayılmış etrafa, beye kızan çevre köylüleri bir olmuşlar, beyin  istediği başlığı hazırlayarak çobanın önüne katmışlar. Çobanda ertesi gün sürüyü önüne katarak beye götürmüş. Bey gözlerine inanamamış, inanamamış ama sözünde de durmamış, yeni şartlar öne sürmüş. Çoban onu da yerine getirmiş. Bey her seferinde yeni şartlar öne sürüyor. Çobanda her seferinde tanrının ve köylülerin yardımıyla yerine getiriyormuş. Bey sonunda olmayacak bir şey isteyerek bu işe son vermek istemiş.
          Çobandan kırk günlük mesafedeki, insanların rahatça içinden geçebildikleri delikli taşı getirmesini istemiş. Çoban çaresiz yollara düşmüş kırk gün kırk gece yol almış delikli taşa ulaşmış. Ulaşmış ulaşmasına ama gördüğü şey karşısında çaresiz kalmış. Bu delikli taş muazzam bir kayaymış. Oturmuş başına kara kara düşünürken yanına beyaz sakallı bir ihtiyar gelmiş. Derdini sormuş.  O da olanı biteni ta baştan bir bir anlatmış. İhtiyar delikanlının omzuna elini koymuş. Ona kayanın yanındaki, bilek kalınlığında bir meşeyi göstererek:
           — Bak oğul, bu meşe biz bildik bileli burada durur, ne büyür ne de kurur. Bu meşeyi kes, kabuğunu soy ama ucunda yumruk büyüklüğünde kökü de kalsın, yaptığın bu sopayı on dokuz gün boyunca ateşe uzaktan göstererek kurut. Sonrada delikli taşa tak, vur sırtına git. Demiş ve uzaklaşmış.
          Çoban pek inanmamış ama çaresizlikten ihtiyarın dediklerini yapmış. On dokuzuncu günün sonunda da ya Bismillah diyerek sopayı taşa geçirmiş ve sırtına vurarak yola çıkmış, 
          Öte yandan artık çobandan kurtulduğuna inan bey onu unutmuştu bile. Bir gün adamları bir haber getirmişler, çoban delikli taşı sırtına vurmuş getiriyormuş, on güne kalmaz yetişirmiş.
          Bey bu sefer kaçamayacağını anlamış ve kızını kölesi İlyas ile evlendirmeye karar vermiş. Bu işi de çoban gelmeden bitirmek için hazırlıklara başlamış.
          Saruca kız bunu duyunca çok üzülmüş, son ana kadar Çakıroğlan’ın gelmesini beklemiş ama gelen giden olmamış. Sarıcakız İlyas ile evlenmektense ölmeyi tercih ederek, pinar yaprakları ve çeşitli otlardan yaptığı zehri içerek canına kıymış.
          İşin buralara geleceğini düşünemeyen babası çok üzülmüş, onu çok sevdiği bu dağların en şatafatlısı olan Göktepe’nin en yüksek yerine gömmüş.
           Hemen o günün akşamı da çoban  Değneğe takılı duran delikli taşla. çıkıp gelmiş ama duydukları onu yüreğinden vurmuş. 
           Değneğe dönerek:
           — Beni sevdiğime kavuşturamadınız, bundan sonra inşallah başka insanların dertlerine derman olursunuz, demiş,
           Değneğin ucundaki taşı bir tarafa, değneği bir tarafa fırlatmış.
           Delikli taş Ağlarca Köyünün merasındaki kili mevkiine düşmüş.
           Değnek ise Afyon taraflarına uçmuş gitmiş.
           Garip çobanda kendini dağlara vurmuş. O günden sonra onu kimse görmemiş ama o dağlarda kimsenin hayvanına da zarar gelmemiş.
           Göktepe'de de öyle bir fırtına esmeye başlamış ki taş üstünde taş bırakmamış. Bu sert fırtınalar sadece Sarıcakız’nin mezarına zarar vermemiş. Bey ve ailesini de o günden sonra gören olmamış.
           Bu anlatı ne kadar doğrudur, ne kadarı yaşanmıştır bilinmez ama ben bu anlatıyı dinledikten sonra çevrede yaptığım araştırmalarda şu tespitleri yaptım.
           1-  *Kili mevkiinde bir delikli taş var. İnsanlar hala ziyaret ederler. Çocukluğumuzda iki tür işlevi vardı bu delikli taşın. Birincisi: Zorda kalanlar o zorluğu atlattıklarında çocukları delikli taşa götüreceğim der adak adarlardı. Dilek gerçekleştiğinde mutlaka bir horoz kesilerek yemek hazırlanır ve delikli taşın yanında çocuklara yedirilirdi. Bu yemeklerin bir özelliği vardı, herkes kaşığını kendi götürürdü. Delikli taşın ikinci işlevinde ise, hastalar, çocuğu olmayanlar gibi dertlerden muzdarip olanlar, gene bir horoz keserek yemek hazırlar, çocukları delikli taşa götürürlerdi. Yalnız bu sefer çocuklar yemek yerken hasta delikli taştan geçirilir başındaki ağaca da bez bağlanırdı.
            2-** Çevrenin bütün çobanları değneklerini genç meşelerden yaparlar, ucunda yumruk büyüklüğünde kök bırakırlar ve değneği ateşle sertleştirirlerdi. Bu bugün de böyledir.
            3-*** Çok uzun yıllar hikâyenin geçtiği bölgede hiçbir hayvan kaybolmamış ve telef olmamıştır.
            4-****Göktepe’nin tepesinde yaz kış hızını kesmeyen rüzgâr esmeye devam etmektedir. Bu rüzgârın serinliğinin koruması altında, normal ebatlardan uzunca bir mezar durmaktadır.
       Orhan OCAK    15–01–2008 ESKİŞEHİR-YENİ KENT


 

 

################ KURT ADAM (Ana Sayfa) ################



KURT ADAM
 

        Bundan yıllarca önce Mezifo Dağının yeşil yamaçlarının birinde Kuşhânez diye bir köy varmış. Bu köyde de Hamit diye bir adam yaşarmış. Hamit çok çalışkan birisiymiş. Davarlarını bir çoban güdemediğinden iki çoban tutarmış. Kuzularının, oğlaklarının ise ayrı çobanları varmış. Günler mutluluk içinde geçip giderken günün birinde bir felaket çökmüş Hamit’in evine malına mülküne. Her dolunayda Hamit’in sürüsüne bir kurt girip onlarca hayvanı boğazlıyormuş. İşin garibi kurt hayvanların hiç etini yemiyor sadece şah damarlarından kanını içiyormuş. Bu aylarca devam etmiş ama ne kurdu görebilmişler nede bir çare bulabilmişler.
        Köyde çeşitli rivayetler anlatılmaya başlanmış. Bunlardan en çok anlatılanı ise vudi(vampir) hikâyesiymiş. Vudiler et yemez sadece kan içerlermiş ve dolunayda meydana çıkarlarmış.
        Bu vudileri yalnız kötülük yaptıkları, malına maşatına zarar verdikleri görebilirmiş. Hamit se bunların hiç birine inanmıyor kendisine bu kötülüğü köyden birinin yaptığını düşünüyormuş. Bu nedenle dolunayın olduğu bir gün hayvanları beklemeye karar vermiş. İlk dolunayda da kimseye haber vermeden köyden ayrılmış ağıla yakın bir yerde yolun üstündeki bir ağaca çıkıp beklemeye başlamış. Gece yarısını geçtikten sonra köyden gelen yolun üstünde bir karaltı görünmüş. Karaltı yaklaşınca hemen tanımış bu yıllar önce bir olayda aleyhine yalancı şahitlik yaptığı Mâğh muş. Mâğh ağılla köyün arasındaki ufak derenin yanına gelince etrafına bakınmış sonra da çırılçıplak soyunarak elbiselerini bir çalının içine sakladıktan sonra dereyi geçmiş.
       Hamit bu işin sonunu merak ettiğinden, çıktığı ağaçta hiç ses çıkarmadan olanları izliyormuş.
        Mâğh karşıya geçtikten sonra başlamış çimenlerde yuvarlanmaya, yuvarlandıkça da şekli değişiyor vücudunun her tarafını siyahlı beyazlı kıllar kaplıyormuş. Bir mütted sonra ise Mağh Hamit’in gözleri önünde kocaman bir kurda dönüşmüş. Kurt yüzünü ay ışığına dönerek uzun uzun ulumuş ve doğruca ağıla yönelmiş biraz sonrada ağıldan hayvanların bağırtıları yükselmiş.
        Hamit hemen ağaçtan inmiş ve Mâğh’un elbiselerini sakladığı yerden alarak bir kayanın arkasına saklanmış. 
        Belirli bir zaman geçtikten sonra kurt ağıldan çıkarak çimenliğe gelmiş ve yuvarlanmaya başlamış, yuvarlandıkça şekli değişmiş tüyleri kaybolmuş ve Mâğh halini almış.
        Mâğh hiçbir şey olmamış gibi dereyi geçip elbiseleri sakladığı yere gelmiş, gelmiş gelmesine ama elbiseleri yokmuş. Telaşla oraya buraya koşuşmaya başlamış. Elleri ile edep yerlerini kapatarak sağa sola koşuştururken bir taraftan da: 
        —Viiiiiiiiiiiii vuw Ther zevâğer Mağh!!! Diyormuş.
        Hamit fazla bekleyememiş saklandığı yerden çıkarak Mağh’un karşısına dikilmiş. Mağh çok şaşırmış ve korkmuş ama bir taraftan da Hamit’in elindeki elbiselerden gözünü ayıramıyormuş. Tartışmışlar, bağırmışlar çağırmışlar sonunda da anlaşmışlar. Hamit elbiseleri geri vermiş bu olayı da kimseye söylemeyeceğini ama karşılığında da zararını ödemesini ve bir daha mallarına zarar verilmememsini istemiş.
         Mağh çaresiz yaşadığım müttetçe sana, ailene, malına zarar vermeyeceğim diyerek büyük yemin etmiş. 
         Olay böylelikle kapanmış. Yıllar geçtikçe de unutulmuş ve hatırlanmaz olmuş. Ta ki Mağh’un ölümüne kadar.
         Mağh ölüp cenazesinin kaldırıldığı günden itibaren Hamit’in etrafında felaketler dolaşmaya başlamış. Hayvanları telef oluyor, ailesinin fertleri çeşitli kazalar geçiriyormuş.
          Hamit’in aklına hemen, o gece Mağh’un ettiği yemin gelmiş, yaşadığım müttetçe sana,ailene,malına …….. Derken yaşadığım müttetçe yi nasılda vurgulu söylemişti, keşke öldükten sonrada diye yemin ettirebilseymiş. Artık hayıflanmanın manasının olmadığını bilen Hamit çareler aramaya başlamış.
          Bu işe çare ararken Subaşı köyünde derin bir hoca olduğunu, bu hocanın ölmüş vampirleri etkisiz hale getirdiğini duymuş. Hiç vakit kaybetmeden hocanın köyüne gitmiş. Uzun pazarlıklar sonunda hocaya bir servet ödeyerek köye getirmiş.
          Derin hoca hemen işe başlamış; Önce ardıç ağacından 7 tane sivri kazık hazırlatmış, bunları okumuş üflemiş ve dolunayın olduğu bir gece mâğh’un mezarına çakmış.
        —Artık bu kimseye zarar veremez diyerek köyüne dönmüş.
        Dediği gibide olmuş bir hafta hiç olay olmamış. Millet tam rahatlamışken Hamit’in en sevdiği torununun bir kuyuya düşmesiyle felaketler zinciri başlamış. Ne yaptılarsa çare olmamış Hamit ve ailesi hayatından bezmiş.
         Günlerden bir gün köye bir adam gelmiş. Bu adam rafhan tay arıyormuş. En iyi tayların Hamit’te olduğunu öğrenince doğruca ona misafir olmuş. Tabii ki ev sahibinin derdini de öğrenmiş.
          Misafir Hamit’e demiş ki:
         —ben seni bu dertten kurtarırım sende bana iki rahvan tay verirsin demiş,
         Hamit o kadar çaresizmiş ki her ihtimale umutla sarılıyormuş. Misafirin teklifini hemen kabul etmiş, hatta bu beladan kurtarırsa 2 değil 4 tay vereceğini söylemiş.
          Bundan sonra hiç vakit kaybetmemişler yanlarında kalabalık bir köylü grubu olduğu halde mezara gitmişler. Misafir hemen mezarı açtırarak Mağh’un cesedini çıkartmış ve çene kemiğini kırarak geri gömdürmüş. Artık bunun kıyamete kadar kimseyi rahatsız edemeyeceğini söylemiş.
Köye geldikten sonrada tayları alarak çekip gitmiş. Kimse adama inanmamış diğerleri gibi bu da Hamit’i kandırdı demişler.
         Günler geçmeye başlamış birinci gün bir şey olmamış, ikinci gün bir şey olmamış, günler geçmiş birinci hafta bir şey olmamış, ikinci hafta bir şey olmamış.
         Hamit ve ailesi geriye kalan ömürlerini huzur içinde yaşamışlar. 
          Kaynak Şeowgen HAUŚEŚ   
          Derleyen -----> Orhan OCAK
                                14-07-2008     Eskişehir
################ HACES - MiSAFiRHANE (Ana Sayfa) ################

BİR MİSAFİRİMİZ VAR

            ŞHAGUMDE Şakir GÖKTEPE

 

     Haceşimizde bugün değerli bir büyüğümüzü, Şhagumde Şakir Göktepe’yi konuk ediyoruz. Şakir ağabey, 1941 Ağlarca doğumlu. 25 yaşına kadar Ağlarca’da yaşamış. 25 yaşından sonra devlet demir yollarına girmiş, 50 yaşında, yaklaşık 16 yıl önce buradan emekli olmuş. Günlerini torunlarıyla yaşamın güzelliklerini paylaşarak geçiriyor.

 

Şhagumde Şakir Ağabey on iki yaşından itibaren, yaklaşık on yedi yıl boyunca, askerlik yaptığı dönem hariç, Ağlarca köyünün kahvesini işletmiş ve berberliğini yapmış.Berber takımlarını, kendisinden önce bu işi yapan Kanşav Recep Okay’ın ( Karabey’in ),şehirde işe girmesi üzerine, ondan almış. Köyde bulunduğu yıllar boyunca berber ve kahvehanesinde bir çok olaya tanık olmuş ve geçmişte yaşanmış bazı olaylar konusunda da o olayları yaşayanlardan çok şeyler dinlemiş. Şakir ağabeyle bugün birlikte olmamızın nedeni de işte bu. Ağlarca Köyü ne zaman kurulmuş? Ağlarca adı nereden geliyor? Ağlarca’yı kuranlar kimlermiş? Nereden ve neden buraya gelmişler? Kaç kişi, kaç hane yola çıkmışlar? Ne kadarı buraya sağ sağlim ulaşabilmiş? Hangi sülalelerden oluşmuş? Bu konularda köyümüzün yaşayan büyükleri içinde en doğru bilgilerin kaynağı olduğuna inandığımız için Şhagumde Şakir Göktepe ile bu söyleşiyi yaptık.

 

    SORU> Şakir Ağabey, dedelerimiz Ağlarca’ya hangi yıllarda,hangi yolu izleyrek,Kuzey Kafkasya’nın hangi bölgesinden gelmişler?

 

     CEVAP > Kuzey Kafkasya’dan 1865 yılında yola çıkılmış, Bulgaristan’a ulaşılmış, yaklaşık yüz hane olarak. Bu yüz hanenin hepside Adigelerin Şapsığ  boyundanmış. Bu grubun muhafızlığını yetmiş genç yapıyormuş. Kafile Bulgaristan’dan geçiş sırasında büyük sıkıntılar yaşamış. Kendilerine ellerindeki malları gaspetmek için pusular kurulmuş. Grubu koruyan yetmiş genç insanımızın ellisi bu sırada Bulgarlar tarafından öldürülmüş. Bulgaristan’da yerleşim yeri kurulmamış ve Bulgaristan’dan büyük kayıplar verilerek çıkılmış. Kafile daha sonra Edirne tarafından Anadoluya gelmiş. Anadoludaki ilk konaklama yeri, Düzce’de Hambihable denilen bir yer olmuş. Seksen hane olarak Düzce’de Hambihable’ye ulaşan kafile Huneler’den, Şhagumdeler’den ve Laşkolar’dan ( pşimafko’nun sülalesi ) oluşan yirmi hanelik bir grubu burada bırakarak, altmış hane olarak şuan Ağlarca’nın  bulunduğu yere gelip yerleşmişler.

 

Ağlarca ilk yıllarda Kütahya ilinin Eskişehir ilçesine bağlıydı. Şu anki durum Eskişehir ilinin  Han ilçesi şeklindedir.

 

     SORU>Ağlarcalılar hangi Adige boyundan ve Ağlarcada hangi sülaleler bulunuyor?

 

     CEVAP >Ağlarca bir Şapsığ köyü, gelenlerin de hepsi Adigelerin Şapsığ boyundan. Ağlarca’daki oniki sülaleyi şöyle sıralayabiliriz:Şhagumdeler, Thamezler, Huneler, Şevojlar, Neutahlar, Psinethujlar, Kanşavlar, Vugikolar, Nivokolar ( nivg  diye de biliniyorlar ), Ratkolar, Guğojlar, Laşkolar.

 

   SORU> Bu sülalelerin thamadelerinin kimliği hakkında bize söyleyecekleriniz var mı?

 

     CEVAP >ŞHAGUMDELER:Şhagumdeler Kuzey Kafkasyadan beş sülale olarak geldi:

 

Şhagumde Hasan ( Şhagumde Şakir Göktepe’nin dedesi)

 

Şhagumde Mehmet ( Şhagumde İhsan göktepe’nin dedesi )

 

Şhagumde Molla Hasan ( Şhagumde Yaşar Balık’ların dedesi )

 

Şhagumde Molla Bekir

 

Şhagumde İshak

 

     THAMEZLER: Thamezler Kuzey Kafkasyadan üç hane olarak geldi:

 

Thamez Selman Dede

 

Thamez Gazi Hoca

 

Thamez Hacı Yusuf

 

 

 

 

 

     HUNELER: Huneler Kuzey Kafkasyadan beş hane olarak geldi:

 

Hune Yahya Dede ( Hune Ramazan Mısır’ın babası )

 

Hune İlyas

 

Hunepezade ( Hune Kezban Nine’nin babası. Hunepezade’ın matematiği çok kuvvetli imiş. Bu özelliği nedeniyle sürekli Emirdağı’na çağırılırmış. Emirdağında orman bölge şefliği yap

 

mış

 

Hunepezade’ın oğlu Topal Nuri

 

Hune Hatip Yusuf’un babası( Sarı Hoca diye de bilinen İbrahim Hoca’nın babası), şu an ismini hatırlayamıyorum.

 

    ŞEVOJLAR: Şevojlar Kuzey Kafkasyadan beş aile olarak gelmişler:

 

Şevoj Şucoşko ( Sevoj Zekeriya Çavuş diyorlar. Şevoj Hamit Tırpan’ın ve Şevoj Rasim Tırpan’nın dedesi )

 

Şevoj Hanoh ( Şevoj Zekeriya Çavuş’un kardeşi )

 

Şevoj Leupakh ( Şevoj Hacı Osman ( Şevoj Mükerrem Yener’in dedesi) ve Şevoj Hacı Hasan ( Şevoj mükerrem Yener’in amcası, Şevoj Seydi Topak’ın babası )’nın babası )

 

Benim bildiğim , Kuzey Kafkasya doğumlu tek kişi Şevoj Hacı Hasan , beşikte gelmiş.

 

Şevoj İsmail Dede ( Şevoj Leupakh’ın kardeşi ): Şevoj İsmail Dede‘nin  oğlu Şevoj Mustafa, Şevoj Mustafa’nın çocukları ise Şevoj Cevriye Başaran, Şevoj Nazike Esen, Şevoj İsmail Hakkı Yener, Şevoj Hasan Tahsin Yener, Şevoj Basri Yener. Burada vurgulamak istediğim bir şey, Şevoj İsmail Hakkı Yener’in köyümüzün ilk öğretmeni olmasıdır.

 

    NEUTAHLAR: Neutahlar Kuzey Kafkasyadan bir hane olarak gelmişler. Bu sülalenin Kuzey Kafkasyadan gelenlerini bilmiyorum. Ağlarca’da doğan bireyleri ise şunlar:

 

Neutah Misas Nine

 

Neutah İdris Dede

 

Neutah İlyas Hoca

 

Neutah Osman

 

   PSINETHUJLAR: Psınethujlar Kuzey Kafkasyadan iki hane olarak geldiler.

 

Psinethuj Mustafa ( Psinethuj Naci Esen’in dedesi )

 

Psınethuj Pşıhıj:  ( Psinethuj şaban Esen’in babası)

 

   KANŞAVLAR:Kanşavlar Kuzey Kafkasya’dan bir hane olarak geldiler.

 

Kanşav Memiş. Kanşav Memiş’in iki tane oğlu vardı. Kanşav Hafız Zekeriya, Kanşav Hüseyin. Bu aile Ağlarca’yı beğenmeyip Balıkesir’in Demirkapı Köyüne gidiyor. Ancak iki sene sonra tekrar Ağlarca’ya dönüyor.

 

   VUGİKOLAR: Bu sülalenin ismi demirciler manasına geliyor. Kuzey Kafkasyada çok iyi silahlar üreten, ünlü silah üreticisi bir aile. Sülale isimleri de buradan geliyor.

 

   NUVOKOLAR: Kuzey Kafkasyadan iki hane olarak gelmiş. Burada hemen şu düzetmeyi yapmak istiyorum. Bu sülaleye Nivg deniliyor ama bu yanlış.Çocukların anne babaları öldüğü için, nineleri tarafından büyütülmüşler. Bu nedenle bu sülalenin doğru adı Nuvokolar.

 

Nuvoko Alecuk ve Nuvoko Kamil Ocak’ın dedesi bu sülalenin Kuzey Kafkasyadan gelen thamadeleri.

 

   RATKOLAR:Ratkolar Kuzey Kafkasyadan bir hane olarak geldiler. Tamadelerinin isimlerini hatırlayamıyorum. Ratko Mecit Efendi, Ratko Ramazan, Ratko Emrullah isimlerini hatırlıyorum. Ratko Hidayet, Ratko Enver, Ratko Tahir,Ratko Nahar bu sülaleden tanıdığım isimler.

 

   LAŞKOLAR: Kuzey Kafkasyadan bir hane olarak geldiler.Laşko Hüseyin, Laşko Pşımaf

 

 

 

 

     SORU> Kuzey Kafkasyada aynı sülaleye ait oldukları halde, farklı Türkçe soyadları taşıyan aileler var. Bunları anlatır mısınız?

 

     CEVAP >Elbette. ŞHAGUMDELER ( Göktepe, Balık, Seven, Oktay Şhagumd ); THAMEZLER (Aslan ); HUNELER ( Mısır, Akcan ); ŞEVOJLAR ( Tırpan, Topak, Yener );NEUTAHLAR ( Urgan ); PSINETHUJLAR ( Esen ); KANŞAVLAR (Okay, Kurt ); VUGİKOLAR ( Demir ); NUVOKOLAR ( Ocak ); RATKOLAR ( Sarıbardak ); GUĞOJLAR ( Özcan ); LAŞKOLAR (Yanık ).

 

    SORU>Ağlarcadaki zanaatkarlar kimlerdi ve onların ustalık alanları neydi? Bu konudaki bilgilerinizi, bizimle paylaşır mısınız?

 

     CEVAP >Guğoj Hamit Hoca ayakkabı tamirciliği ve berberlik; Kanşav Recep Okay ( Karabey) berberlik;; Şhagumde Arif Göktepe marangozluk; Thamez Hüseyin Aslan marangozluk, duvar ustalığı,demircilik; Ratko Şükrü Sarıbardak marangozluk, duvarcılık ustası olarak aklıma gelen isimler

 

       Köyde çalışkan çok insan vardı. Bunlardan özellikle anılmaya değer olanı Şevoj İsmail Dededir. Şevoj İsmail Dede ağaçtan tekneler yapıp satardı. Her seferinde , ağaçtan yaptığı üç tekneyi sırtına alır, yürüyerek Sivrihisara götürüp satar, bir tekne parası ile evin ihtiyaçlarını karşılar, kalan iki teknenin parası ile de iki oğlak alıp Ağlarca’ya dönerdi. Şevoj İsmail Dede bu şekilde beş yüz adet davarsahibi olmuştur. Daha sonra oğlu Mustafa yetişmiş, o da hayvancılık ve tarım ile uğraşarak geçimini sağlamıştır.

 

     Köyün saygı duyulan, sevilen, sayılan, bir sorun olduğunda çözümü için başvurulan kişileri şunlardı: Hune İlyas Ağa, Hune Yahya Bey, Şevoj İsmail, Ratko Mecit Efendi, Şhagumde İsmail, Şhagumde Molla Bekir,  Hune Hunepezade, Guğoj Salih Efendi, Şhagumde Ayıngacı Bekir.

        SORU> Ağlarcaılar'ın geçim kaynakları nelerdi?

 

     CEVAP > Köyün geçim kaynakları; hayvancılık, tarm ve dokumacılıktan oluşurdu. Hayvancılık büyükbaş hayvancılık(sığır ), küçükbaş hayvancılık(keçi, koyun) ve  atçılık(yılkıya bırakmak şeklinde ) idi. Ağlarcada tarım kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılırdı. Yaklaşık 1915 yılına kadar Ağlarcada haşhaş ve tütün ekimi de yapılmıştır. Yetiştirilen başlıca tarım ürünleri buğday (sünter: yaklaşık kırk günde yetişen buğday ),arpa, mısır, mercimek,darı, seyelek ve burçakdı. Dokumacılık ürünleri ise halı, kilim, halı heybe, çuvallar,çıyaphe, şarhon gibi giyeceklik dokumalardı.

 

      SORU> Şakir Ağabey, şimdi de sizden Ağlarca’da eğitim öğretim konusunda söleyeceklerinizi dinlemek isteriz.Ağlarca’da Türkçe eğitim öğretim ilk kez hangi tarihte başladı? Okul binası ne zaman yapıldı ? Okulun ilk öğretmeni ve ilk öğrencileri kimlerdi?

 

      CEVAP >  Köyde ilk okulun açılma tarihi 1948 dir. Köyümüzden yetişen ilk öğretmen Şevoj İsmail Hakkı Yener’dir. Şevoj İsmail Hakkı Yener ilkokul çağına geldiğinde, köyümüzde okul olmadığı için, Yapıldakta bulunan halasının yanında ilkokul eğitimini almış, buradan mezun olduktan sonra Çifteler Köy Enstitüsüne kaydını yaptırmıştır. Çifteler Köy Estitüsünü bitirdikten sonra da gelip köyümüzde eğitim öğretimi başlatmıştır. Şevoj İsmail Hakkı Yener bir süre ilkokul öğretmenliği yapmış, bu sırada Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki eğitimini tamamlayarak Türk Dili ve  Edebiyatı  öğretmeni olmuş, uzun yıllar Osmangazi Ortaokulunda edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştır.     

 

       İlk okul binası olarak, iki yıl Hamit Çavuş’un köy odası, bir sene Delikan’ın evi, iki sene Bıluh’un kahvesi kullanılmış; altıncı yıl ise yeni yapılan okul binasında eğitimöğretime başlanmıştır. Okul binasının yapılmasında Ratko Nahar Sarıbardak’ın emekleri büyüktür. Okulun malzemeleri Ratko Nahar Sarıbardak önderliğinde, Emirdağından getirilmiştir.

 

     Okulun ilk öğrenciler yaklaşık otuz-otuzbeş kişi kadardı. İsimleri hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi:

 

       Guğoj Kerim Özcan, Ratko Mehmet Emin Sarıbardak, Şhagumdelerden Şakir ve İhsan Göktepe, yine Şhagumdelerden Şaban ve Hamit Balık, Thamez Şaban Aslan, Thamez  İsmail Aslan, Hune Cevahir Akcan, Hune Esma Akcan, Hune Recep Aydoğdu, Hune Cevahir Aydoğdu, Şevoj Fevzi Topak, Şevoj Ramazan Topak, Şevoş İlyas Topak, Şevoj Muzaffer Topak, Şevoj Neziha Topak, Şevoj Sebiha Topak, Neutah Ramazan Urgan, Neutah Mehmet Urgan, Neutah Gülfiye Urgan, Nuvoko Nimet Ocak, Nuvoko Havva Ocak, Kanşav Zekai Kurt, Kanşav Lütfiye Kurt, Kanşav Yahya Okay, Kanşav Raif Okay, Psinethuj Gülfidan Esen, Psinethuj Muzaffer Esen, Psinethuj Caniye Esen, Psinethuj Yaşar Esen, Psinethuj Cemile Esen, Vugiko Aynur Demir.

 

       Ulaşım eskiden at arabası ile yapılırdı. Ağlarcaya ilk motorlu taşıt 1950-1951 yıllarında gelmştir

 

     SORU>  Şakir Ağabey,Ağlarca isminin nereden geldiği konusunda bize söyleyecekleriniz neler olacak? Merakla sizi dinliyoruz

 

     CEVAP > Bu konuda benim bildiğim üç söylenti var:

 

     Kuzey Kafkasyadan çıkıp Ağlarcaya  gelip yerleştikten sonra, yedi yıl boyunca devletimiz köye yiyecek içecek yardımı yapmış.Yedi yıl sonunda, köye artık devlet yardımının sona erdiğini bildirmek üzere bir görevli gönderilmiş.

 

     Birinci söylentiye göre: gelen görevlinin insanların, devlet yardımı sayesinde ağalar gibi yaşadığını görmesi ve “Ooo keyfiniz beyde yok, ağalar gibi yaşıyorsunuz “ lafından Ağlarca isminin geldiği.

 

     İkinci söylentiye göre: Devlet yardımının artık sona erdiğini söyleyip geri dönen görevliye geri döndüğünde yardımın sona ermesine köy halkının tepkisinin ne olduğu sorulmuş . Bu soruya cevaben verdiği “Ne yapsınlar , ağlar gibi duruyorlardı” lafından Ağlarca isminin geldiği

      Öğretmenimiz Şevoş İsmail Hakkı Yener’den duyduğumuza göre ise Ağlarca ismi şuradan geliyormuş: Ağlarca çevredeki köyler içinde ormanı ve dolayısıyla yağmuru en bol olan tek köy.
      Yağışlı günlerde aşağıdaki köylerden bakıldığında, bulutlardan yağmur damlalarının dökülmesi ağlar gibi bir görüntü oluşturuyormuş. Bu nedenle köyümüzün adına Ağlarca denmiş.
 

 

      

 

     Değerli büyüğümüz Şhagumde Şakir Göktepe ile bu söyleşiyi 2006 ylında Eskişehirdeki evinde ikram ettikleri lezzetli börekler ve taze demlenmiş sıcacık çaylarımızı yudumlarken yaptık. Ben bu söyleşinin notlarını tutarken Şevoj Necdet Topak da video çekimini yapıyordu. Bu söyleşinin gerçekleşmesine katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz. 

 

 

 

 

  Şevoj Gülsen Yener, Şevoj Necdet Topak

ESKİŞEHİR  2006-11-26

NOT ==  Ağlarca da yaşayan sülalelerden ÇIÇKANLAR ( Babaları yazılı kayadan gelip yerleşmiştir. ) Aydoğdular.
                KOCAMUHTARLAR ( Anneleri bizim köylü olup babaları HAN dan ) babaları öldükten sonra köye gelip yerleşmişlerdir. ( DERE SOYADINI TAŞIYANLAR )

                                            

################ UNUTULMAYANLAR (Ana Sayfa) ################       BURADA EĞER EKSİKLER GÖRÜYORSANIZ HEMEN İLETİŞİM SAYFAMIZDAN  GÖNDERİN

   RECEP ÖZCAN (Nen av)  
        Adil ve Ethem ÖZCAN’nın kardeşidir. Kardeşi Ethem Özcan’la yan yana olan yer evlerinde otururlardı. Her kuvvetli gelen yağmurdan sonra dere ağzında olan evlerini su basardı. Köyde uzun süre de bakkallık yapmıştır.
        Şükriye, Fahriye, Necmettin diye çocukları olmuştur.


         
ADİL ÖZCAN
         Boylu poslu bir adamdı. Askerliğini de bu özelliğinden dolayı Cumhurbaşkanlığı muhafız alayında yapmıştı. Ziraata özellikle meyveciliğe çok düşkündü. Yetiştirdiği meyve ağaçları bu gün hala meyve vermektedir. Karağaçpınarda bahçelerimiz yan yanaydı. Bir gün yanıma geldi. Bende acaba olurmu diye karpuz ekiyordum. Bir sürü olumlu nasihat verdikten sonra bir öneride bulundu. Bana karpuzların yanına kabak ta ekmemi, sonra kabakla karpuz sürgünlerini birbirine dolayarak kaynaştırmamı, karpuzun meyvelerini kopartmamı, böylece tüm besinin kabaklara giderek, kabakların hem daha çabuk meyvelerin büyüyeceğini hem de daha tatlı olabileceklerini söyledi. O zamanlar bunu yapamadım ama sonucu ne olurdu hala merak ediyorum. O zaman Adil Amcanın bu hayal gücüne hayran kalmıştım. Bu gün İsrail’in, Japonya’nın bu tür denemeler yaptığını okudukça Adil Amca’yı rahmetle anıyorum.
        Dişlerin de çok iyi bakardı, çayı çorbayı soğutarak içer, dişlerine soğuk su değirmezdi. Bahçede kaldığı günlerde barınmak için bir ağacın üstüne yaptığı barınakta mutlaka diş fırçası ve diş macunu bulunurdu.


        
HAMİT ÖZCAN (Hoca)
        Askerlik yıllarına kadar köyümüzde yaşadı. Askerlikten sonra ailesi ile birlikte Kadı kuyu köyüne hoca olarak gitti, oraya yerleşti.
        Hatırladığım en büyük özelliği yüzünün hep gülümsemesi, her yaşta insanla seviyelerine göre konuşabilmesiydi.
        Muzaffer, Naci, Salih Sıtkı, Yaşa ve Elmas diye çocukları oldu.


          MECİT SARIBARDAK
         Köyümüzün dışarı köylerde hocalık yapanlardan biriydi. Ölümü de bu köylerden birine giderken delice denen sap arabasının kanadının çarpması sonunda, bindiği hayvandan düşerek olmuştur.
         Kadir, İsmail, Hidayet diye üç oğlu ile iki kızı olmuştur
.


         
KADİR SARIBARDAK
         Uzun yıllar köyümüzde ve Peçene köyünde orman ve mera koruculuğu yaptı. Aynı zamanda bu köylerde de bakkallık yaptı. Ağlarca ile Peçene arasında çok sık gider gelirdi. Bu seferlerin birinde bana büyük bir faydası olmuştu: Orta okula gittiğim sıralarda bir yaz tatilinde Ağlarca dan Kiliseye gidiyordum, tam Gök tepenin yamacına vardığımda Osman Ağanın meşhur köpeklerine rastlamıştım. Kendimi zor bir ağaca atabilmiştim. Köpeklerde inadına gelip ağacın altına yatmışlardı. Çobana sesimi duyuramamış davarla birlikte çekip gitmişlerdi. Ne kadar bir süre ağaçta kalmıştım bilmiyorum. Bir ara bir baktım kadir amca atının üstünde yolda gidiyor. Allah ne verdiyse bağırarak kendimi göstermiştim. Köpeklerde onu tanıdıklarından zorlanmadan kovalamış beni de kurtarmıştı. Hiç çocuğu olmadı.


         
HİDAYET SARIBARDAK
         Uzun süre köyümüzün muhtarlığını yaptı. Bir arada çift sıra koltuğu olan bir Skoda alarak dolmuşçuluk ta yapmıştır. İki kere evlenmiş çocuğu olmamıştır. 


         
HACI İBRAHİM SARIBARTAK 
         Köyümüzün yetiştirdiği değerli insanlardan biridir. Köyde kaldığı sıralarda ne sıcak havayı nede soğuk havayı sevmemesiyle tanındı. Bu gün bir deyiş haline gelen,”Sana Ablem havasını nerden bulalım” sözü oradan kalmadır.
         Köyden Çiftelere taşındıktan sonra da kısa bir süre Sadıroğlu Köyünde kaldılar. Sonradan tekrar Çiftelere yerleştiler. O zamanlar tam hatırlamıyorum, şitayir mi, BMC mi bir açık arabası vardı.
Bu arabayla ara sıra köye gelirdi. O zaman biz köy çocuklarının gördüğü motorlu taşıt bu kamyonla Emirdağlı cırcıroğlunun dört tekeri birbirine eşit jipe benzer arabasıydı. Bu nedenle Hacı amcanın köye gelişi biz çocuklar için büyük bir olaydı. Kamyonun sesi duyulduğunda bütün çocuklar Allah ne verdiyse son hızımızla Erten yolundan koşar inerdik. Hacı amcada durur hepimizi arabaya doldurur köye kadar getirirdi. Sonraları o kamyonu satarak otobüsçülük işine girdi. Doğru çalışmasının sonunda da işleri iyi gitti. Hacıya birkaç sefer gitti geldi. Yaşadığı müttetçe insanlardan yardımını hiç esirgemedi. Milliyetçi bir kişiliği de vardı, insanların ana dillerini öğrenmelerine önem verirdi. O sıralarda biz 8–10 kişi Çifteler de okuyorduk. Bizi gördüğünde Adiğece tekerlemeler söyler tekrarlamamızı isterdi.
        “Mi kulagem sizepiki sikızapikijığ” tekerlemesi hiç unutamadığım bir tekerlemedir.
         Cemil, Asiye, Mesut diye çocukları olmuştur
.


        
NAHAR SARIBARDAK
         Köyümüzün yetiştirdiği ilk memurlardan biridir. Kanunları çok iyi bilmesi ile tanınırdı. Köyde kaldığı süre içerisinde muhtarlık yapmış, köy de eğitimin gelişmesi için büyük gayret göstermiştir. Sonraları Çiftelere taşınmışlar, burada da uzun yıllar maliyede memur olarak çalışmış, emekliye ayrıldıktan sonrada serbest muhasebecilik yapmıştır.
         Sevim, Safiye, Ölmez, Hayati, Hikmet diye çocukları olmuştur.

    

        
HACI ŞÜKRÜ SARIBARDAK
         Eli her işe yatkındı, bilhassa marangozlukta beceriliydi. İyi atlar koşardı, onlarla öğünmeyi çok severdi. Çiftelerdeki evimizin avlumuza, köyden götürdüğüm borda kapıyı taktırmak istemiştim. Birkaç ustanın uğraşmasına rağmen teraziye, gönyeye dek getirip takamamışlardı. Bunu yaparsa anca Şükrü usta yapar dediler. O sıralarda Şükrü amcalar da Çiftelere yerleşmişlerdi. Gittim söyledim, ikiletmeden hemen geldi. Sağından baktı, solundan baktı ve işe girişti. Bir süre sonra işi halletmiş, tam istediğim gibi bir iş çıkarmıştı.
         Malzemelerini teşekkür ettim ve “Borcum ne kadar Şükrü Amca” diye sordum. Başını kaldırıp düşündü, saatine baktı sonrada “İşim 2 saat 10 dakika sürdü. Yevmiyem şu kadar. Hesaplar eve gönderirsin” dedi ve gitti. Ağzının ucuyla istemez demeden, ne verirsen ver gibi laflar kullanmadan, işi kestirip atması çok hoşuma gitmişti. Sonraları hacıya da gidip geldikten sonra, İstanbul’a çocuklarının yanına yerleşerek kalan ömrünü orda tamamladı. 
        Meral, Derman, Muammer, Erol, Erhan,Ayhan diye çocukları vardır.


         AHMET DEMİR (Çelenaşğo)
         Çok sert görünüşünün altında yumuşak ve merhametli bir yapı taşıyan bir adamdı. Eli ağaç işlerine çok yatkındı. Kağnı, boyunduruk, tüfek kabzası, tırmık, ananat gibi aletlerin ustasıydı. Hele hiç çivi kullanmadan yaptığı tırmıklarla tırmık çekmek çok zevkli olurdu. Tırmık dişlerini uygun aralıkta ve aynı boyda yaptığından, onun onun tırmıkları geride sap bırakmazdı.
         Kezban, Ömer(Ramazan), Emriye, Fadime, Kevser, Ertuğrul, Emine diye çocukları olmuştur.


          YUSUF DEMİR (Delkan)
         Ahmet ve Şaban Demirin kardeşleriydi. Kendi işine gücüne bakan sessiz ve sakin bir adamdı.
         Aynur, Nurten, Nurşen, Servet, Şengül isimli çocukları olmuştur.



         ŞABAN DEMİR (Küçük Şaban)
         Pek at koşmadığı halde avlusunda mutlaka birkaç kısrak olurdu. Bunlardan olma tayları yetiştirirdi. Toplumun içine fazla karışmazdı ama bir araya gelindiğinde de muhabbeti zevk verirdi.
        Ölmez, Kadir, Bayram, Yaşar, Elmas isimli çocukları vardır.

 
 
        HİLMİ TOPAK
       Şeydi Topak’ın oğludur. Hayvancılıktan iyi anlardı, hayvan hastalıkları ve tedavisi konusunda bilgiliydi. Avcılığa da merakı vardı. Bir domuz avı sırasında yaralı bir domuzun saldırısına uğrayarak bir parmağını kaybettikten sonra domuz avcılığı hastalık seviyesinde gelişmiştir.

        Nesrin, Nermin, Nurhan, Hasan isimli çocukları olmuştur.
        Ağlarca Erten arasında ki bir trafik kazasında vefat etmiştir,

 
        HAYDAR AYDOĞDU
  
    Aslen Yazılıkaya köyündendir. Şewoşlar dan Mustafa Yenerle evli olan ablasının yanına gelip giderken ğhune İlyas’ın kızı ile evlenmiştir. Ğhune İlyas’ın oğlu olmaması, kızına düşkünlüğü gibi sebeplerden dolayı Ağlarca’ya yerleşmiştir.
         Fehmi, İsmet, Mürvet, Cevahir isimli çocukları olmuştur.


 

         FEHMİ AYDOĞDU
         Haydar Aydoğdu’nun oğludur. Her yaptığı işi çok temiz yapardı. Çalışırken de kendini fazla yormazdı. Avcılığa da merakı vardı ve iyi avcıydı. Çalı dibindeki yatan tavşanı mutlaka görürdü. Duvar ustalığı da yapardı. Bir kaç dönem de muhtarlık yapmıştır. Muhtarlığı sırasında köye gelen devlet memuru ve diğer misafirleri çok iyi ağırlamasıyla isim yapmıştı.
         Ziyattin, Nurettin, Mürvet, Medine, İlyas, Aydın diye çocukları olmuştur.


 
         RAMAZAN OKAY  
        Çok iyi mızıka çalardı. İyi de tırpan biçerdi ot biçme zamanı Marmara Bölgesine özellikle Gemlik yöresine giderdi. 


 
         RAMAZAN SEVEN 
       
Çok sakin sessiz bir adamdı. Köyden kırk yaşından sonra Eskişehir’e göç etmiştir. Mesut, Harun ve Cahit isimli çocukları olmuştur. 

 
         MUSA TOPAK   
        Amcasının oğlu şeydi Topakla afyona okumaya giden ilk köylülerimizden biridir. Afyon dan döndükten sonra köyde hayvancılık yapmaya başlamıştır. Çok güzel kavallar yapar aynı zamanda da çalardı.
         Hanife, Yusuf, Hamdi, Ramazan, Asaf, Selahattin isimli çocukları olmuştur.

 

         YUSUF TOPAK

        
Çiftçiliği çitiye alan bu işi tüm kurallarıyla yapan birisiydi. Yılın kötü gelip milletin saçtığı tohumları kaldıramadığı yıllarda bile onun tarlalarında ki hâsılat hep yüz güldürürdü.
         İnsanlarla barışık bir yapısı vardı.
       
Gülçin, Cevdet, Necdet ve Kezban isimli çocukları vardır.

 

         SELAHATTİN TOPAK  
        Çeşitli nedenlerden dolayı köy dışında uzun süreler kalmıştı. Çok geniş ufku olan yenilikleri kabul eden ve her fırsatta uygulayan birisiydi. Ev, mutfak, çocuk bakımı ile ilgili birçok şeyi köye o getirmiştir.            
Yılmaz, Gülnaz, Osman ve Yusuf diye çocukları vardır.

 


        ASAF TOPAK   
        İyi bir duvar, çatı ustasıydı. Aynı zamanda marangozluk ta yapardı. Bir öğretmenle evli olduğu için köyde fazla kalmadı. Eşinin çalıştığı yerlerde bulunmak zorunda kaldı. Sonunda Eskişehir’e yerleşerek ömrünün sonuna kadar orada yaşadı. Avcılık merakı yüzünden köye sık sık gelirdi.    
        Nurçin ve Müzeyyen diye iki kızı vardır.

  
        YAKUP URGAN   
        Çok genç yaşta beyin kanamasından kaybettiğimiz bir hemşerimizdir. D.S.İ ‘inde çalışmaktaydı. İyi akordion çalardı. İki kere evlenmiş hiç olmamıştır.

 

         
HÜSEYİN ARSLAN
         Çok çalışkan bir adamdı. Duvar ustalığı, marangozluk gibi maharetleri vardı. Esas ilgilendiği alan ise dağı bayırı kazarak su aramasıydı. Gerçi kimse onun su aradığına inanmaz, define aradığını söylerlerdi. Çocukları kazı yapmaya gitmesin diye kazma ile küreğini saklarlardı. O da yenisini alır akşam gelirken de dağda saklar gelirdi.
               Şakir, Şaban, Sefer, İsmail, Yüksel, Sabiha, Nezihe diye çocukları vardır.


 
          İSMAİL GÖKTEPE
          Etrafa nam salmış bir yiğitti. Tabiri caizse o zamanın tek kişilik mafyası idi. Bütün çevre köyleri İsmail Ağa dendi mi şöyle bir toparlanırlardı. O derece güçlü ve sözü geçer olmasına rağmen haksız yere kimsenin canını yakmamıştır.
           Seyit Ahmet, Recep ve Halise diye çocukları olmuştur.



           SEYİT AHMET GÖKTEPE
           Babası İsmail ağanın yolundan gitmeyi tercih etmiştir. Babasının ismi onu bir yerlere getirdiyse de kendisinde pek bir şey olmadığından namını yürütememiştir. Bir müddet sonrada sonra da köyü ve etrafı terk etmiştir. Uzun yıllar sonra da Sinop hapishanesinde öldüğü haberi gelmiştir. İki kere evlenmiştir bir kız çocuğu olmuştur ama çevremizdeki hiç kimse ne ismini nede nerede yaşadığını bilmemektedir.


 
   
       RECEP GÖKTEPE
          Orta boylu ama yapılı biriydi. Çok yürekli ve gözü karaydı. Babası İsmail Ağanın özelliklerine sahipti. Uzun yıllar köyde koruculuk yaptı. Onun koruculuğu sırasında köylü mera açısından çok rahat etti. O da ağabeyi gibi köyü terk ederek İstanbul civarlarına gitti. Buralarda bir müddet fedailik yaptı. Karıştığı bir kavga sonunda aldığı bıçak darbeleri yüzünden kaldırıldığı hastanede öldü. H,ç evlenmedi.


 
 
       
MUZAFFER ESEN
          Hareketli hayatı seven biriydi. Babasını kaybettikten sonra durgunlaştı, arkasından da ailece köyden ayrılarak Çiftelere yerleştiler. Orada uzun süre bakkal dükkânı çalıştırdı.
          Kader, Sıla, Sefa ve Kısmet isimli çocukları olmuştur.


         KADER ESEN

         Muzaffer Esen’in oğludur. Astsubay olarak orduda görev yapıyordu. Genç yaşında bir trafik kazası sonunda aramızdan ayrılmıştır.



         HASAN DERE

         Babası komşu Han ilçesinden olmasına rağmen, onun ölümünden sonra annesi ile birlikte köye gelip yerleşmişlerdir. Sülale isminin köyümüzdeki sülalelerden olmamasının sebebi budur. On elinde on marifet var derler ya, tam onun için söylenmiştir san ki. Üst seviyede marangozluğu, demirciliği vardı, köyde dükkân çalıştırırdı, pazarlarda ayakkabı satardı, bunun yanı sıra otobüs. İşletmeciliği de yapmıştır. Hiç evlenmemiştir.



         KARABEY OKAY
         Köyün ilk berberiydi. Uzun yıllarda muhtarlık yaptı. Sonraları bir devlet kuruluşuna girerek şehre yerleşti ve emekli oldu. Zehra, Hasibe, Necdet, Nihat, Atnan diye çocukları oldu.


 

        
CEMAL ÖZCAN
         Her şeyden az buçuk anlayan birisiydi. Hastalara iğne yapar, duvar ve çatı ustalığını da becerirdi. Çok ağırkanlı ve uyumayı seven biriydi. Nerde olursa olsun ilk fırsatta gözlerini kapardı. Büyük bir ihtimalle “Ben uyumuyorum gözlerimi dinlendiriyorum “Sözü sözünün kaynağı Cemal amcadır.
          Yıldırım ve Nemciye isimli iki çocuğu olmuştur.


 
          
RECEP URGAN
           Köyde uzun süre kalmamıştır. Çifteler’e göç ettikten sonra Bingeşik Köyünden Dönmezlerle ortak kamyon alarak nakliye işi yapmıştır. Sonradan ayrılarak bu işi kendi başına sürdürmüştür. Ortaklığı sırasında kullandığı arabanın üstünde dönmez yazdığı için çalıştığı yıllarda dönmez Recep olarak bilinmiştir. Babası İlyas Hoca gibi mukallit ve hazır cevaptı.
            Muhsin, Şükran, Şükriye isimli çocukları olmuştur.



           KAMİL URGAN

           Annesi ölüp babası İlyas Hoca tekrar evlendiğin de,  10–11 yaşlarında köyü terk etmiş uzun yıllar kendisinden hiç haber alınamamıştır. Sonraları Balıkesir’e yerleştiği varlıklı bir kadınla evlendiği öğrenilmiştir. Ömrünün son on yılında ise her yıl birkaç kere köye gelerek hasret gidermiştir. Onun bu gelişleri sırasında köydeki çocuk yaştakiler onu mesir macuncu Amca diye hatırlarlar. Bunun sebebi de her gelişinde çocuklara macun şekeri dağıtmasıydı.Hiç çocuğu olmadı. 


             ARİF GÖKTEPE

            Köyümüzün hatta civarın en iyi duvar ve çatı ustasıydı. Bilhassa baca yapımında çok ustaydı. Dediklerine göre bu güne kadar yaptığı hiçbir baca hangi rüzgâr eserse essin çekmezlik yapmamıştı.
             Mahmut, İhsan ve Nurhayat isimli çocukları olmuştur.

 

           
APDULLAH GÖKTEPE
            Çok tez canlı ve seri birisiydi. Onunla yola gidenler o normal yürüyüşünde giderken koşmak mecburiyetinde kalırlardı.
             İki kere evlenmiş, hiç çocuğu olmamıştır. 

 

            
RASİM TIRPAN
             Evleri Erten yolundan köye girip köy meydanına gelindiğinde, meydanın sağında, Fehmi Aydoğdu’nun evinin karşısındaydı. Bu gün orada hala bir taş yığının dan oluşan bir viranelik vardır. Sivri kişilikleri olmayan sakin bir adamdı.
            Ramazan, Sadettin, Zekeriya, Hasan Tahsin, Zehra isimli çocukları vardır.

 
  
         
HAMİT TIRPAN
            Cambazlık yani hayvan alım satımı ile uğraşırdı. Uzun süre köy muhtarlığı yapmıştır. Sonralara Çifteler’e yerleşmiştir.
            Makbule, Mediha isimli iki çocuğu olmuştur.



   
         KERİM OKAY

            İnsanları seven onlarla geçinmeyi ön planda tutan, eşi, tostu, hasta ve yaşlıları ziyaret etmeyi seven birisiydi. Elinden hemen hemen her türlü iş gelirdi. Bilhassa ağaç işçiliğinde ustaydı. Uzun yıllar Köy Hizmetlerinde çalıştıktan sonra emekli olmuştur.
            Aziz, Yusuf, Necdet isimli çocukları olmuştur


     
         AZİZ OKAY

              Kerim Okay’ın oğlu ve başarılı bir inşaat mühendisiydi Resim yapmayı sever, bu konuda başarılı çalışmalar da yapardı. Adiğeliğe, adet ve törelere düşkündü. Daha 36 yaşındayken 
              Köylülerimizin çoğunun yakalandığı kansere yenik düşmüştür. 
              Evli ve Aslı isimli bir kızı vardır.


 
             
HASAN TAHSİN YENER.
             Çok ağır başlı bir insandı. Hayvanları çok severdi. Onun yabancı bir sürünün içine girmiş kendisine ait bir koyunu uzaktan tanıyabildiğini söylerler. 
              Hayati, Fethiye, Zahide, Zekayi isimli çocukları vardır.


 
    
         
İSMAİL HAKKI YENER
             Ailesinin karşı çıkmasına rağmen Hamidiye Köy Enstitüsünü bitirerek, köyümüzde yetişen ilk öğretmen olmuştur. Köyümüzde de ilk defa okulu o açmış, eğitimin halk tarafından benimsenip kabullenmesi için büyük emek sarf etmiştir. 15 yıllık öğretmen ve beş çocuk babasıyken eğitim enstitüsünü dışarıdan bitirerek, ilkokul öğretmenliğinden orta-lise öğretmenliğine geçmiştir. Okumayı, okuyanı çok seven, tahsile aşırı önem veren birisiydi.
             Gülseren, Zeki, Güler, Gülten, Gülsen isimli çocukları olmuştur.


 

             
ENVER SARIBARDAK
             Annesi tarafından çok nazlı yetiştirilmiş, güçlü, kuvvetli bir insandı. Saf görünümünün altında parlak bir zekâsı vardı. Hiç evlenmedi.


 
              AHMET OCAK

              Nivgko Ahmet dendi mi tırpan akla gelirdi. Tırpana çok güzel düzen verirmiş. Onun düzen verdiği tırpanlar kendi kendine ekin biçer derlerdi. Kendiside zamanın en usta tırpancısıymış. Günde 6–7 dölüm yer biçebilirmiş.
             Kâmil isminde bir oğlu olmuştur.


 

            
KÂMİL OCAK
            Çok tez canlı birisiydi. Sabahları erken kalkar, işlerini çok hızlı görürdü. Yolda birlikte yürürken ona yetişebilmek için durmadan koşmak gerekirdi. Bir sabah sofrada otururlarken sana yağı biter. Küçük kızı da sana yağını pek sevmektedir. Kimseye hissettirmeden kalkar 5 km uzaklıktaki Kayı Köyüne gider, daha ev halkı sofradan kalkmadan sana yağını getirir gelir. Bunun yanı sıra çabuk parlayan o derecede de çabuk yumuşayan bir kişiliği vardı.
              Mevlit, Şemsettin, Nurettin, Cevdet, Cevahir, Çevriye, Sultan ve Songül isimli çocukları vardır. 


 

            
ALE OCAK
             Zamanın ve bölgenin en büyük yılkısına sahipti. Atları çok sever ve onlarla iyi anlaşırdı. Yılkıdan ondan habersiz hiç kimse bir at alamazdı. Ancak o giderse aygırlar yılkıdan at alınmasına izin verirlerdi. Yılkı iki ayda bir köye tuza geldiğinde aygırlarla özel ilgilenir onlarla çocukları gibi konuşur, avucuyla kuru üzüm yedirirdi.
              Yusuf, Mehmet; Salih, Hava isimli çocukları olmuştur. Bunlardan Yusuf ve Mehmet seferberlikte kalmışlardır.


 
         
   
SALİH OCAK
            Ağır işlerde çalışmayı sevmez her gittiği yere atla giderdi. Dörtnala giden bir atın sırtındayken yerdeki demir parayı alabilecek kadar iyi bir biniciydi. Uzun yıllar koruculuk yaptı. Tez canlı olmasından dolayı, bu görevi sırasında köye vergi toplamaya gelen tahsildarlarla sık sık vuku atları olurdu.
            Nazire, Gülizar, Hava, Nimet, Kıymet ve Orhan isimli çocukları olmuştur. 

 
 
 


 
################ SuLALELER (Ana Sayfa) ################

Ağlarca kırsalında gün batımı

AĞLARCA KÖYÜNDE İLK YERLEŞİM GÜNÜNDEN BU GÜNE KADAR YERLEŞMİŞ OLAN SÜLELELER


ŞHAGUMDELER - ( Göktepe, Balık, Seven, Oktay )
THAMEZLER - (Aslan )
HUNELER  - ( Mısır, Akcan )
ŞEVOŞLAR - ( Tırpan, Topak, Yener )
NEUTAHLAR - ( Urgan )
PSINETHUJLAR - ( Esen )
KANŞAVLAR - (Okay, Kurt )
VUGİKOLAR - ( Demir )
NUVOKOLAR - ( Ocak )
RATKOLAR - ( Sarıbardak )
GUĞOJLAR - ( Özcan )
LAŞKOLAR - (Yanık )
ÇIÇKANLAR - ( Aydoğdular )
KOCAMUHTARLAR - ( Dere )

Not =
RATKOLAR, KANŞAVLAR bizlere kendilerinin ŞEVOŞ olduklarına dair ifadeleri olmuştur. Bizler kaynağımızdan aldığımız bilgilere ilke olarak müdahale etmiyoruz ama bu böyle durumları da NOT OLARAK BİLDİRİYORUZ.

################ SiFRELi SAYFALAR (Ana Sayfa) ################ ################ GELENEKLERiMiZ (Ana Sayfa) ################

ÖNSÖZ
       Geleneklerimiz ana başlığının sayfalarında anlatılanların tamamı Doğup büyüdüğüm çevrenin yaşantısından  görüp yaşadıklarım ve bu bölgede yaşamış kişilerin anlattıklarından derlenmiştir. 
         Hiç bir yerden alıntı ve aktarma yapılmamıştır. Bu nedenle bir araştırma ve tüm adigelerin yaşantısını anlatan bir belge niteliği taşımamaktadır.

KAYNAK KİŞİLER
ĞHUNE Ramazan Mısır, ŞEWOŞU Mükerrem Yener, PSİNETĞHUÇ İzzet Esen, 
HAZIRLAYAN
Orhan OCAK


################ (Ana Sayfa) ################ ################ ADİGE SÖZLÜK (Ana Sayfa) ################ ################ ADİGE SÖZLÜK -DENEF (Ana Sayfa) ################ ################ ÇEVİRİ SÖZLÜĞÜ (Ana Sayfa) ################ ################ KİRİL SÖZLÜĞÜ (Ana Sayfa) ################ ################ (Ana Sayfa) ################ ################ ADiGE MUZiKLERi-1 (Ana Sayfa) ################
Adige Müzikleri-1.Sayfa


Abaza Ezgileri
     01ABAZA.MP3  
     02ABAZA.MP3
     03ABAZA.MP3
     04ABAZA.MP3
     05ABAZA.MP3
     06ABAZA.MP3
     07ABAZA.MP3
     08ABAZA.MP3
     09ABAZA.MP3
     10ABAZA.MP3
     11ABAZA.MP3
     12ABAZA.MP3
     13ABAZA.MP3
     14ABAZA.MP3
     15ABAZA.MP3
     16ABAZA.MP3
     17ABAZA.MP3
     18ABAZA.MP3
     19ABAZA.MP3
 


 


 

  Abida Album-1
     Track01.mp3
     Track02.mp3
     Track03.mp3
     Track04.mp3
     Track05.mp3
     Track06.mp3
     Track07.mp3
     Track08.mp3
     Track09.mp3
     Track10.mp3

Abida Album-2
     Track01.mp3
     Track02.mp3
     Track03.mp3
     Track04.mp3
     Track05.mp3
     Track06.mp3
     Track07.mp3
     Track08.mp3
     Track09.mp3

 

 

 

     Adige Mix
     01 - Track 1.mp3
     02 - Track 2.mp3
     03 - Track 3.mp3
     04 - Track 4.mp3
     05 - Track 5.mp3
     06 - Track 6.mp3
     07 - Track 7.mp3
     08 - Track 8.mp3
     09 - Track 9.mp3
     10 - Track 10.mp3
     13 - Track 13.mp3
     14 - Track 14.mp3

 

   Adige Wored
     adige_01.mp3
     adige_02.mp3
     adige_03.mp3
     adige_04.mp3
     adige_05.mp3
     adige_06.mp3
     adige_07.mp3
     adige_08.mp3
     adige_09.mp3
     adige_10.mp3
     adige_11.mp3
     adige_12.mp3
     adige_13.mp3
     adige_14.mp3
     adige_15.mp3
     adige_16.mp3
     adige_17.mp3
     adige_18.mp3
     adige_19.mp3
     adige_20.mp3
 

 

   Adigey
     ADIGEY 01.mp3
     ADIGEY 02.mp3
     ADIGEY 03.mp3
     ADIGEY 04.mp3
     ADIGEY 05.mp3
     ADIGEY 06.mp3
     ADIGEY 07.mp3
     ADIGEY 08.mp3
     ADIGEY 09.mp3
     ADIGEY 10.mp3
     ADIGEY 11.mp3

 

 

Amer Bazoga
     01.mp3
     02.mp3
     03.mp3
     04.mp3
     05.mp3
     06.mp3
     07.mp3
     08.mp3
     09.mp3
     10.mp3
     11.mp3
     12.mp3
     13.mp3
     14.mp3
     Track1.mp3
     Track13.mp3
     Track2.mp3

 

 

 

 AslanLiev
     AslanLiev_01.mp3
     AslanLiev_02.mp3
     AslanLiev_03.mp3
     AslanLiev_04.mp3
     AslanLiev_05.mp3
     AslanLiev_06.mp3
     AslanLiev_07.mp3
     AslanLiev_08.mp3
     AslanLiev_09.mp3
     AslanLiev_10.mp3
     AslanLiev_11.mp3
     AslanLiev_12.mp3
     AslanLiev_13.mp3

 

 
 Bataj Mahmud

 

 

 


 

Deghanaw
     deghanaw_01.mp3
     deghanaw_02.mp3
     deghanaw_03.mp3
     deghanaw_04.mp3
     deghanaw_05.mp3
     deghanaw_06.mp3
     deghanaw_07.mp3
     deghanaw_08.mp3
     deghanaw_09.mp3
     deghanaw_10.mp3
     deghanaw_11.mp3
     deghanaw_12.mp3
     deghanaw_13.mp3
     deghanaw_14.mp3
     deghanaw_15.mp3
     deghanaw_16.mp3
     deghanaw_17.mp3
     deghanaw_18.mp3
     deghanaw_19.mp3
     deghanaw_20.mp3
     deghanaw_21.mp3

 


 


Enstrumental
     01ENST.MP3
     02ENST.MP3
     03ENST.MP3
     04ENST.MP3
     05ENST.MP3
     06ENST.MP3
     07ENST.MP3
     08ENST.MP3
     09ENST.MP3
     10ENST.MP3
     11ENST.MP3
     12ENST.MP3
     13ENST.MP3
     14ENST.MP3
     15ENST.MP3
     16ENST.MP3
     17ENST.MP3
     18ENST.MP3
     19ENST.MP3
     20ENST.MP3
     21ENST.MP3
     22ENST.MP3
     23ENST.MP3
     24ENST.MP3
     25ENST.MP3
     26ENST.MP3
     27ENST.MP3

 



 

Jordan
     Jordan_01.mp3
     Jordan_02.mp3
     Jordan_03.mp3
     Jordan_04.mp3
     Jordan_05.mp3
     Jordan_06.mp3
     Jordan_07.mp3
     Jordan_08.mp3
     Jordan_09.mp3
     Jordan_10.mp3
     Jordan_11.mp3
     Jordan_12.mp3
     Jordan_13.mp3
     Jordan_14.mp3
     Jordan_15.mp3
     Jordan_16.mp3
     Jordan_17.mp3
     Jordan_18.mp3
Jordan Al Jel
2002
     JORDAN 01.mp3
     JORDAN 02.mp3
     JORDAN 03.mp3
     JORDAN 04.mp3
     JORDAN 05.mp3
     JORDAN 06.mp3
     JORDAN 07.mp3
     JORDAN 08.mp3
     JORDAN 09.mp3
     JORDAN 10.mp3

kaynak ---> http://www.elbruz.org.tr/main.php?fname=muzik


################ ADiGE MUZiKLERi-2 (Ana Sayfa) ################
Adige Müzikleri-2.Sayfa



 
 

 
Kafdaginda Kardelen

 
Kafdaginda Kardelen

 


Kardangush Zaramuk1
 

Kasherga Kuratsa
 

 Maremuka Xocen
 

 Nahus Kerim1
     Nahushev_Cherim_01.mp3
     Nahushev_Cherim_02.mp3
     Nahushev_Cherim_03.mp3
     Nahushev_Cherim_04.mp3
     Nahushev_Cherim_05.mp3
     Nahushev_Cherim_06.mp3
     Nahushev_Cherim_07.mp3
     Nahushev_Cherim_08.mp3
     Nahushev_Cherim_09.mp3
     Nahushev_Cherim_10.mp3
     Nahushev_Cherim_11.mp3
     Nahushev_Cherim_12.mp3
Nahus Kerim2
     01nahus.mp3
     02nahus.mp3
     03nahus.mp3
     04nahus.mp3
     05nahus.mp3
     06nahus.mp3
     07nahus.mp3
     08nahus.mp3
     09nahus.mp3
     10nahus.mp3
     11nahus.mp3
     12nahus.mp3
Nahus Kerim3
     nahusA01.mp3
     nahusA02.mp3
     nahusA03.mp3
     nahusA04.mp3
     nahusA05.mp3
     nahusA06.mp3
     nahusA07.mp3
     nahusA08.mp3
     nahusA09.mp3
     nahusB01.mp3
     nahusB02.mp3
     nahusB03.mp3
     nahusB04.mp3
     nahusB05.mp3
     nahusB06.mp3
     nahusB07.mp3
     nahusB08.mp3
     nahusB09.mp3

 

Nalcik Zuber
     nalcik_01.mp3
     nalcik_02.mp3
     nalcik_03.mp3
     nalcik_04.mp3
     nalcik_05.mp3
     nalcik_06.mp3
     nalcik_07.mp3
     nalcik_08.mp3
     nalcik_09.mp3
     nalcik_10.mp3

 

 Nalmes
     nalmes01.mp3
     nalmes02.mp3
     nalmes03.mp3
     nalmes04.mp3
     nalmes05.mp3
     nalmes06.mp3
     nalmes07.mp3
     nalmes08.mp3
     nalmes09.mp3
     nalmes10.mp3
     nalmes11.mp3
     nalmes12.mp3

 
  Olga Sakur
 

  Olga Sakur
 
      Oshten
     Oshten_01.mp3
     Oshten_02.mp3
     Oshten_03.mp3
     Oshten_04.mp3
     Oshten_05.mp3
     Oshten_06.mp3
     Oshten_07.mp3
     Oshten_08.mp3
     Oshten_09.mp3
     Oshten_10.mp3
     Oshten_11.mp3
     Oshten_12.mp3
     Oshten_13.mp3
     Oshten_14.mp3
     Oshten_15.mp3
     Oshten_16.mp3
     Oshten_17.mp3
     Oshten_18.mp3
     Oshten_19.mp3

 

Saeed Bazoga
     Track01.mp3
     
Track02.mp3
     
Track03.mp3
     
Track04.mp3
     
Track05.mp3
     
Track06.mp3
     
Track07.mp3
     
Track08.mp3
     
Track09.mp3
     
Track10.mp3
     
Track11.mp3
     
Track12.mp3
 

   Shauaj Elmerza
 
Tamara1
     Tamara_01.mp3
     Tamara_02.mp3
     Tamara_03.mp3
     Tamara_04.mp3
     Tamara_05.mp3
     Tamara_06.mp3
     Tamara_07.mp3
     Tamara_08.mp3
     Tamara_09.mp3
     Tamara_10.mp3
     Tamara_11.mp3
 Tamara2
  Tamara2
   
Track_01.mp3
     Track_02.mp3
     Track_03.mp3
     Track_04.mp3
     Track_05.mp3
     Track_14.mp3
     Track_15.mp3
 Tamara3
   Tamara3
  
TAMARA-1.MP3
     TAMARA-2.MP3
     TAMARA-3.MP3
     TAMARA-4.MP3
     TAMARA-5.MP3
     TAMARA-6.MP3
     TAMARA-7.MP3
     TAMARA-8.MP3
     TAMARA-9.MP3

 

Tut Zaur
     TUT ZAUR 01.mp3
     
TUT ZAUR 02.mp3
     
TUT ZAUR 03.mp3
     
TUT ZAUR 04.mp3
     
TUT ZAUR 05.mp3
     
TUT ZAUR 06.mp3
     
TUT ZAUR 07.mp3
     
TUT ZAUR 08.mp3

 

        Turkiye
     TURKEY 01.mp3
     
TURKEY 02.mp3
     
TURKEY 03.mp3
     
TURKEY 04.mp3
     
TURKEY 05.mp3
     
TURKEY 06.mp3
     
TURKEY 07.mp3
     
TURKEY 08.mp3
     
TURKEY 09.mp3
     
TURKEY 10.mp3
     
TURKEY 11.mp3
     
TURKEY 12.mp3
     
TURKEY 13.mp3
     
TURKEY 14.mp3
     
TURKEY 15.mp3

 

  Urdun1
     urdun1_1.mp3
     
urdun1_2.mp3
     
urdun1_3.mp3
     
urdun1_4.mp3
     
urdun1_5.mp3
     
urdun1_6.mp3
     
urdun1_7.mp3
     
urdun1_8.mp3
   Urdun2
     urdun2a1.mp3
     
urdun2a2.mp3
     
urdun2a3.mp3
     
urdun2a4.mp3
     
urdun2a5.mp3
     
urdun2a6.mp3
     
urdun2a7.mp3
     
urdun2a8.mp3
     
urdun2b1.mp3
     
urdun2b2.mp3
     
urdun2b3.mp3
     
urdun2b4.mp3
     
urdun2b5.mp3
     
urdun2b6.mp3
     
urdun2b7.mp3
     
urdun2b8.mp3
    Urdun3
     URDON 1.mp3
     
URDON 10.mp3
     
URDON 2.mp3
     
URDON 3.mp3
     
URDON 4.mp3
     
URDON 5.mp3
     
URDON 6.mp3
     
URDON 7.mp3
     
URDON 8.mp3
     
URDON 9.mp3

 

      Wored
     01WORED.MP3
     02WORED.MP3
     03WORED.MP3
     04WORED.MP3
     05WORED.MP3
     06WORED.MP3
     07WORED.MP3
     08WORED.MP3
     09WORED.MP3
     10WORED.MP3
     11WORED.MP3
     12WORED.MP3
     13WORED.MP3
     14WORED.MP3
     15WORED.MP3

 


Wubih Jankat
     gibze.mp3
     
islamey_zefaug.mp3
     
kayseri.mp3
     
quafa.mp3

 

Wuppertal
     wuppertal.txt
     wuppertal1.mp3
     wuppertal2.mp3
     wuppertal3.mp3
     wuppertal4.mp3
     wuppertal5.mp3
     wuppertal6.mp3
     wuppertal7.mp3
     wuppertal8.mp3

 

 Xacae Timur
 

 Xaxpasha Amerxan
 
    Zalim Zamanbi 1
     adige_ceug01.mp3
     adige_ceug02.mp3
     adige_ceug03.mp3
     adige_ceug04.mp3
     adige_ceug05.mp3
     adige_ceug06.mp3
     adige_ceug07.mp3
     adige_ceug08.mp3
     adige_ceug09.mp3
     adige_ceug10.mp3
     adige_ceug11.mp3
     adige_ceug12.mp3
     adige_ceug13.mp3
     adige_ceug14.mp3
     adige_ceug15.mp3
     adige_ceug16.mp3
     adige_ceug17.mp3
     adige_ceug18.mp3
     adige_ceug19.mp3
     adige_ceug20.mp3
     adige_ceug21.mp3
     adige_ceug22.mp3
     adige_ceug23.mp3
     adige_ceug24.mp3
     adige_ceug25.mp3
    Zalim Zamanbi 2 
     
01_nalmes_zefaug.mp3
     02_bjedug_islamey.mp3
     03_adige_wuic.mp3
     04_islamey.mp3
     05_vork_kafe.mp3
     06_nalmes_kafe.mp3

kaynak ---> http://www.elbruz.org.tr/main.php?fname=muzik

 


################ KAFE MuZiKLERi (Ana Sayfa) ################

Hapzey Kafe
Peserey Kafe-Lagunuga Wored
Jilakhseteney Kafe
Mamxexh Kafe
Hacı Kazbek Yi Kafe
Habez Kafe
Hajım Yi Sarık Kafe
Kushmezeguey Kafe
Mutlu DOĞAN (Gafe)
Recep Akyol (Gafe)

################ (Ana Sayfa) ################ ################ AĞLARCA MUTFAĞI (Ana Sayfa) ################ AĞLARCA MUTFAĞI
  

 ADİGE YEMEKLERİ

 

Hazırlayan===>Gülseren OCAK


               Zamanın birinde Adana'nın dağ köylerinin birinde bir adige ailesi yaşarmış. Tanınmış ve sevilen bir aile olduklarından gelen ile gidenleri eksik olmazmış.
                Yine bir gün şehirden hatırlı misafirleri gelmiş. Misafirleri en iyi şekilde ağırlamışlar, hele evin kızının yaptığı börekleri çok beğenmişler. Giderken de tarifini almayı unutmamışlar,Ev sahibi tarifle de yetinmemiş belki unları iyi değildir diye bir çuvalda sarı buğday unu vermiş.
                 Aylar sonra aynı ailenin yolu gene aynı köye düşmüş ve aynı eve misafir olmuşlar. Gene en iyi şekilde ağırlanmışlar. Laf arasında misafir ev sahibine dönerek:
                  Sizin verdiğiniz unla, sizin verdiğiniz tarifle bizde börek yaptık ama sizinkiler kadar lezzetli olmadı, bunun bir sırrı varmı demiş.
                  Ev sahibi hafiften gülümseyerek :
                    Biz size unu verdik, tarifi de verdik ama mutfakta ki sarı kızı vermedik ki demiş.
                 ( Fatma Girik'in Gurbet Kadını adlı dizisinden alınmıştır)

                   Söze bu anektotla başlamamın sebebi, burada tarif edeceğimiz yemeklerde miktar vermeyeceğiz,ölçü vermeyeceğiz, anamızdan ninemizden ne gördüysek ne duyduysak onları aktaracağız. Zaten bizim yemeklerimizde sunulacak kişilerin damak tatlarına göre ölçüler değişkenlik gösterecektir. Biz mutfaklarımızda ki sarı kızlara yani sizlere güveniyoruz. Zaten anlatacağımız yemeklerin de yabancısı değilsiniz, evinizdeki büyükleriniz bizden daha mükemmelini yapıyorlardır mutlaka. Amacımız unutulup giden değerlerimizin arasına mutfağımızında katılmamasıdır.

  TĞUJE 

 


     
Malzemeler:  
       
Un, Maya, Tuz, Su ve süt.                      
     
 Yapılışı:
      Un,maya,tuz,birçay bardağı süt karıştırılarak yoğrulur ve mayalanmaya bırakılır.  
      Hamur yeterince mayalandıktan sonra yumurtadan az küçük parçalara ayrılır, bu parçalar elle açılarak kızgın yağda kızartılır.
      Sıcak sıcak daha lezzetli olur. Soğuduktan sonra ısıtılarak servis yapılması uygundur. En iyi kaymakla gider.
       Eskiden Cuma akşamları yapılır ve dağıtılırdı. Ayrıca düğün ve cenazeler gibi kalabalıkların değişmez yiyeceğiydi.

  

ŞİBJİYŞUĞ



    
 
         
Malzemeler:
         Tuz, kırmızıbiber, pul biber, sarımsak, kişniş (koni ) ,ceviz içi, kabak çekirdeği içi, susam. Bu malzemelerin standart bir ölçüsü yoktur. Herkes damak tadına göre ayarlayabilir.
   
          Yapılışı:
          Önce ceviz içi, sarımsak, susam, kişniş, kabak çekirdeği içi havanda veya sürtme taşında yağları çıkasıya kadar ezilir. Bu işlem mutfak robotuyla da yapılır ama aynı lezzeti vermez.
Bu ezilmiş malzemelere tuz, toz biberle pul biber ilave edilerek iyice harmanlanır, havanda veya haşhaş taşında tekrar ezildikten sonra şibjıyşuğ-umuz hazırdır artık.
         Yağ sürdüğünüz ekmeğinize dökebilirsiniz.
         Fırında pişirdiğiniz patetisi banıp yiyebilirsiniz. 
         Her türlü sosta kullanabilirsiniz.
         En çok yakıştığı yer et kızartmalarıdır. Etleri fırına sürmeden veya mangala koymadan bu şıbjıyşuğ dan sürerseniz etlere nefis bir lezzet verdiğini göreceksiniz.
         Hatta fırından yeni çıkmış ekmeği banarak bile yiyebilirsiniz.                       



 PASTHE

                                     






                          


    
Malzemeler:
     Mısır unu, tuz, kaynamış su. 
    
    Yapılışı;
     Mısır unu bir tepside rengi değişesiye kadar fırında veya ocağın üstünde kavrulur.
     Unun karıştırılması sırasında sık sık karıştırılarak tamamının kavrulması sağlanır.
      Kavrulmuş un ateş üstündeki tencereye konur. Yavaş yavaş sıcak su ilave edilerek, tahta kaşıkla karıştırılarak pişirilmeye başlanır. Bu karıştırma sırasında tuzuda ilave edilir. Karıştırma iyi yapılmalı ki lapanın içinde hiç un topağı kalmasın.
      Karışım lapa halini aldıktan sonra su ilavesi kesilir. Elimizi koruyacak kalın bir bezle tencerenin kenarın dan tutularak tahta kaşıkla karıştırmaya devam edilir, karıştırma sırasında oluşmaya başlayan lapa kaşığın tersiyle iyice ezilerek kalabilen un topakları da yok edilir. Sık sık kaşıkla tencerenin dibi sıyrılarak lapa ters yüz edilir.
        Pasthe tencerenin dibine tutmayacak kıvama geldiğinde pişmiş demektir. 
 
       Servisi;
       Pasthe hoşaf tabağına sıkıştırılarak konur, ters çevrilerek servis tabağına aktarılır. Üstü kaşık tersiyle düzgün bir şekilde çukurlaştırılır. Çukurlaştırılan bu yere pasthenin katığı ne olacaksa konularak servis edilir. Katıkları şöyle sıralayabiliriz. Şipsi, bal ve ceviz, tuzlu tereyağı, ağda, kavurma, pekmez, kaymak. Bunların içinde en yakışanı ve yaygın olanı şipsi, tuzlu tereyağı ve kavurmadır.
Afiyet olsun.


   METÂZ





                        
Malzemeler:
Hamur malzemeleri.
—Un, su, tuz.
İçinin Malzemeleri:
—Yoğurt suyu ile kestirilmiş sütten yapılmış peynir.
—Tuz.
—Karabiber                                       .
—Kırmızıbiber.
—Taze yeşil soğanın yeşil yaprakları.
—Çok az yağ.

 

 

    Hamurun hazırlanması.
    Un, su, tuz karıştırılarak hamur yoğrulur. Yoğrulan bu hamur ne katı ne de yumuşak olmamalı, kulak memesi kıvamı dedikleri kıvamda olmalıdır.
     
     İç malzemesinin hazırlanması:
     Yeşil soğanın yeşil yaprakları doğranarak yağda kavrulacak. Kavrulmuş bu soğanlar, tuz, karabiber, kırmızıbiber ve peynirle karıştırılacak.
    
     Yapılışı:
     Bu karışım hazırlanasıya kadar bekleyen hamurdan yumurta büyüklüğünde bezeler yapılacak. Bu bezeler elle açılacak, hazırlanan iç malzemesi konularak hamur kapatılıp yassılaştırılacak, kaynamış suya atılarak kaynatılacak.
     Kaynatma süresi damak zevkine göre ayarlanabilir.
     Yeterince kaynatıldıktan sonra sudan çıkarılan METÂZ ler sıcak sıcak servis yapılmalıdır. Herhangi bir sebepten dolayı sıcak servis yapılamadıysa ısıtılıp servis yapılmalıdır.
     Yanında sunulacak en uygun içecek çay veya soğuk süt olacaktır.

 

 

################ 2222222222222 (Ana Sayfa) ################
################ NOSTALJi RESİMLER (Ana Sayfa) ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer




            AYAKTAKİLER---Kasım Okay(Kanşavko),,İsmail Sarıbardak( Ratko ),,Şahin Esen(Psinetğhuç),,Recep Urgan( Netağho),,Celal Topak(Şewoş),, Enver Sarıbardak(Ratko).
            OTORANLAR---Ramazan Mısır (Ğunhe),,Ramazan Okay (Kanşavko),,Recep Okay (Kanşavko)

 
 
 
Mükerrem Topak YENER ( Şewoş ), Nazike Urgan TOPAK ( Şewoş ),
Habibe Topak DEĞERLİ ( Şewoş ),
 


Ases Özcan YANIK (Guğoj), Cemile Özcan ASLAN (Guğoj), Nazire Özcan ESEN(Guğoj),



İlyas URGAN (Nedoğhe), ...................... Ve İlyas URGAN'ın çocukları




Thamez Hüseyin ASLAN, Şewoş Seydi Ahmet TOPAK


 

Özcan Esen, .................. İhsan Göktepe



NİWİG Kamil Ocak


 

Nurçin Topak Arsoy, Hacer Tetik Topak, Asaf Topak,
Müzeyyen Topak



Rifat Esen,Nazlı Kulaksız Özcan, Sebiha Aslan Mercan
Elmas Özcan Esen, Cemil Mercan,S.Sıtkı Özcan,
Sefer Aslan


Neziha Aslan, Sebiha Mercan,Aysever Aslan,
Şakir Aslan, Sefer Aslan, Şaban Aslan


-
Kadir Okay, Özcan Esen


Rifat Esen, Nebahat Esen Demir, ..........
Necmiye Özcan .......... Mürvet Aydoğdu Yırcı, Orhan Ocak
Medine Aydoğdu ............, Aydın Aydoğdu
Nizamettin Esen, İzzet Esen, Nevzat Esen,
Ziyattin Aydoğdu





Muzaffer Özcan, Naci Özcan



Şaban Balık



H.İbrahim Sarıbardak



Battal TOPAK



==>      NOSTALJi.2
 
 



 
Radyo KAFKAS
 
 
################ . (Ana Sayfa) ################ ################ - (Ana Sayfa) ################ ################ Ziyaretci DEFTERi (Ana Sayfa) ################ ################ iLETiSiM (Ana Sayfa) ################ ################ BELGESEL GiBi (Ana Sayfa) ################
BU SAYFADAKİ RESİMLER
ÜZERLERİNE TIKLANARAK (2) KADEME BÜYÜTÜLEBİLİRLER



Eski Adigelerin hayatında ağacın çok önemli yeri vardır.
Burada büyük bir ağaç kütüğü
oyulmuş ve duvarın içine monte edilerek
tavukların ret edemiyecegi bir FOLLUK oluşturulmuştur.


Sütlük = Adige evlerinin önündeki
boydan boya olan balkonların poyraza karşı olan kısmında
tavana monta edilen ağaçtan yapılmış bir kafestir.
Sütler geceleri buraya ağızları açık olarak konur,
sabaha kadar geceleri serin esen poyrazın etkisiyle 
sütlerin üzerinde kalın ve lezzetli bir
kaymak tabakası oluşurdu.
Resmin sol köşesinde asılı olan BLEVUS' i leri
( Yılan otu demeti ) Yılanların süte yaklaşmasını önlerdi.



Fırın  = Önce içerisinde yeteri kadar odun yakılarak
istenilen sıcaklığa eriştirilir, odunlar yanarken resimde ki
ucu yanık duran sırıkla ateş karıştırılarak bütün odunların
yanması sağlanır. Ucuna çaput bağlı sırıkla da
( buna fırın süpürgesi denir )
fırının zeminindeki küller süpürülerek fırının ağzına çekilir,
Görülen ekmek kürekleri ile de hazırlanmış hamurlar
fırına sürülerek fırının ağzı kapatılır.
Ekmekler piştikten sonra da kürekle çıkarılır.
Mis gibi kokan ekmek hazırdır artık.



Göçten sonra Ağlarcaya yerleşen dedeleimiz  
bulunulan yerdeki ağaçları keserek ve sadece onları kullanarak
ilk evlerini yaptılar, bunlardan bu güne kadar
gelebilen bir kaç binadan birisi de
resimde görülen H. Osman topak'ın evidir.

Ayaklı =  Dağlarda kendiliğinden kuruyan
veya amaca uyun olan ağaçlarkesilir öz dediğimiz çürümeyen
yağmura - kara , sıcağa- soğuğa dayanıklı kısımları çıkarılır.
Bunların yalnızca alt
taraflarında eşit uzunlukta ayak denen
dallar bırakılarak  diğer dalların tamamı kesilir..
Sonrada harman veya tarla anlarına ayaklarının üstne
konulurdu. Bu ağaçlar inanılmayacak kadar uzun yıllar dayanırdı.



Eski haçeslereimizden ( Misafir odaları ) bir köşe


Ocak = Mutfak oarak kullanılan odalarda,
sundurmalarda mutlaka bulunur,
ısıtma, pişime ve yerine görede aydınlatma işlevini görürdü.



KANĞAÇ ==> Yuvak
Köye ilk yerleşim günlerinden 1950 yılların sonuna kadar
evler taş duvar üzerine düz örtü şeklinde yapılırdı,
WUNEŞHA denilen bu düz örtüler
çevrede çıkarılan yağlı bir çorak toprakla kaplanırdı.
Bu toprak yağmurlu havalarda gevşer ve su sızdırırdı.
Bu sızdırmayı önlemek için taştan veya ağaçtan
yapılan YUVAK denen silindirlerle sıkıştırılırdı.



BĞAŞEHAĞE-ÇELGE
Ağlarca Köyünde de tüm Kafkasya'dan gelerek orman kıyısına
veya içine yerleşen orman köyleri gibi
bahçelerini avlularını ve tarlalarını yere çakılan kazıkların
arasına geçmeli olarak örülen bir nevği ÇİT le korurlardı.
Bunun Adı ( Ağaçla çevrilmiş anlamı taşıyan ) BĞAŞEHAĞ derlerdi.



GUĞHU -- Dibek
Bir taşın veya büyükçe bir ağaç kütüğünün içi oyularak yapılır
alt tarafındanda toprağa gömülerek oturtulurdu.
Bulgur ve göce yapımı için kazanlarda kaynatılarak güneşte
kurutulan buğdaylar belirli miktarlarda bunun içine
dökülerek, ağaçtan yapılmış özel tokmaklarla
döğülür ve buğdayların kabuğu çıkartılırdı.



Köyümüzde yapılan ilk evlerdeki ( ahşaptan )
tavan döşemeciliği ve süsleri.


Şıku = Atarabası


Haşpak = Kuruluk

 
 
################ KOY RESiMLERi -1 (Ana Sayfa) ################
Bu sayfada ki resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.
Bu sayfada ki resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.





































 
################ Adige oyunlari (Bunun alt sayfası: "SAKLI SAYFALAR..........") ################

ADİGE OYUNLARI

Genel anlamda halk oyunlari ve dans, insanlarin doga ve toplum olaylarini soyutlayarak hareketlerle anlatimlardan dogmustur. ilk örnekleri ise dinsel ayin ve törenlerde ortaya çikmistir. insanlar danslarla; bir yandan yagmurü, kar, rüzgar ve canlilar yani daga olaylarini anlatirken diger yandan doga üstü olaylarinda anlatmak istemistir. Her toplumda kendi toplumsal motiflerin islendigi halk danslari o toplumun aynasi görünümüne sahiptir, çalinan çalgi, canlandirilan hareket anlatilan olay, bize o toplumun yasam tarzini ve birikimlerini gösterir. Toplumla birlikte dogan halk danslari süreç içinde toplumsal gelisime ve paralel bir gelisim çizgisi izler. Kafkas halk danslari yüzyilardir, Kafkasya insaninin günlük yasaminda çok önemli bir yer tutmaktadir. Dügünlerde, bayramlarda, savaslarda, evdeki senliklerde,konukagirlama-ugurlamada, kis ve yaz gecelerinde, arkadas toplantilarinda, dans günlük yasamin bir parçasidir. Bu danslarda toplumun bütün hareketleri bir arada görülebilir





WUIC...Bilinen en eski
Çerkes danslarından birisidir.Aynı zamanda 2000 yıllık Nart mitolojisindeki müzik de olan Wuic ömrün baslangıcı ve sonu olmadıgını anlatır ve genellikle düğünlerin basında ve sonunda oynanır.

ZIGATHLET...
Çerkes dansları arasındaki en hızlı ritme sahip olanıdır ve Çerkes hayatının vazgeçilmez unsuru olan atların hareketlerinden esinlenerek koreografisi yapılmıstır.Çerkes atlılarının çevikliği ve aralarındaki tatlı-sert rekabet anlatılır.

OŞHAMAFUE...İsmini Elbruz olarak da bilinen Oşhamafua Dağı'ndan alır,koreografisinde diasporaya dağılmıs
Çerkeslere gönderilen selam temennileri vardır.

GUŞEXEPXE...
Çerkeslerin geleneklerinden küçük bir bölümünü yansıtan tiyatral bir danstır. Çerkes inanışlarına göre, çocuğun doğumundan sonra annenin güçsüz düşmesi ve çocuğunu koruyamaz halde olduğundan, kötü ruhların çocuğa zarar verdiği düşünülürdü. Akrabalar ve komşular kötü ruhların çocuğa zarar vermesini önlemek üzere toplanarak eğlenceler düzenlerlerdi. Doğan çocuk kız ise o evden beyaz güvercinler havaya uçurulur, erkek ise silah sıkılırdı. Eskiden bu eğlenceler bir hafta kadar sürmekteydi, günümüzde ise bu geleneğe rastlanılmamaktadır.

KAMARIFE...
Çerkeslerin bıçağa benzeyen fakat daha büyük, iki tarafı keskin ve ucu sivri olan Kama'yı kolay bir şekilde nasıl kullandıklarını gösteren bir danstır.

JEŞTEYVUE (Gece Baskını)...1779 yılının ilkbaharında Kabardey, Pşı ve Work'larından oluşan 3 bin kişilik bir birliğin sayıca onlardan cok daha fazla olan Rus askerleri tarafından kuşatılmasını ve teslim olmayı reddettikleri icin sabaha dek savasarak ölmelerini anlatır.

ZEFAK'O... Ağır ritimlidir ve kaşen olmak isteyenlerin birbirlerine ilgisi olup olmadıgını anlamaya yöneliktir.

SOZRESH... Bereket Tanrısı Sozresh'in simgesi 'yedi çatallı bir alıç dalı' veya 'yedi çatallı geyik boynuzudur'. Dalların üzerine mumlar dikilirdi. Bu suretin etrafında yapılan Wuic,
Çerkesler için o senenin ürününe şükür, gelecek sene için de dua niteliğini taşırdı

MEZDEGU-ŞEŞEN...Çok sevilen danslardan birisi olup,erkekler çevikliklerini, hızlarını ve tüm maharetlerini yansıtırken, kızlar ise asaletlerini, zarifliklerini sergilemektedir.

LEPERIFE(Tleperuj)...Anavatan'da yakın bir zamana kadar unutulmuş fakat Diaspora'da oynanmaya devam edilen, hafif aksak ritimli olan bir danstır.Gerek kız gerekse erkek dansçı bu oyunda kendi maharetlerini sergileyebilme imkanına sahiptir

KAFE QUANÇE...Bir yada birden fazla çiftle oynanan ve genelde ağır ritimli bir danstır. Ağır ritimle başlayıp hafif hızlanan ve tekrar ağır ritimde biten bu dansta,
Çerkes erkek ve kızlarının asaleti, coşkusu ön plana çıkartır.

SANDALYE...
Çerkesçe adını anımsayamadığımız bu dans eskiden düğünlerde sıkçana oynanırmış.Ortaya bir sandalye konar ve oturan kıza dans edilirken mendillerle vurulurmuş.Kız sonra kalkar mendili verdiği kişi sandalyeye otururmuş.

KAFE(Oyun)...Erkeklerin kartalı,kızların ise Serçeyi canlandırdığı ağır ritimli bir Kabardey dansıdır.Genelde ikili oynanmakla beraber 2 kız ve 2 erkekten oluşan dörtlüler olarak da oynanır.Bazı yerlerde bu ağır dansın dağlardan inişi sembolize ettiği söylenir.

AĞLATAN KAFE... Bir Rus kuşatmasında yaşlı bir kadının gaza getirmesiyle hazırlanmadan birliklere saldıran ve tamami ölen
Çerkes gençlerini anlatır.

LEZGINKA....Kız güzel bir kuşu erkek ise kartalı canlandırır.Kartal kuşu yakalamak için sürekli kovalamaktadır.Kuş ise ani ve sürekli dönüşlerle sürekli kurtulmaya çalışmaktadır.Anlatılanlara göre koreografisini de gerçekten bir kartal ve onla eglenmek için etrafında alayları ciklemelerle uçan minik bir kuştan alır.

APSUVA KOŞARA...Abaza Oyunu olarak ta bilinen bu dans, Abhazya'da unutulmuş olan ve diasporadaki Abhazların orjinal figürleri koruyarak oynadıkları dansın kareografize edilmiş şeklidir.
APSNI APSUVA KOŞARA...Tarihin bilinen ilk dönemlerinden beri Abhazya topraklarında yaşayan, bağımsızlık mücadelelerinden alnı açık çıkan Abhazların hareketli ve coşkulu dansıdır.

AKITA KOŞARA(Köylü Dansı)..Abhazların Hasat sonunda oynadıkları eğlenceli ve esprili bir danstır.

AVAPA KOŞARA...Erkeklerin Avapa adı verilen kalın keçeden yapılmış giysiler ile oynadıkları savaşçı ve sert mizaçlarını yansıttıkları, özünde cesaret, yiğitlik gibi erdemleri barındıran, kızların zerafet ve estetiklerini yansıttıkları bir danstır.

AŞHA KOŞARA(Dağlı Dansı)Dağlı erkeklerin oynadığı bir oyundur.Yiğit gözü pek
Kafkas delikanlıları ortaya atlayıp asaletlerini sergilerler. Yaptıkları hareketlerle güçlülüklerini gösterirler. Figürler çok keskindir.

KIZLARIN AVAR DANSI...Bu oyun; yaptıkları haraketlerle erkeklerin taklidini yapan kızların oynadıkları bir oyundur, ritim hızlıdır ve içinde esprili bir yaklaşım oyuna güzel bir hal katar.

KEP-KEP KOŞARA...Kızların ritm vermeye yarayan tahtadan yapılmış Kep-Kep lerle oynadıkları ritmik karakteristik, bir danstır.

ISLAMEY...Kuzey
Kafkasya'da oynanan,karşılıklı olarak asalet ve zerafetin sergilendiği, hareketli bir düet dansıdır.

SIMD...Osetlerin oynadığı asaleti ve ağırlığı temsil eden bir danstır.


KAYNAK ===> http://www.6kesek.com/anilar.php?kategoriID=10&sonuc=225
################ NOSTALJi.2 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer


Almet Urgan ( İlyas Hoca'nın hanımı ) 
ve oğu Ramazan Ugan 



Sarıbey OKAY







Ranazan Okay







 Selmenko Hüseyln ARSLAN



Sait Esen ve kızları

 

Tahslldar Sait Esen



Ömer Kurt ve hanımı


Çakmak TOPAK ve kardeşleri



              ==>   NOSTALJİ-3

Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ-3 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer

 

 










 

 



 



 



 

 

NOSTALJi.2   <====>   NOSTALJİ--4

 
Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--4 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer

 

 


 








 









 


 

 


 
 






NOSTALJİ-3     <====>     NOSTALJİ--5

 
Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--5 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################

Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer

ANA SAYFA 


NOSTALJİ--4                   NOSTALJİ--6
 
 

 




























NOSTALJİ--4               <====>              NOSTALJİ--6

 
Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--6 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer

 
 










 
















NOSTALJİ--5          <====>         NOSTALJİ--7 

Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--7 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer







 




















 


 
NOSTALJİ--6            <====>               NOSTALJİ--8


Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--8 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer
















 




















 
NOSTALJİ--7            <====>                NOSTALJİ--9 

 
Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--9 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer










 





















 
NOSTALJİ--8                <====>              NOSTALJİ--10

 
Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--10 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer







































NOSTALJİ--9      <====>     NOSTALJİ--11

Radyo KAFKAS
 
################ NOSTALJİ--11 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer


 
 








NOSTALJİ--10           <====>            NOSTALJİ--12 

 
Radyo KAFKAS
 
################ ÇALIŞMA SAYFASI (Bunun alt sayfası: "SAKLI SAYFALAR..........") ################ 1,
################ NOSTALJİ--12 (Bunun alt sayfası: "ESKİ-ESKİ") ################
Gün olur..... Hayali CiHAN'A değer


 


 









NOSTALJİ--11   <====>

Radyo KAFKAS
 
################ çalışma (Bunun alt sayfası: "SAKLI SAYFALAR..........") ################
 
 

 



                                                     
                                                            

                                                            
                                                                                    
                                                                                        ,
                                                                             




 

955322
19521952


 
                                                                                                       www.aglarca2007.tr.gg
 


arka plan

<style type="text/css">body{ background-image: url(" https://img.webme.com/pic/a/aglarca2007/kar4.jpg ");</style>   



 

 

 
 






 

ggggggggggg
 

 

 
 

 

ARKA PLAN SİTE
<style type="text/css">body{ background-image: url("  https://img.webme.com/pic/a/aglarca2007/arkaaaaaa1111.jpg ");</style>






 

  

 




Bugünki Ziyaretci
18
Bugünki Tıklama
26
################ manzara (Bunun alt sayfası: "SAKLI SAYFALAR..........") ################
                                                                                                               

                                                                

                                                                                                                                 Orhan Ocak
################ Gurbet Gelini (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################
 

               GURBET GELİNİ

            Şimşek çaktığında her taraf gündüz gibi aydınlanıyordu. Karanlıkta sadece sesi duyulan yağmurun, bu kısa aydınlanmada ne kadar kuvvetli olduğu görülüyordu. Akşamdan başlayan yağmur gece yarısına kadar devam etmişti hiç dineceği de yok gibiydi.
            Sokakların arasından seller akmaya başlamıştı. Bu seller her yağmurda oluşurdu, yağmurun şiddetine göre büyüklüğü, geldiği ve gelirken de sürüklediği çamur miktarına göre de sarının tonlarındaki rengi belli olurdu.
          Hemen hemen her selde köyün en batı ucunda ki Nenaw’un evini su basardı. Her seferinde evi düzeltmek için yeni bir ev yapacak kadar uğraşırdı. Bu güne kadar kimse anlamış değildi evinin yerini niye değiştirmediğini.
            Köyün evlerinin çoğunluğu ağaçtandı, aralarında da sonradan yapılan birkaç tanede taştan örülmüş duvarları olan ev vardı. Hepsinin istisnasız ortak özelliği çatısız düz dambaşılı olmalarıydı, bu dümdüz damların üstü yörede çıkarılan ve çorak diye isimlendirilen açık mavi bir çeşit toprakla kaplanırdı. Bu toprak yağmurlu havalarda gevşer suyu tutamaz olurdu. Bunun için yağmur sırasında bütün köylü dam başların da devamlı duran ağaç veya taş silindiri gezdirerek toprağın oturmasını böylece de evlerin damlarının akmamasını sağlarlardı.  
           Şewoş İsmail eve girdiğinde her tarafından sular akıyordu. Evlerin, ahırın, samanlığın yuvaklarını çekmiş bazı yerleri de tamir etmişti. Yağmurdan korunmak için sırtına attığı palayı kapının arkasına bıraktı, kuzu postundan dikişsiz olarak yapılan kalpağını da çıkarıp kerevetin üzerine bıraktıktan sonra ocağın başına oturdu. 
           Odayı duvara asılı bir peneşun loş ışığı aydınlatıyordu. Adam ocağın yanına çökerek odunları biraz karıştırınca odanın aydınlığı arttı. Alevlerin yansımalar yaptığı suratında derin kaygılar vardı.
           Yaptığı tahta tekneleri satmak için sık sık gittiği sürüser de tanıştığı birinin oğluna kızını vermeye söz vermiş, bu sabahta bir yaylı at arabası ile iki kadınla bir adam gelerek kızı alıp gitmişlerdi.
         Bunu ailede kimse onaylamamıştı başta karısı olmak üzere herkes gurbete kız vermeye karşı çıkmıştı.  Herkes yüzüne karşı bir şey demiyor ama davranışlarından kendisine çok kırgın oldukları anlaşılıyordu.
          Ocakta şıwanlakonın üzerindeki şivanin içindeki su kaynamaya başlamıştı. Karısı sessizce odaya girerek suyun içine biraz tarhana döküp karıştırmaya başladı. Tarhana bitti sofrayı hazırladı, yemeklerini yediler ama bu süre zarfında da hiç konuşmadılar. Yatakta da hiç uyku girmedi adamın gözüne, yaptığı işten verdiği sözden çok pişmandı. Hele kızı Misas’in ayrıldığı sırada elini öperken saklamaya çalıştığı gözyaşları ile dolu olan gözlerini unutamıyordu. Ancak sabaha karşı biraz dalabildi.
           Misas’in gelin gittiği ev Sürüsar’in sonunda sırtını kayalara vermiş bir evdi. Avlusu 2–3 m yüksekliğinde duvarlarla çevriliydi. Sokağa açılan büyük bir borda kapısı ve bu kapının içinde ayrı olarak açılabilen birde küçük kapısı bulunuyordu.
          Misas uzun yıllar bu avludan dışarı çıkarılmadı. Kaynanası ve kayın babası ile yaşıyordu, aldığı terbiye gereği etraflarında pervane gibi dönmesine rağmen her nedense bir türlü yaranamamıştı. Dışarı çıktıklarında avlu kapısını üstünden kilitliyorlardı. Misas ailesinin hasreti ile yanıp tutuşuyor her gece rüyalarında köyünü anasını kardeşlerini görüyordu. 
             Yıllar bir birini kovaladı, aradan 5 yıl geçti bu süre zarfında babası bir kere amcası da iki kere gelmiş ama yalnız bir seferinde amcası ile görüşebilmişti. Diğerlerinde evde kimse olmadığından ancak avlu kapısının arkasından konuşabilmişti.
           Misas’in 5. yılın sonunda bir kızı oldu ismini Ayşe koydular. Misas onu kimse yokken gupse diye severdi. Çocuk olduktan sonrada ailenin durumu değişmedi. Hatta eziyetlerini kız doğurdu diye arttırmışlardı bile.
          İsmail bütün bunların haberini aldıkça içi içine sığmıyor, üzüntüden kahroluyordu. Artık Sürüsar’e de tekne satmaya gitmiyordu. 6 yılın sonunda misas’in annesi hastalandı ve ölmeden evvel kızını görmek istediğini söyledi.
           İsmail de böyle bir şey bekliyordu, kaç kere sürüser yoluna uzun uzun bakmış. gidip kızını alıp gelmek istemişti. Ama gururuna yedirip yapamamıştı 
           Hemen ertesi gün en iyi atlardan birini eğerletti kamasını taktı ve yola çıktı. Atını eğerleyen oğlu Mustafa her ne kadar:
           — Baba müsaade et ben gideyim dediyse de, duymadı bile.
            İsmail sürüsar’e ertesi gün öğle üzeri ulaştı.
           Kızının evine vardığında kapıların kilitli olduğunu gördü. Allah ne verdiyse koca kapıyı yumrukladı, yumrukladı. Biraz sonra kızının korkudan kısılmış sesini duydu.
           -Kim o?
          İsmail’in içi bir hoş oldu ama kendini çabuk toparladı.
           
           — Benim kızım, derken sesindeki heyecanı saklayabilmişti.

          Misas
          — Baba evde yoklar, bende de anahtar yok az beklersen birinden biri gelir dedi.
          Sözünü bitirir bitirmezde avlu kapısının kalın tahtalarına yaslanarak hıçkırarak ağlamaya başladı. İsmail kızının ağlamasını duyunca ne yapacağını şaşırdı, hırsından titremeye başladı. Tam geriye çekilip kapıya yüklenecekken, kızının kayınpederi Asım Ağa çıktı geldi. Elindeki asaya dayanarak zor yürüyordu. İsmail duyulur duyulmaz bir sesle “hoş geldin” dedikten sonra belinden çıkardığı bir anahtarla kapıyı açtı.
        Avluya girdiklerinde İsmail koşarak yanına gelip ellerine sarılan kızına:
        —Hemen hazırlan gidiyoruz dedi.
         Misas oyalanmadan içeri girdi, çok geçmeden de bir elinde kızı bir elinde de ufak bir bohça ile çıktı. Bohçayı yere koyarak beklemeye başladı.
         Tam bu sırada olanları komşuda öğrenen Misas’ın kaynanası da söylenerek geldi, doğruca gelinin yanına giderek üzerinde birkaç altının takılı olduğu şapkayı çocuğun başından çıkararak koynuna soktu. İsmail bunların hiç birine aldırmadı kızını önüne katarak avlu kapısına doğru yürüdü. Ne nereye gidiyorsunuz diyen oldu ne de durun diyen. Tam kapıdan çıkarlarken ihtiyar kadın arkalarından yetişerek Misas’ın elinde ki çocuğu kaptı ve söylenerek eve girdi.
         İsmail sadece ”Kuzusu geride kalan koyun meleyerek dönermiş” sözlerini anlayabildi. Kızını ata bindirirken kadının da adamın da böğürlerine birer kama sokmayı öylesine canı çekti ki, kendisini zor zapttetti.
         Misas’in aklı ise geride bıraktığı kızındaydı. Üç gün süren yol boyunca hiç konuşmadılar, Misas, yol boyunca babasına hissettirmeden sessiz sessiz ağladı.
         Gelini gittikten sonra her gün asım ağa gile komşularından bir kaç kişi geldi. Her gelen de dağlıların ne kadar zalim olduklarını anlattı, hele kızlarına yapılanları öğrendikleri gibi mutlaka geleceklerdi. Asım ağa öylesine korktu ki geceleri uyuyamaz oldu. Nihayet bir gün nesi var nesi yok, ucuz pahalı demeden sattı. Bir gece yarısı da  kimseye haber vermeden eşyalarını bir arabaya yükleyerek kasabayı terk etti.
          Bu olayın üzerinden tam 30 yıl geçmişti Asım ağa Sürüser den kaçarak yerleştiği Afyon da fazla yaşamadı. Oğlu Hüsrev bir daha evlendi, evlendiği kadının hiç çocuğu olmadı. Ayşe’yi kendi çocuğu gibi bağrına bastı büyüttü. Gerçeği de hiçbir zaman söylemediler. Ayşe okudu liseyi bitirdi birkaç yıl sonrada Afyon nüfus memurluğuna memur olarak girdi, orada tanıştığı Nebi diye bir delikanlı ile de evlendi. Nebi ile Ayşe’nin birkaç yıl sonra ikiz çocukları oldu. İkisi de oğlan olan çocukların sarı saçları ve çakır gözleri herkesi şaşırtmıştı. 
         Ailede bu yapıda kimse yoktu, şaşırmayan bir tek kişi Ayşe’nin ninesi Dudu kadındı. Çünkü bir tek o biliyordu çocukların kime benzediklerini.
         Ayşe’nin hayatını alt üst eden olay 1963 yılının Mayıs ayında gelişti. Her zaman ki gibi o Pazartesi günü de daireye gitmiş evraklarla uğraşıyordu. Gelenlerin hiç yüzüne bakmıyor uzatılan evrakları imzalıyor, mühürlüyor gerekli yerlere kayıt ediyordu. Bir ara eline gelen nüfus cüzdanın da ki Sürüser yazısı dikkatini çekti. Merakla başını kaldırıp cüzdanın sahibine baktı. Karşısında 70 yaşlarında bir adam vardı. Adama:
        — Amca sen Sürüserli misin diye sordu.
        Adam duyulur duyulmaz bir sesle
        —Evet, kızım dedi.
        Ayşe adamın istediği kopyayı hazırladı, onayladı.     Evrakları uzatırken de gülümseyerek:
         — Ben de Sürüser liyim dedi.
         Adam şaşırdı, Ayşe’ye uzun bir süre baktı, gene gayet yumuşak ve korkak bir sesle:
         —Kimler densin kızım dedi.
         Ayşe biraz düşündü, hatırlamaya çalıştı, hatırlayınca da:
         —Hacı Hüsrevlerden gömleksiz Asım’ın kızıyım.
         Adam biraz daha dikkatli baktı,sonrada:
         — Ha dedi, sen şu çerkes gelinin kızısın o zaman.
          Adam sözünü bitirince cevabı da beklemeden uzaklaştı.
          Ayşe şaşırmıştı, bu Çerkez gelin de kimdi? Birden bir şey daha hatırladı, ilkokula gittiği sıralarda, bir kış günü annesi sobaya odun atmış sonrada kapağını açarak karıştırmaya başlamıştı, birden sobadan çıkan kıvılcımlar yerdeki halının ve üzerindeki elbisenin eteğini yakmıştı. Çok korkmuş ağlamaya başlamıştı. O sıra içeri giren ninesi annesine:
         —Dikkat etsene sakar karı Çerkez gelinin halısını da, çocuğunu da yakacaksın diye bağırmıştı.
          Ayşe o gün bu sözlere bir anlam verememiş unutmuş gitmişti, bu gün aynı sözleri ikinci defa duyunca baya afalladı. Çerkez gelin cümlesi beyninde dönüp durmaya başlayınca çalışamayacağını anladı izin alarak eve döndü.  
          Ninesi kapının önünde oturuyordu, 80 yaşını geçmesine rağmen hala dinçti. Torununun zamansız geldiğini görünce baya şaşırdı. Soru dolu bakışlarını torununa çevirdi.
          Ayşe ninesine fırsat vermeden olanı biteni anlattı ve bütün bunların ne olduğunu öğrenmek istediğini söyledi.
          Dudu nine de ne zamandır bunları torununa anlatmak istiyor ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Her şeyi anlatıp torununu miras almaya göndermeyi düşünüyordu. Onun için bu fırsatı kaçırmadı olanı biteni ta baştan itibaren anlattı sonunda da;
          — Hiç vakit kaybetmeden git kızım git de hakkın olan mirası al onlardan, kocaman hükümet memurusun dedi.
          Ayşe duyduklarına inanamadı. Bir süre duyduklarının etkisinden kurtulamadı, sonra büyük bir öfkeye kapıldı ninesini parçalamak istedi bir an, sonra kendisini toparlayarak odasına gitti kendini yatağa atarak uzun süre ağladı. Kapısını da akşama kadar kimseye açmadı.
           Ertesi gün sakinleşmişti, ne yapacağını bilen insanların havası vardı üzerinde. Kocası Nedim’le konuştu ikisi de 10’ar gün izin aldılar. Bir gün sonrada çocuklarını da yanlarına alarak,bir arkadaşlarından ödünç aldıkları bir araba ile annesini bulmak için yola çıktılar. Araba çok eski bir şavurleydi o devirde Afyon daki araba sayısı iki elin parmakları kadar ya vardı ya yoktu. Kocasının askerde şoför olması da ilk defa bir işe yarayacaktı.
          O akşam Emirdağ’ına vardılar. Gece orada kalıp aradıkları köye nasıl gideceklerini iyice öğrendiler.
          Ayşe sabahı zor yaptı, erken saatlerde de milleti kaldırarak, doğru dürüst kahvaltı yaptırmadan yola çıkardı.
          Gidecekleri yerle aralarındaki son köy olan Tenre Köyünü geçerek rampa yukarı tırmanmaya başladıklarında ikindi olmuştu. Başta yolun kıyısında görülen tek tük ağaçlar gittikçe sıklaştı, 10 dakika sonrada kendilerini sık bir ormanın içinde buldular. Yol yan yana uzanan bir tren yolunun rayları gibi gözüken iki patikadan oluşuyordu ama düzgündü. Ara sıra patikaların arasındaki otlar arabanın altına sürüyordu. Köye yaklaştıkça ağaçlar seyrekleşti ve aralarından anıza bırakılmış tarlalar gözüktü. Her tarlanın etrafı meşe ağaçları ile bir çit gibi çevriliydi. Ekilmemiş tarlalar dizi geçen otlarla kaplıydı. Bu otların arasındaki bziwulağhe (kuş tuzağı ) ile gök baş çiçekleri tarlaları bir renk şölenine çevirmişti. Tarlaların kıyılarında, bazende tam ortalarında yer alan beyaz papatyalarla, kırmızı gelincikler manzarayı daha da güzelleştiriyorlardı. Bazen de yemyeşil olmuş ekili tarlalara rastlıyorlardı.
          Yarım saatlik bir yolculuktan sonra nihayet köye ulaştılar. Köyün girişinde sağ tarafta bir mezarlık vardı. Mezarlıktan sonra hemen köye girdiler sağdaki ve soldaki ikişer katlı binaları geçerek köy meydanına geldiler. Bu evlerin yakın zamanda yapıldıkları belliydi. Çünkü çatılarındaki kiremitlerle, farklı yapılarıyla üstleri toprak örtülü ağaç evlerden çok farklıydılar.
          Köy meydanına gelip meydanın tam ortasındaki ahlât ağacının yanına gelip durduklarında arabanın etrafında nerden geldiklerini görmedikleri10–15 çocuk birikmişti.   Çocuklar fazla yaklaşmadan meraklı gözlerle bakıyorlardı. Köye senede iki veya üç kere motorlu taşıt gelirdi, Bu nedenle bu arabanın gelişi onlar için büyük bir olaydı. 
          Nedim arabadan inerek uyuşmuş ayaklarını açmak için bir iki adım attı, bir taraftan da etrafa göz gezdirdi. 20 M ilerde cami duvarının dibinde oturan birkaç adam gördü. Tam onlara doğru yürüyecekti ki, içlerinden biri kalkarak kendilerine doğru gelmeye başladı.
         Gelen adamı gören çocuklar “Yahyako emmi geliyor diyerek sağa sola kaçışarak kayboldular, evlerin kuytularına çekilerek meydanı gözetlemeye devam ettiler.
         Adam yanlarına gelerek “Hoş geldiniz” dedikten sonra onun bir şey demesine fırsat vermeden dertlerini anlattılar. Arkasındanda arabayı meydanda bırakarak adamın önderliğinde daracık bir sokaktan yukarı doğru çıkmaya başladılar. Nedim’in ikide bir geriye arabaya doğru baktığını gören Yahyako (Yahya’nın oğlu):
        —Meraklanmayın 10 yıl orada kalsa kimse ellemez diyerek onu rahatlattı.
        Çok geçmeden etrafı meşe ağacı dallarından yapılmış bir çitle çevrili bir avluya geldiler. Yahyako gene meşe ağacından yapılmış avlu kapısını açarak onları buyur etti. Avlunun kuzeyinde bütün kapıları güneye bakan bir ev vardı. Her odanın kapısı dışarıya açılıyordu ve evlerin önünde de boydan boya uzanan bir veranda vardı.
         Yahyako verandanın bir köşesinde kurulu olan halı tezgâhının arkasındaki kadına seslenerek:
         —Nise haçeğher şüeğ ( Gelin misafirleriniz var ) dedi.
        Tezgâhın arkasındaki kadın hemen kalkarak tezgâhın arkasından çıktı uzun boylu, gençliğinde çok güzel olduğu anlaşılan yaşlıca bir kadındı. Bir taraftan üzerinde kalmış yün parçalarını silkelerken:
          —Kereblâğeh, kereblâğeh. (Buyursunlar, buyursunlar) diyordu.
          Kısa zamanda haber köye yayıldı. Misas’ın 30 yıldır kayıp kızı gelmişti.
         Gece bütün akrabalar toplandı. Ayşe herkesle tanıştı, herkesi çok sevdi. Ne yazık ki dedesi ve annesi ölmüşlerdi.
          Şewoşlar misafirlerini bir hafta bırakmadılar. Bu süre zarfında her akşam bir akraba tarafından davet edildiler.   
          Gündüzleri de köyü gezdiler. Dedesin ile annesinin mezarlarını ziyaret ettiler. Her kesten bol bol annesini dinledi, dayılarının onu bulmak için ne kadar uğraştıklarını öğrendi. İkizlerse köyü çok sevmişlerdi kendi akranları bir sürü arkadaş edinmişler bir hafta boyunca da hiç eve girmemişlerdi.
           Nihayet ayrılık günü geldi tanıştıkları herkesle vedalaştılar. Ayşe kısa zamandaki gözlemlerine ve içgüdülerine dayanarak arabanın ön kısmına kocasının yanına binmedi arkaya çocuklarının yanına bindi.
            Köyden çıktıkların da Ayşe’nin yüreğinde 3 ayrı fırtına esiyordu. Akrabalarını geçte olsa tanıdığı için mutluydu. Annesini dedesini göremediği için üzgündü ve son olarak ta bütün bunlara sebep olanlara karşıda öfkeliydi.
13-EYLÜL–2008 Eskişehir.
Orhan OCAK

 



 
 
 
################ Sevginin gucu (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################
 
              SEVGİNİN GÜCÜ

          Mezişha Çile 80 hanelik bir köydü. Dağın yamacına, ormanın en sık olduğu bir yere yerleşmişti. Kafkasya’dan göç ettiklerinde, ovada düz arazilerde yer gösterilmiş ama onlar anavatanlarında ki yerleşim alanına benzediği için burayı tercih etmişlerdi.    Geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı. Çiftçilik ise devletin büyük desteğiyle yeni yeni yerleşmeye başlamıştı. Yörenin en güzel balını üretirlerdi. Çok sayıda ailenin yılkısı (Yabani at sürüsü) vardı. Çevrenin koşumluk ve binek atı ihtiyacı bu yılkılardan karşılanırdı.
        Köyün kuzey batısındaki iki dağın arasındaki boğazdan çenderek denilen bir rüzgâr devamlı eserdi. Bu boğaza girip birkaç km yüründüğünde, ormanların arasında geniş düzlüklere ulaşılırdı. Köylünün koyak dediği bu düzlükler atların en önemli yaylım yeriydi.
        İlk yapılan evlerin tamamı ağaç tomruğundan yapılmıştı. Yeni yapılan evler ise taştan yapılmıştı. Evlerin tamamının çatıları düz örtü olup, çorağın bir çeşidi olan yağlı bir toprakla kaplıydı. Evlerin içleri dışları yöreden çıkarılan bir beyaz toprakla badana edilirdi.
        Evlerin hemen hemen hepsi doğuya bakardı. Önlerinde de boydan boya haşpak denen sundurmalar vardı. Bu sundurmanın rüzgâr alan bir köşesinde, tavana yakın bir yerde ağaç kafes şeklinde sütlükler olurdu.
       Soğuk bir sonbahar akşamıydı. Akşama kadar yağmur yağmıştı. İnsanlar dam başlarına çıkmışlar kanğaç (yuvak) çekiyorlardı. Ağaçtan veya taştan yapılmış bu silindirler ileri geri çekilerek damlardaki çorak sıkıştırılarak suyu geçirmesi önleniyordu. Uzaklarda bir yerlerde şimşekler çakıyor, her şimşekten sonra etraf kör edici bir aydınlığa boğuluyordu.
              İşte böyle puslu bir gecede yayıldı puslu haber.”Savaş çıkmış seferberlik ilan edilmişti.   
        Muhtarın  köye saldığı  iki genç ev ev dolaşarak, köyün  büyüklerine muhtarın toplantı haberini ilettiler. Bir saat sonra bütün büyükler odada toplanmışlardı. Başköşede her zaman ki gibi Martıjko Aziz yerini almıştı. Martıjko Aziz Kafkasya dan göç eden kafileden yaşayan birkaç kişiden biriydi. Az konuşur öz konuşurdu. Herkesin hazır olduğundan emin olan muhtar sıkıntılı bir tonla söze başladı.
         —Komşular hepinizin az çok haberi olmuştur, devletimiz bir hafta önce harbe girmiştir, bizden de gücümüz oranında asker istemektedir, ne diyorsunuz? Diye sordu.
           Kısa bir sessizlikten sonra herkes kendisine göre bir şeyler söyledi. Kimisi hemen bir birlik hazırlanmasını, kimisi acele yapılmamasını gelişmelere göre tavır alınmasını, kimisi de ufak bir birlik gönderilmesini önerdi
          Sonlara doğru da Kanşawko Halit söz aldı. Kanşawko Halit çok gezen, çok bilen, her şeyden haberi olan biriydi. Bu özelliklerini bildiğinden, kendinden emin bir şekilde:
          —Komşular bu savaş uzun sürecek sonu olmayan bir savaş. Bu nedenle ben derim ki, acele yapmayalım devletin biz göçmenlere tanıdığı askerlikten muafiyet yıllarımız dolmadı bekleyelim düşman buralara gelirse bir çaresine bakarız dedi.
          Artık son söz Martıjko Azizindi, bütün gözler ona çevrilmişti.  Martıjko bir süre bekledi yerinden hafifce doğruldu, Kanşawko’nın dediklerine biraz içerlemiş hali vardı. Yaşından umulmayacak net bir sesle konuşmaya başladı:
           — Hepinizi dinledim, kimisinde akıl, kimisinde yürek, kimisinde haklılık payı var. Yalnız hatırlamamız ve hiç unutmamamız gereken şeylerde var. Rusya da düşman kapımıza gelsin bakarız dedik, düşman geldi, yerimizden yurdumuzdan olduk. Bulgaristan da gelsin bakarız dedik, yine yollara döküldük, Yoguslavya da aynı şey oldu. Artık yetti bu bayrak bizim bayrağımız, bu vatan bizim vatanımız. Mezarımızda burası olacak. Bu nedenle yapılması gerekeni değil iki katını yapmalıyız dedi ve sustu. 
         Konuşmadan çok yüzündeki acının, kinin, umudun karışımı ifade herkese kararını verdirmişti.  
           Hemen karar alındı.    
          Bir hafta içinde 68 kişilik bir liste hazırlandı. Liste hazırlanırken tek çocuk olanlar, hastalar, bakıma muhtaç kişisi olanlar bu listeye alınmadı. Birliğin şubeye teslim olasıya kadar Şagumde Yahya’nın komutasında olmasına karar verildi.
           Bu kararın ardından hummalı bir faaliyet başladı. Tğujular pişirildi, kuru etler paketlendi, azık torbalarına güzelce yerleştirildi. Erkeklerde silahlarını temizlediler, atların yelelerini ördüler, kuyruklarını bağladılar. Komşular, akrabalar ziyaret edildi, helâlık dilendi. Bu arada gideceklerin şerefine nisaşe ve eğlenceler de ihmal edilmedi. Nihayet ayrılık günü geldi çattı.                          
           Şhagumde Hamit gideceğini öğrendikten beri, çelişkili duygular içindeydi. Bir yanda, yeni yerler göreceği, yeni insanlar tanıyacağı için mutlu, savaşacağı için tedirgin, evinden, ailesinden, yedi aylık eşinden, doğacak çocuğundan daha görmeden ayrılacağı için ise üzgündü.
             O sabah erkenden kalktı atı Jibğa’ya safi arpadan oluşan yemini bolca verdi eğerini silahlarını kontrol etti. Bütün bunları yaparken köpeği Vüris arkasından dolaştı durdu. Fırsat buldukça ona sürtündü, arka ayaklarının üstünde dikilerek ön ayaklarını göğsüne dayadı, önünde yuvarlandı. Nihayet Hamit işlerini bitirdikten sonra, köpeğin önünde diz çöktü, boynunun altını okşadı sırtını sıvazladı. Köpek aradığı ilgiyi bulduğu için memnun kuyruğunu sallıyor, sanki olacakları tahmin etmişçesine, parlak gözleriyle sahibine bakıyordu.
          Hamit yavaşça doğrulurken başparmağını Vuris’e doğru sallayarak: 
           —Ben yokken buralar sana emanet ha dedi.
          Köyün içinden gelen sesler çoğalmaya başlamıştı. Hamit doğrulduğunda annesi ile babası avluya inmişlerdi, karısı Dane ise kapının eşiğinde duruyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı önce babasının elini öptü. Babası duygularını belli etmeyen bir sesle:
           —Güle güle gider, sağ ve salim dönersin inşallah. Dedi.
          Arkasına hiç bakmadan avlu kapısından çıkıp meydana doğru yürüdü. Hamit anasına sarıldı, kadın onu sıkıca bağrına bastı. Acısını belli etmeyen bir sesle:
          —Allaha emanet ol oğul diyebildi.
           Oğlunu zorlukla bırakan kadın da kocasına yetişmek için hızlı adımlarla uzaklaştı. Koca ihtiyarlar genç çifti vedalaşmaları için onları yalnız bırakmışlardı. İhtiyarlar uzaklaşınca Dane koşarcasına geldi kocasına sarıldı, narin bedeni sessiz hıçkırıklardan sarsılıyordu. Uzun süre öylece kaldılar. Hamit karısının omuzlarından tutarak kendinden ayırdı, sağ eliyle çenesini tutarak hafifçe kaldırdı ve gözlerinin içine bakarak:
         —A si Dane, a si gupse ağlama sana söz veriyorum, döneceğim. Kendine ve doğacak çocuğumuza iyi bak. Dedi.
                Daha bir şeyler diyecekse de fırsat bulamadı.
          Dış kapıdan arkadaşı Yusuf’un sesi geldi.
          —Hamit yatıyor musun daha.
          Yusuf’la çocukluk arkadaşıydılar. Kardeş gibi büyümüşlerdi. Düğünlere beraber gider, ava beraber çıkarlardı. Şoha denilen at yarışlarında hep aynı takımda olurlardı. Dane’yi abzağh köyünden kaçırırken de yanında o vardı. Dünyada hiçbir şeye aldırmaz, hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir şeyi de umursamazdı. Hamit onun sesini kapının önünde duyunca karısına son bir defa baktı, hiç bir şey diyemeden ayrıldı. Atının dizgininden tuttu yavaş adımlarla avludan çıktı. Atlar yedeklerinde yan yana köy meydanına doğru yürürlerken, Yusuf ellerini, kollarını da kullanarak bir şeyler anlatıyor ama Hamit hiç birini duymuyordu.
           Yarım saat sonra birlik hazır hale gelmişti. Köyün dışına kadar atları yedeklerinde çıktılar. Köyün çıkışında atlarına binerek uzaklaştılar. Arkalarından erkekler gururla, kadınlar acıyla, çocuklar da ne olduğunu anlamadan el salladılar.
           Üç günlük sıkı bir yürüyüşten sonra, birlik il merkezindeki şubeye ulaşarak teslim olmuştu. Bir günlük istirahattan sonrada trene bindirilerek geleceklerini bitirecek meçhule yola çıkarılmışlardı.
         Hamit talim alanında verilen moladan yararlanarak sırtını bir çadır direğine vererek oturmuştu. Atların trene bindirilmesi sırasında canı kadar sevdiği atı Jıbğa ayağını vagona dayanan dayamalara sıkıştırarak kırmıştı. Atı muayene eden alay veterineri atın vurulmasından başka çare olmadığını söyleyince dünya başına yıkılmıştı. Amcasının oğlu Halil’in atın kafasına sıktığı tek kurşunu ta yüreğinde hissetmişti. Atsız kalınca da süvari birliklerine nakledilen arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalmıştı. Herkesle teker teker vedalaşmıştı. Yusuf’la uzun süre sarılmışlar ayrılırken de:
         —Benden önce köye dönersen eşim, doğacak çocuğum sana emanet demişti.
         Deli bozuk oğlan da gülerek bir yıl sonra hep beraber köyde olacaklarını söylemişti. Hatta kendi atını da vurarak onun yanında kalmak istemiş ama zorla vazgeçirmişlerdi. Şimdi bir aydır buradaydı ne tanıdığı biri vardı ne de bir arkadaşı. Talim sırasında yırtınırcasına çalışıyor, bu süre içerisinde kafası biraz dağılıyordu. Günler günleri kovaladı ve üçüncü ayın sonunda hareket emri geldi. Önce Şam’a geldiler burada birkaç Arap şeyhi ile bazı çapulcuların isyanlarını bastırdılar. Çok geçmeden de Yemen’e sevk edildiler
         Hamit ne kadar zamandır burada olduğunu unutmuştu. Her gün yoğun bir İngiliz bombardımanına maruz kalıyorlardı. Bombardıman başladı mı kendilerini kumda kazdıkları siperlere gömüyorlardı. Arada bir de saldırılar oluyor bunlara karşı saldırıyla cevap veriliyordu. Rüzgâr çıktığı zaman ise bir felaketti, kazdıkları siperlerin yanı sıra ağızlarına, burunlarına da kum doluyordu. Gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı ise bir felaketti. Gündüz yanan çöl havası, geceleri dondurucu bir soğuğa dönüşüyordu. Cephaneleri, yiyecekleri, suları kıttı. Şöyle bol suyla yıkanmayı öyle özlemişti ki.
          Yine böyle netameli bir gündü: Sabahleyin onar mermi dağıtılmış, süngüler taktırılmıştı. Askerin arasında bir taarruz edileceği, bir geri çek ilineceği rivayetleri dolaşıyordu. Birden sessizliği top ve makineli sesleri bozdu. Daha ne olduğunu anlamadan, komutanları kolağası Ahmet siperden fırladı:
         —Haydi, aslanlarım gidiyoruz diyerek;İleri doğru koşmaya başladı. Hemen ardından bütün bölük, ne olduğunu, nereye gittiğini anlamadan besmele çekerek, siperden fırladı, kolağalarının peşinden koşmaya başladı.
         Hamit daha on adım atmadan ayağında bir yanma hissetti, aldırmadı koşmaya devam etti. Sağında solunda koşan arkadaşları birer birer yere yığılıyordu. Birden göğsünde de keskin bir bıçakla bıçaklanmış gibi bir acı hissetti. İki adım atmadan aynı ağrıyı omzunda ve baldırında da hissetti. Bir ara acı neyse de hiç olmazsa şu yanma olmasaydı diye düşündü. Önce dizlerinin üstüne çöktü sonrada yere yığıldı kaldı. Acılarda, top ve tüfek sesleri de silindi gitti. 
           Gözlerini açtığında kendini bir sessizliğin içinde buldu. Kavurucu bir rüzgârın desteklediği sıcak bunaltıyordu. Vücudunun her yanı zonkluyordu. Başını hafifçe kaldırdığında ayaklarının üstünde, sağında, solunda cesetler gördü. Anladı ki ölü sanılıp ölülerin arasına bırakılmıştı. Birisi üzerindeki cesedi çekerek yana yatırdı, cesedin ceplerini kurcaladı, hiçbir şey bulamadı. Başucundaki adam ayaklarına kadar gelen bir entari giymişti. Adam ona doğru dönüp yaşadığını görünce, nereden çıkardığını görmediğini bıçağı kaldırıp saplayacaktı ki arkadan gelen bir ses onu durdurdu. Sesin sahibi yaklaştı, eğildi, yaralarına baktı. Bu birincisinden epey yaşlı ve sakallıydı. Adam onu belinden tutarak kaldırdı sırtına vurdu ölülere basmamaya dikkat ederek yürüdü. Hamit’in gözleri karardı ve yeniden bayıldı.
         Mezişha köyünden askerlerin ayrılmasının üstünden tam yedi yıl geçmişti. Bu yedi yıl içerisinde elliden fazlasının ölüm haberi gelmişti. Kimisi Yemende, kimisi Sarıkamış ta kimisi de Çanakkale de şehit olmuşlardı. Her haberde köy yasa boğuluyor ağıtlar yükseliyordu. Ateşler düştükleri yürekleri ne kadar yaksa da zamanla insanlar normal yaşantılarına dönüyorlardı. Tarlalar ekiliyor, kışlık odunlar kesiliyor, evlilik çağına gelmiş çocukların düğünleri yapılıyordu. Geriye dönenlerden, şhagumde Rasim’in bir ayağı kalçasından kesilmişti. Yusuf’ta dönenler arasındaydı o uçarı,  şakacı hali gitmiş durgunlaşmış ve olgunlaşmıştı.
          Dane yedi yıl boyunca hiç ümidini kaybetmeden bekledi. Hamit’in ölüm haberi geldiğinde de inanmadı. Hamit kendisine söz vermişti dönecekti. Bu nedenle kendisini evlendirmek istemelerine hep karşı çıktı. Birde oğlu olmuştu, her şeyini ona adamıştı.
          Yusuf arkadaşının ayrılırken dediği, “Ben dönesiye kadar Dane ve doğacak çocuğum sana emanet” sözlerini bir türlü unutamıyordu. Gözlerini her kapadığında arkadaşının hayali gözünün önüne geliyordu. Arkadaşı ölmüştü, bu durumda ne yapmalıydı. Günlerdir beynini çatlatırcasına bunu düşünüyordu. Sonunda kararını verdi. Dane ile evlenecekti.
           Bunu ailesine açtı, onlarda uygun gördüler. Bir akşam Hamit’in annesinin babasının ziyaretine giderek Allahın emriyle gelinlerini, oğullarına istediler. Onlarda münasip gördü. Abzağh köyünden Dane’nin ağabeylerini getirterek rızalarını aldılar. Durumu da hiçbir itiraza meydan vermeyecek şekilde Dane’ye bildirdiler. Dane yıkıldı, her tarafı uyuştu. Ağlamak istedi ağlayamadı. Sonunda bir hafta zaman istedi.
                 Bu konuşmaların olduğunun altıncı gecesiydi. Dane evde yalnızdı. Oğlu uyuyordu. Yüreği iyice daralmıştı. Dudaklarından, geçen yıl köye gelen seyyar destan okuyucunun söylediği türkünün nakaratları dökülmeye başladı.
         Mızıka çalındı, düğün mü sandın?
         Al yeşil bayrağı gelin mi sandın? 
         Yemen’e gideni gelir mi sandın?
              Dön gel ağam, dön gel, dayanamiyrem,

              Uyku gaflet bastı uyanamiyrem,
                Ağamın öldüğüne inanamiyrem.
         Dane'nin gözyaşları yanaklarından süzülüyor, türkünün nağmeleri etrafa yayılırken onlar tek tek yere düşüyordu. Birden dışarıdan Vurisin sesi geldi. Yedi yıldır bir kere bile hav demeyen köpek ortalığı yıkıyordu. Dane yavaşça yerinden doğruldu, başörtüsüyle gözyaşlarını sildi. Yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Yavaşça evin kapısını açtı, Vuris dış kapıya gidiyor tırmalayıp geri geliyordu. Dane’yi ayakları elinde olmadan dış kapıya sürükledi kapının sürgüsüne uzanan eli titriyordu. Kapıyı yavaşça açtı: karanlıkta seçilmeyen bir karaltı vardı Vuris karaltının üzerine atlamış elini ayağını yalamaya  başlamıştı. 
        Adam duyulur duyulmaz bir sesle:
        —Dane, Vuris diyebildi kelimeler boğazına düğümlenmişti.
        Hamit dönmüştü.

        Haber köye fırtına hızıyla yayıldı. Bütün köylü şhagumdelerin evinde toplanırken, bir atlıda diğer taraftan köyü terk ediyordu. Buda arkadaşına derdini, düşündüklerini anlatamayacak olan Yusuf’tan başkası değildi.

ORHAN OCAK   17.Ekim.2007-ESKİŞEHİR

 


 
 


 
 
################ Cocuk (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################
 
 
 
   
 
ÇOCUK
       1945 yılında Yoguslavya prensinin bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesini bahane eden Almanya Romanya dan başlayarak Avrupa ülkelerini işgal etmiş ve 2. Dünya Savaşını  başlatmıştı. Bu durum tüm dünya dengelerini bozmuş, ekonomileri de darmadağın etmişti. Coğrafi yerinden dolayı bu olumsuz gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerden biride Türkiye olmuştu. Devletin herhangi bir savaş ihtimaline karşı, gıda stokuna gitmesi, yılın da kurak geçmesi sonunda memleket de kıtlık ve yokluk baş göstermişti
        Bu durum memleketin her tarafında olduğu gibi, Eskişehir’in bir köyü olan Ağlarca köyünde de kendini bütün ağırlığıyla hissettiriyordu. Her kesin elindeki nevale çabucak bitmişti. Varlıklı ailelerin ellerindeki zahire stokları da tüm köylüyle paylaşılmış ama onlarda suyunu çekmişti.
       Kafkasya kültüründen kaynaklanan yardımlaşma ve paylaşımcılığın etkisiyle herkes elindeki son lokmayı da paylaşarak yaşamaya çalışıyordu,
       Köylüye devlet tarafından her yıl ihtiyaç ve satış olmak üzere iki çeşit meşe odunu verilirdi. Köylüler ormandan gösterilen alanı kendi aralarında üleşirlerdi. Kesim yapıldıktan sonra kışlık ihtiyaçlarını stok ederler satış için kestiklerini de köy meydanında, kıyısında veya daha başka münasip yerlerde, sterler halinde yığarlardı. Ormancılarda gelir bunları ölçer, teskere denen izin kâğıtlarını verirlerdi. Köylü de bunları ya ocaklarda yakarak meşe kömürüne dönüştürerek ya da meşe odunu olarak yakın kasabalara götürüp satarlardı.
       Ama esas para getiren iş ise kaçakçılıktı. Yapuldak ve peçene dağlarından kesilen döşemeler köye getirilir kabukları soyulur ve güneşte bekletilirlerdi. Döşemeler çoğunlukla 7–8 m uzunluğunda olurlardı, bundan uzunları ancak sipariş olursa kesilirlerdi. Bazen de kalın çam tomrukları getirilir, samanlıkların bir köşesine kurulan iskelelerde tahta veya dilmelere dönüştürülürlerdi. İskeleler kuvvetli ağaçlardan yapılırlardı. İskelenin üzerine uzatılan tomruk: Önce siyaha boyanmış iplerle işaretlenir sonrada bir kişi iskelenin altına girer biride üste çıkar ve büyük bıçkılarla dilim dilim tahtalar kesilirdi. Bütün bunlar kaçak olduğu içinde ormancılarla büyük mücadeleler verilirdi.
       Hazırlanan bu döşeme veya tahtalar at arabalarına yüklenir satılmak üzere Sivrihisar, Polatlı bazen de Haymanaya kadar götürülürdü. Bu işi ancak atları kuvvetli olanlar yapabilirdi. Sefere çıkanlar büyük bir yardımlaşmanın içinde olurlardı. Mallarını satıp geri dönerken mevsimine göre sebze ve meyve yüklü olarak gelirler bu getirdiklerini de bütün köyle paylaşırlardı.
       Bu yıl kıtlık dolayısıyla kaçağa birkaç kere gidilmişti.
        İşte hikâyemiz böyle bir sefere çıkılacağının bir gün öncesinden başlar.
       Sefer henüz 11 yaşındaydı, babası 2 sene önce öldükten sonra evin bütün yükü omuzlarına kalmıştı,
       O da bu yükü bir çocuktan beklenmeyecek bir metanetle yüklenmişti. Bu sorumluluk ona olgun bir hava kazandırmıştı. Annesinin akrabalarından Ğhune Yahya iki hafta önce evlerine uğramış Sefer’e iyi bir araba döşeme hazırlamasını onu ovaya ağaç götürecek ilk kafileyle birlikte göndereceğini söylemişti.
       O gündür canla başla çalışmış 8 m lik 9 döşeme ile 14 tane mertek hazırlamıştı.
       Yolculuk sabahı, erkenden kalkmış atlara yem vermiş, kuyruklarını örmüştü. Amcası Şaban’ın yardımıyla da ağaçları arabaya sarmışlar, araba sandığını da ağaçların üzerine sıkı sıkı bağlamışlardı. Annesi de babasının kürkünü kendi eliyle arabaya yerleştirmişti. Bu kürkler o devrin odun kaçakçılarının olmazsa olmaz aksesuarlarıydı. Kırkılmamış koyun postlarından yapılırdı. Ne soğuk ne kar ne de yağmur işlemezdi içine.
       Sefer önce annesinin sonra ablalarının elini öptükten sonra arabaya tırmanarak oturdu, dizginleri eline aldı şöyle gururla bir bakındı sonra atlara okşar gibi:
       —Haydi, yavrum deh dedi. Taylar sanki bu komutu bekliyorlarmış gibi hemen yürüdüler.
       Seferin annesi ellerini açarak uzun uzun dua etti.
       Sefer köy meydanına gelince dizginleri çekerek arabayı durdurdu.Diğer arabalarda toplanmaya başlamışlardı. Herkesin yükü atlarına göreydi. Kimisinin az kimisinin çoktu.
        En çok yük Ratko Şükrünün arabasındaydı, Şükrü orta oku iyice uzatarak arabasını 7–8 m açmış ve düzgünce dört köşe yontulmuş döşemeleri düzenli bir şekilde sarmıştı. Şükrü havalinin en namlı kaçakçısıydı ormancılar onunla hiç karşılaşmak istemezlerdi. En iyi atlar onundu, arabasının çanlarının (tekerlerin göbeğine ve dinğilin başına takılan çeşitli alaşımlardaki metal levhalar) sesini tanımayan yoktu.
       Hemen hemen her kaçakçı silah taşırdı ama o fazladan birde mavzer bulundururdu arabasında. Çok iyi baktığı İngiliz kulaklısını oturduğu minderin altına uzatmış olarak tutardı devamlı.
      Şükrü, Sefer’in yanına gelerek arabasına şöyle bir baktıktan sonra:
       —Aferin Sefer iyi yük hazırlamışsın iyide sarmışsın, dedikten sonra ilave etti.
       — Hep arkamda ol ayrılma, hadi bakalım ras gele.
       Şükrü çocuğun yanından ayrıldıktan sonra ortalığa doğru yürüdü, herkesin duyabileceği bir sesle,
      — Herkes hazır mı? Dedi.
       Milletten gelen cevapları beklemeden arabasına bindi ve sürdü. Diğer arabalar da onun ardı sıra hareket ettiler, önce mezarlığı sonra harmanları geçerek kaybolup gittiler. Arabaların çan sesleri birden başlayan yağmurun içinde uzun süre yankılandı, sonrada onlarda duyulmaz oldu.
       Arabalar kulapa’ya geldiklerinde yağmur hızını iyice arttırmıştı. Sürücüler kürklerine iyice bürünmüşler, atları da kendi hallerine bırakmışlardı.
       Önce Şhagumde Hamit saplandı çamura, arkasından da seferin tayları kaldı. Her yağmurlu havada kaçakçıların korkulu rüyasıydı Kulapanın çamuru. Arabalar dingile kadar çamura oturur sonunda da saplanıp kalırdı. Atlar yere yatarcasına asıldıkları halde arabayı milim kıpırdatamazlardı. Bazı kuvvetli atlarsa çamur mamur dinlemez çektikleri şeyi sürükler çıkarırlardı.
       Şükrü arabası çamurda kalanlara bağırarak:
       —Çocuklar kıpırdamayın dedi ve yoluna devam etti.
      Çamurdan çıkan arabalar sert zemine geldiklerinde durdular. İki çift kuvveti atı koşumlara ellemeden arabadan çıkardılar, bunları çamurda kalmış arabalara koşarak onları da düzlüğe çıkardılar. Atları bir müttet soluklandırdıktan sonra, sabaha karşı ilk mola yerleri hakim kuyusu köyüne vardılar. Arabaları Kunduracı Battal’ın yüksek duvarlarla çevrili geniş avlusuna çektiler. Atların üzerine çulları örterek yem torbalarını başlarına astıktan sonra, araba sandıklarının içinde, kürkleri üzerlerine çekerek birkaç saat sürecek uykuya daldılar.
      İki saat sonra hepsi birden sözleşmiş gibi uyandılar. Battal ağada onlara kahvaltıyı çoktan hazırlatmıştı. Battal ağanın bazı nedenlerden dolayı bu dağ köylülerine minneti büyüktü. Hali vakti de yerinde olduğundan senede bir iki kere onları ağırlamaktan memnun oluyordu.
      Kahvaltıdan sonra Şükrü çocuğu da yanına alarak çocuğun arabasına bindi ve avludan çıktılar. Şükrü arabayı doğru muhtarın evine çekti. Muhtarın avlusu da yüksek duvarlarla çevrilmiş ve genişçeydi.
       Muhtar onları avlunun borda kapısından girdikten sonra fark etti ve gülerek karşıladı.
       —Hoş geldin Şükrü ağa.
       —Hoş bulduk muhtar, Bir isteğim olacak hemen söyleyip yola çıkacağız. Dedi şükrü.
       Sonrada kendilerinin Polatlıya gideceğini ama çocuğu götürmeyeceklerini o nedenle çocuğun yükünün burada satılmasına yardımcı olmasını sonrada onu yolcu etmesini söyledi. Muhtarda:
       — O kolay dedi. Arabada ki ağaçları inceleyerek, ben alırım onun ağaçlarını zaten oğlana bir ev yapmayı düşünüyordum diye de ekledi.
       Şükrü çocuğa yapacaklarını anlattıktan sonra oradan ayrıldı, çok geçmeden de köyden ayrılan arabaların çan sesleri duyuldu.
       Muhtar çocukla tam konuşmaya başlamıştı ki, avlu kapısından iki ormancı gözüktü. Bunlar Haşim ormancı ile Ahmet ormancıydı. Haşim 50 yaşlarında saçları ağarmış suratı hep asık duran birisiydi. Ahmet se göreve yeni başlamış ormancı olamayacak kadar merhametli yapısı olan genç biriydi.
       Haşim çok azılı bir kaçakçıyken devlet baş edememiş onu ormancı yaparak yıllarca kestiği ormanları korumaya memur etmişti. Yıllarca zalimliğiyle etrafa ün saldı. Kendisine rüşvet verenler ormanı kökten kesseler görmemezlikten gelirken, ihtiyacı için bir sırt odun getirenlere kan kusturmuştu. Bu korkunç namı, içinde Şükrünün de bulunduğu dağ köylülerine rastlayasıya kadar devam etti. O gün hiçbir vatandaştan rüşvet almayacağına hiç kimsenin canını yakmayacağına yemin ederek canını zor kurtarmıştı.
       Bu günde kaçakçı arabalarının gelişini görmüş ama onlar gidesiye kadar meydana çıkmamıştı. Ahmet ormancı her ne kadar çırpındıysa da ona da mani olmuştu.
       Dağ köylülerinin bir çocuğu bırakarak gittiklerini görünce yıllardır beklediği intikam saatinin geldiğini düşündü. Bu dağ köylülerine vurulacak en büyük darbe, kendilerine emanet edilen bu çocuğun başına gelebilecek kötü bir olaydı. Haşim çok rahattı artık iki gün sonra emekliye ayrılacak İzmir'e yerleşecekti. Eşini ve çocuklarını çoktan göndermişti bile. Şükrü ve arkadaşları gelesiye kadar bu çocuğu yakalar atına arabasına el koyar tutanakları tutup muhtarlığa yedemin ettikten sonra çeker giderim kimsede beni bulamaz diye düşünüyor, bundan dolayı da ağzı kulaklarına varıyordu.
        Muhtarın avlusuna sahte bir hışımla giren Haşim doğruca  arabanın yanına gitti etrafında bir tur attıktan sonra, muhtarla çocuğun yanına gelerek.
      —Bu arabaya, atlara ve üzerindeki yüke devlet adına el koyuyorum. Muhtar tez yedemin evraklarını hazırlayalım dedi.
        Muhtar gavat gene bir şeyler koparmaya uğraşıyor diye düşündüğünden onu pek ciddiye almadı. Haşim’in koluna girerek:
       _-Tamam, Haşim ağa ağaçları ben aldım senide göreceğiz elbet dedi.
        Ama Haşim’in gözlerindeki kin ve intikam parıltısı korkutmuştu muhtarı. Haşim daha sert bir sesle bağırdı.
       —Hadi muhtar oyalanma diye.
       Çocuk ormancıları gördüğünden beri bir korkuya kapılmıştı.(Ah ülen dağda rastlayacaklardı, baltayı kaptığım gibi geldikleri yerlere kadar kovalardım ya;) diye düşündü. Ama bu yaban ellerinde yalnız başına ne yapabilirdi. Birden fırladı, arabanın önüne dikildi:
       —Atlarıma ve arabama kimse elleyemez. Dedi.
       Sesi çok kararlıydı, gözleri çakmak çakmak olmuştu.
       Haşim’in içi ürperdi birden, sonrada bir çocuk o nihayet diye düşünerek çocuğun üstüne yürüdü, bir eliyle yakasını kavrayıp öteki elini tokat atmak için havaya kaldırmıştı ki: Avlu kapısının girişinden bir ses yükseldi.
       —Ne oluyor burada?
       Avludaki dört kişi birden başını sesin geldiği yöne çevirdiler. Kapının girişinde yerinde duramayan atını zapt etmeye çalışan yamçısı sırtında dalgalanan elinde kamçısıyla onlara bakan İsmail Bey’i gördüler.
        Haşim’in çenesi titredi ayaklarının bağı çözüldü. Şükrü den korkarken daha büyük bir belaya çattığını, İsmail Beyi görünce hemen anlamıştı. Daha kendisini toparlamadan doru at yanında bitiverdi ve İsmail Beyin kırbacı suratında şakladı. Can acısı ile bir elini yüzüne bir elini de belindeki silaha uzatmıştı ki ikinci kırbaç yüzünün öte tarafında şakladı. İkinci kırbaç aklını başına getirmişti. İki eliyle yüzündeki iki kırmızıçizgiyi tutarak öylece kaldı.
       Çocukta tanımıştı  Şhagumde İsmail Amcayı. Öyle bir rahatladı ki koşup ayaklarına sarılası geldi ama kendini tuttu.
       Şhagumde İsmail o yörenin en sayılan adamıydı, hangi köye gitse krallar gibi ağırlanır, her ihtiyacı karşılanırdı. Bu güne kadar fakir fukara takımına hiç zararı olmamıştı aksine onları korur ve her konuda yardımlarına koşardı. Bir huyu vardı ferdi olarak hiç kimseye yük bindirmez yükü olay mahallindeki köyün veya köylerin hali vakti yerinde olan kişilerine eşit olarak dağıtırdı. Bir keresinde Siyah ağaç köyünde atı hastalanınca vurmak zorunda kalmıştı. Köylüler köyün en güzel atını hemen altına çekmişlerdi. O da köyün zenginlerinin aralarında para toplayarak atın sahibine verilmesini sağlamıştı.İsmail ağa atından indikten sonra ilk iş olarak ormancıları gönderdi. Muhtarın getirdiği sandalyeye oturarak çocukla biraz konuştu. Köyden haberler sordu Ğhune Yahya’ya. Psinetğuç Ramazan'a selamlarını götürmesini söyledi.
       O arada muhtarın çocukları İsmail’in atı ile çocuğun atlarının yem torbalarını arpa ile doldurmuşlardı. Çocuğun tayları arpayı büyük bir iştahla yemeye başlamışlardı ama öteki yemek yerine taylara gösteriş yapmak peşindeydi. Sağ ön ayağı ile yeri eşeliyor, kafasını sallayarak kişniyordu.
       İsmail Bey hemen muhtara talimat verdi, bu talimat gereği de köyden 8–10 kişi gelerek arabada ki ağaçları üleşiverdiler. Çocuğun arabası buğday, bulgur gibi kuru üzüme varasıya kadar erzakla doldu. Toplanan paraları da çocuğun eline verdi. Çocuk paralara uzun uzun baktı. Hiç bu kadar parayı bir arada görmemişti, hele aralarındaki kâğıt 2,5 lirayı ilk defa tutuyordu, ama o en çok erzaklar arasında ki çay la şekere sevinmişti. Çay tiryakisi olan annesi ne kadar memnun olacaktı kim bilir. Beş aydır parti ocak başkanlarının kirpit kutusu ile dağıttıkları çayla idare etmeye çalışıyordu. Şeker desen hiç yoktu millet çayını kuru üzümle içiyordu.
       Atlar yemlerini yedikten sonra çocuk yan kayışları bağladı. Vakit ikindiyi geçiyordu, büyük bir sevinçle dönüş yoluna çıktı. İsmail Bey de atının üstünde arabanın yanından hiç ayrılmadan onu Erten köyünün çıkışına kadar getirdiğinde karanlık çoktan basmıştı. Bütün öğleden sonra ki güneş, kulapa çamurunu biraz kurutmuştu arabada boş olunca atlar dönüş yolunda hiç zorlanmamıştı.
        Erten çıkışında İsmail Bey atının dizginlerini çekerek durdu.    Çocukta arabayı durdurdu. İsmail Bey çocuğa dönerek:
        — Çâle, miş kınowjirer wugojişun arbe? Dedi.
       "Çocuk ,bundan sonrasını gidebilirsin değil mi?"
        Çocuğun cevabını beklemeden atının yönünü geri çevirerek geldiği yöne doğru uzaklaştı.
        Çocuk bu koca çerkesin arkasından bir müttet baktı görüntüsü karanlıkta kaybolunca da atlara usulca “hadi yavrum deh” dedi. Araba hareket ettikten sonra gocuğu üstüne çekti atların yem torbalarından birini de yastık yaparak uzandı ve hayallere daldı. Çok geçmeden de uyuya kaldı. Yüzünde tatlı bir gülümsemenin ifadesi vardı. Atlar köye varıp, avlularına girip ,durduklarında çocuk hala uyuyordu.
      *Görevlerini canla başla yapan değerlli  ormancı camiasından,(İçlerinden çıkmış yanlış bir adama yer verdiğim için )özür dilerim .                                                                

 

Orhan OCAK

  

 


 
################ Toraman (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################
 

     TORAMAN

        1974 yılının ağustos ayıydı. Siirt’in Kozluk ilçesinin bir köyünde 4 yıl çalıştıktan sonra tayinim kendi köyümüze çıkmıştı. Eylülde okullar açılacaktı, doğup büyüdüğüm, sokaklarında ağaç dalından atımla koşuştuğum, hıdırlezlerde boyanmış yumurtalarımı çayırlarında yuvarladığım, göletlerinde çimdiğim, soğuğunda üşüyüp, sıcağında terlediğim, bahçelerinden erik, tarlalarından nohut çaldığım, dağlarından kiraz, fındık topladığım, büyüyüp delikanlı olduğumda, meralarında at koşturduğum, sokaklarında sevdalandığım köyümde öğretmenlik yapacaktım. Heyecanım o kadar büyüktü ki kelimelerle anlatamam. 
           Bu heyecanıma, bir sabah rahmetli başbakanımız Bülent ECEVİT’İN radyodan, “Bu sabahtan itibaren silahlı kuvvetlerimiz Kıbrıs’a çıkarma yapmaktadırlar, biz barış için gidiyoruz, biz yalnız Türklere değil adada yaşayan Rumlara da barış getirmeye gidiyoruz.” Sözleri ile bildirdiği haberin heyecanı da eklenmişti. 
        Tayin emrimi almak için o zamanlardaki adı İlk Öğretim Müdürlüğü olan, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne giderken askerlik şubesinin önündeki kalabalık beni çok gururlandırmıştı.
           Emri aldıktan sonra fazla oyalanmadım. Üç gün içinde hazırlanarak toparlandım. Bir Skoda tutarak eşyalarımı yükledim köyün yolunu tuttum. Kısa sürede de okulun bitişiğindeki lojmana yerleştim.
İlk iş olarak okulu düzenledim ihtiyaçları belirleyip tedarik ettim. Allah rahmet eylesin o zaman muhtar olan. Fehmi Aydoğdu”nun desteklerini çok gördüm.
           Okulun işleri bittikten sonra, o sene kaydedilecek öğrencileri belirledim, okula gelmelerini beklemeden tek tek evlerine giderek hem tanıştım, hem de kayıtlarını yaptım.
            Nihayet okulların açılacağı 21 Eylül günü geldi. Sınıfa girdiğimde, sanki 15 yıl önce, ayakkabıların tabanları dışarı gelecek şekilde cebime sokmuş merak ve kuşkuyla aynı kapıdan adım attığım günkü gibi heyecanlıydım.
           Sınıf uzunca bir sınıftı. Beş sınıfta bir aradaydı. Soldan sağa doğru birler, ikiler, üçler, dörtler ve beşler diye sıralanmışlardı. Yoklamayı yaptıktan sonra karşılıklı diyalog gerektiren konuşmalar yapıyorduk, bu çerçevede çocuklara köyün ortak malları nelerdir diye bir soru yönelttim. Çocuklar sıra ile okul, cami, çeşme, mera, köy konağı diye saydılar. Biriside koruda var öğretmenim diye ekledi. Bütün bunlar olurken üçüncü sınıflardan bir öğrenci ısrarla parmak kaldırıyordu. Ona doğru dönerek:
         —Söyle bakalım yavrum dedim.
         Çocuk ayağa kalkarak, sanki çok önemli bir şey unutulmuşçasına, heyecanla:
         —Birde Toraman var öğretmenim dedi.     
         Bütün çocuklarda bağırarak, çağırarak onu onayladılar. Şaşırmıştım. Sordum bu Toraman nedir neyin nesidir. Çocuklar büyük bir coşku içinde lafı birbirlerinden alarak anlattılar.
         Toraman köyün sahipsiz köpeğiymiş. Avlusunda köpek olmayan herkesin kapısında sırayla kalırmış.
         Bu olayı merak ettim ve en kısa zamanda öğrendim. Toraman köyde sürüsü olan birisinin köpeğiymiş, çok ta cesurmuş. Bekçilik ettiği davardan kurda kuşa hiç hayvan aldırmamış. Bir kurtla bir domuzla yalnız başına baş edebiliyormuş. Sahipleri köyden göç ettiğinde onu da götürmüşler ama o 100 km lik yolu yürüyerek geri dönmüş. O günden beride avlusunda köpek olmayan evlerin önünde kalıyormuş. Kaldığı evi o kadar sahipleniyormuş ki, bir gün önce avlusunda kaldığı, ekmeğini yediği kişiyi yeni kaldığı evin avlusuna ev sahibi göresiye kadar koymuyormuş köyden kim olursa olsun birisi, bir yere gitmek için köyden çıktığında ona gideceği yere kadar refakat ediyormuş. 
         Okulun açıldığının üçüncü günü toramanla tanıştım. O akşam bir şeyler atıştırdıktan sonra muhtarlığa gitmek için kapıya çıktığımda 5 metre karşımda gördüm. Çok iri bir köpekti, kafası bedenine göre biraz daha iriymiş gibi duruyordu. Tam bir kangal köpeği değilse de mutlak bir karışımı vardı. Duruşu ve bakışları bana korkmamam gerektiğini hissettirdi. Geriye döndüm, yarım francala ekmeği alarak tekrar dışarıya çıktım. Ekmeği birkaç parçaya bölüp yavaşça önüne koydum. Hiç acele etmeden yavaşça yedi. Yemeğini yedikten sonra usulca yanına diz çöktüm başını, boynunu okşadım. “Demek Toraman sensin ha, iki yalnız görev adamı iyi anlaşırız umarım” dedim. Yemek ten ziyade bu vücut teması daha çok hoşuna gitmişti.
          Sonraları çok iyi dost olduk. Toplantı ve maaş günlerinde veya her hangi bir sebeple ilçeye gitmek için sabahın beşinde kalkar ya 5 km lik Kayı köyüne veya 7 km lik Han-Erten yol çatrağına yaya olarak inmem gere kirdi. Her seferinde, nerden anlar, nerden duyar bilinmez daha köyün çıkışında yanımda biterdi. Devamlı 4–5 adım arkadan takip ederdi. Yolda bir davar sesi veya bir köpek sesi duyulduğunda, adımlarının hızlandırır yanıma gelirdi. Tehlike geçince de tekrar geride kalırdı. Anlatıldığına göre ona hiçbir köpek 10 M den fazla yaklaşmamış. Bunu deneyenlerin de sonu pekiyi olmamış. Kayı’ya ise yolculuğum, ben köye girince geri dönerdi eğer yolculuk Han-Erten yol çatrağı ise, ayaklarımın dibine çöker Han arabası gelesiye kadar beklerdi.
          Evlendim dostluğumuz devam etti, çocuklar oldu dostluğumuz devam etti.   Çocuklar büyüdü onların en iyi dostu koruyucusu oldu. Çocuklar çiçek, mantar, kozalak toplamaya gittiklerinde hep yanlarında olurdu. Bu gibi zamanlarda anneleri telaşlanır çocukları yalnız başlarına salıyorsun diye söylenirdi. Ben hiç aldırmazdım biliyordum ki Toraman yanlarında. 
         1982 Yılının Kasım ayının sonlarına doğruydu, toprak yumuşamış iyi bir tav vardı. Hava da yazın giderken unuttuğu sıcaklıktaydı. Günlerden pazardı okul da yoktu. Bundan istifade Karaağaç mevkiindeki kavakların altını bellemeye karar verdim. Kırda yemeğin tadını bildiğimden bir torbada azık hazırlattım bel küreğini de alarak yola cıktım. Tabii Toraman da yanımda. Vakit ikindi olmuş hiç anlayamadan ne yemek nede sigara molası vermemiştim. Hava birden kararır gibi oldu, daha ne oluyor demeden bir kar yağışı başladı ki anlatamam. Hemen her şeyi yüz üstü bırakıp köye yöneldim. 1 km lik yolu yürüyüp köye geldiğimde karın kalınlığı 10 cm yi bulmuştu.
          Akşam yemeği yemiş çayımı içmiş televizyonun karşısına oturup sigaramı yakmıştım ki: Suna yanıma gelerek!
          —Baba Toraman bize küstü mü? Diye sordu.
          — Yok, kızım niye küssün 
          —O zaman bu gün bize niye gelmedi…
          Çocuğun bundan sonra dediklerini duymadım bile. Hemen giyindim, silahımı aldım, el fenerini de alarak dışarı fırladım. Nereye diyen seslere de sadece Toramanı almaya diyebildim. Dışarı çıktığım da karın kalınlığı 30 cm yi bulmuştu, kar yağışı da hızını kesmiş serpiştiriyordu. Hiçbir şeyi gözüm görmedi o hızla bahçeye varmışım.
            Gördüğüm manzara aynen tahmin ettiğim gibiydi. Toraman ayaklarını ekmek çıkınının üstüne uzatmış kafasını da ayaklarının üstüne koymuş yatıyordu. Beni görünce ayağa kalktı üstünde eriyenler hariç bir karış kar birikmişti. Silkelenerek karları üstünden döktü, üzerinde görevini hakkıyla yapanların görüntüsü vardı. Yanına oturdum açlıktan sündüğü halde el sürmediği azığı torbasından çıkardım yiyecekleri önüne koydum büyük bir iştahla yedi. Ben de bir sigara yaktım bir taraftan da dostluk, vefa böyle bir şey mi acaba diye düşündüm. 
          Hiçbir güzelliğin, hiç iyi bir şeyin baki olmadığını ispatlayan olay bir gün gerçekleşti. Güzel bir yaz günüydü bir iş için Çifteler’e inmem gerekiyordu. Sabah yola çıktığımda Kayı arabasının gitmiş olabileceğini düşünerek Han-Erten yol çatrağına inmeye karar verdim. Oradan arabayı kaçırsam bile başka bir vesait dekkelebilirdi. Yola çıktım tabii ki Toramanla. Çatrağa geldik bir hayli zaman geçti, güneş yükseldi ama gelen giden olmadı. Sonunda Kulapaya kadar yürüyüp şansımı taş arabalarında denemek istedim. Beraberce yola çıktık Kulapaya geldiğimizde öğlen yaklaşmıştı. İyice de acıkmıştık. Yolun kenarında ki bakkaldan 1kg kurabiye aldım, çoğunu toramanın önüne döktüm, karşılıklı kahvaltının tadını çıkaralım diyordum ama baktım Toraman yiyemiyor. İyice ihtiyarladığından beri sert şeyleri yiyemiyordu. Hemen yanı başımızda ki çeşmeden musluğunda asılı olan tasla bir tas su getirip Kurabiyelerin üstüne döktüm. Anca ondan sonra kahvaltımızı zevkle yapabildik. Biraz sonrada bir taş arabası geldi. İçeride yer olmadığından arkaya taşların üstüne çıktım. Toramansa ayaklarını açmış başını kaldırmış öylece bakıyordu. Araba uzaklaştıkça ufaldı ufaldı sonunda gözden kayboldu. 
           İki gün sonra köye döndüğümde duydum ki Toraman ölmüştü. Ölüsünü ilk ev sahibinin harabe haline gelmiş yıkıntılar arasında bulmuşlardı. Köylüler de ona vefa borcunu unutmamışlar ölüsünü gömmüşlerdi.
             O gündür dostluk dendi mi Toramanı hatırlarım. Bir gün topallayarak yanıma gelmiş ön ayağını uzatmıştı, tırnakları arasında ki kıymığı çıkarıp yere bastığın da bana öyle bir bakışı vardı ki: minnet dendiğinde de o bakışı hatırlarım.
     
Orhan ocak ESKİŞEHİR 20 Kasım 2007 
 

           

 
################ Olum ve arasinda (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################
 

  ÖLÜMLE YAŞAM ARASINDA    

      1979 yılının şubat ayıydı. Bir haftadır yağan kar yağışı durmuş, havada birden bire değişmişti. Sanki yazdan kalma bir gün yaşanıyordu. Yerdeki 30 cm lik kar olmasa kış günü olduğuna kimse inanmazdı.
      Böyle havalarda köylüler hayvanların yemini suyunu verip altlarını küredikten sonra Seydi’nin samanlığının arkasında toplanırlardı. Burası köyün kahvesi konumundaydı. O gün gene birkaç kişi toplanmış konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı ava geldi. 
     Yahya önündeki karları ayağıyla ezerken;
     —Tam av havası, kar iyice yumuşadı, bu karda tavşan kaçamaz iyi bir köpekle 3–4 tane avlanır dedi.
     Sanki oradakiler böyle bir teklif bekliyorlarmış gibi hemen ava çıkılmaya karar verildi.
     Yalnız hiç birinin av köpeği yoktu. Hilmi bana dönerek
     — Hoca sende gel o zaman İzzet av köpeğini verir dedi.
     İzzet eniştenin de av köpeği çok meşhurdu, önüne kattığı tavşanı ya avcıların önüne sürer ya da gidebildiği yere kadar kovalardı. İyi bir gezintiyle biraz dağ havasının iyi geleceğini düşünerek kabul ettim.
     İzzet enişteye giderek tüfeğini ve köpeğini aldım, tüfekte eski ağızdan dolmadan çevrilerek kırma yapılmış onikilik bir tüfekti, altı köşe dökme demirdenmiş gibi duran, namlusu normal tüfeklerden 20 cm daha uzun bir tüfekti. Bu nedenle de menzili bir hayli fazlaydı.
     Köpek benim tüfekle evden çıktığımı görüce av olduğunu anlamış etrafımda koşuşturup oynamaya başlamıştı.
     Diğerleriyle köy meydanında buluştuk. Yahya, Hilmi, ben birde gençlerden Hayati vardı.
     Hemen sarı bele kadar gidip bir iki saat av yaparak dönmeye karar verdik.
     Sarıbel’e vardığımızda herkes iz aramak için veya bir çalının dibine sinmiş bir tavşan görebilmek için dağıldılar. Bende montumu çıkararak karların üstüne serdim, tüfeği de dipçiğinden kara sapladım. Montun üzerine oturarak sigaramı yakıp önümdeki manzaranın güzelliğini seyretmeye daldım. Buranın bitki örtüsü çoğunlukla çam ve ardıç ağaçlarından oluşuyordu. Aralarda da meşe ağacı kümeleri vardı. Meşelerin çıplak dalları üzerinde biriken karlar güneşin etkisiyle kayıp düşüyorlardı, bu nedenle sanki yarı çıplak gibiydiler. Çam ve ardıç ağaçlarındaki karlar ise olduğu gibi duruyordu. Kışın dökmedikleri yaprakların yeşilliği ile üzerlerindeki beyazlık seyrine doyum olmayan bir manzara yaratıyordu. Köy tarafına sırtını verip durduğunda karşıya doğru bir yol uzayıp gidiyordu, biraz ileride ormanın içinde kaybolup gidecekmiş gibi olan bu yol dağların arasından uzayıp giderek Peçene ve Kilise'ye çıkıyordu. 
       Yolun sağ tarafındaki dağlar sıra halinde Yazılıkaya,Yapuldak ve kümbet köylerine kadar ulaşırlardı. Sağ tarafta ise kış yaz rüzgârının hiç eksik olmadığı azametli Göktepe vardı. Arkasındaki dağlar takip edildiğinde Göl yaması, Kirazlıdere geçilerek han merasına girilirdi.
      Birden arkamdaki çalıdan bir hışırtı duyuldu, geriye döndüğümde iri bir tavşanın çalıdan fırladığını gördüm. Daha ben silaha uzanırken de ağaçların arasında kayboldu gitti. Birkaç saniye geçmeden de çakalın sesi duyuldu. Köpek nasıl fark etmişse etmiş hemen tavşanın peşine düşmüştü.
     Bir saat kadar tavşan karşı yamalarda dolandı durdu, köpekte arkasından kovaladı. Bir ara arka arkaya iki silah sesi geldi ama köpeğin sesinin kesilmemesinden tavşanı vuramadıklarını anladım. Bu silah seslerinden sonra tavşanda köpekte hızla uzaklaştılar. Köpeğin sesi yavaşlayarak kayboldu gitti. Bazen rüzgârın içinden birkaç cılız havlaması da zaman geçince kayboldu.
     Güneş batmak üzereyken arkadaşlar yamaçlardan birer birer inerek geldiler. Artık köye dönme zamanı gelmişti. Arkadaşlar köyün yolunu tutarken bende köpeğin peşine düştüm. Niyetim onu bulup en kısa zamanda dönmekti. Birkaç kere iz kestikten sonra tavşanla köpeğin gittikleri yolu bulup peşlerine düştüm. Birkaç kere silah attım. Eniştemin dediğine göre köpeğin bu silah seslerine gelmesi lazımdı ama ne gelen oldu ne giden. Birden havanın karadığını hissettim, içimi bir korku kapladı. Tam geriye dönmeye kara verdiğimde karşı yamadan köpeğin sesi belli belirsiz geldi. Bir el silah atarak o tarafa yöneldim. Bu olay birkaç kere tekrarlandı. Bu ara bende birkaç ufak dağı aşmıştım. Havada iyice kararmıştı. Açık gökyüzündeki hilal şeklindeki ayla yerdeki karlar birlikte loş bir aydınlık yaratıyorlardı. Çamlardan püsen inmeye başlamıştı. Bu püsenle hafif hafif esen rüzgârın sürüklediği karlar kısa zamanda izleri örterek yok etti. O zaman paniğe kapıldım. Bir tavşanla bir köpeğin izlerinin bile bu kadar önem taşıyabileceğine ömrümde inanmazdım.
      Artık önümde üç seçenek vardı birincisi geriye dönmek, izlerin silindiğinden çevremdeki hiçbir yeri tanıyamadığımdan dönüş yolunu bulamayacağım kesindi onun için bu seçeneği hemen geçtim. İkincisi olduğum yerde durmadan ufak bir daire üzerinde dönmek. Böylece aramaya çıkanların bana ulaşasıya kadar sağ kalmayı becermek.   Şewoşlardan Hacı Yusuf bir gece vakti Kayı dan  gelirken karaağaç mevkiinde tipiye tutulmuş bir metre önünü göremediğinden şaşırmamak için yola devam etmeyerek bu metodu uygulamıştı. Onun yeri hem köylere yakındı hem de sabaha az kalmıştı. Bu da benim durumuma uygun değildi, geriye üçüncü yol kalıyordu. Aynı yönde mümkün olduğu kadar sapmadan yürümek. Yürüdüğüm zamana, aldığım yola aştığım dağlara bakarsan kısa bir müddet sonra Yazılı, Tonra, Yapuldak köylerinden birine ulaşabilirdim herhalde.
     Bu düşünce bana yeni bir enerji verdi.
     O hızla birkaç tepe daha geçtim. Her tepeyi aşışta bir köy karartısı görmeyi bir köpek sesi duymayı beklerken her tepeye ulaştığım da karşımda yeni bir vadi ve yeni bir tepe görmek çok kötüydü. Acaba dedim kendi kendime benim için hayat buraya kadar mıydı?
     Gözümün önünden bütün geçmişim bir film gibi geçmeye başlamıştı. Film şeridi aileme gelince takıldı kaldı. Canım kadar sevdiğim üç kişi dikilmişlerdi karşıma. Bunlar eşim ve iki çocuğumdu.
     Zaman gece yarısını geçmişti. Bir ağacın altına oturup bir sigara içerek dinlendikten sonra yola devam etmeyi düşündüm. Öyle uykum gelmiş öylede susamıştım ki.
      Birden sanki hemen arkamdaymış gibi gelen kurt ulumasıyla kendime geldim. İki saat önce bu ulumalar bir hayli uzaktan geliyordu. Karşıma gelip dikilseler de umrum da değildi artık çünkü donma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Her ihtimale karşı sesin geldiği tarafa tüfeği doğrultup bir el ateş ettim.
      Birden içimi bir ümit kapladı bu kurt tanrının bir lutfuydu, ettiğim bütün  duaların karşılığıydı beklide. Eğer kurdun ulumasını duymasaydım ağacın altına oturacak anında da hiç uyanmamak üzere uyuyacaktım.
      Yorgunluktan ayaklarım beni taşıyamıyordu artık kara batan ayaklarımı çıkarmakta iyice zorlanmaya başlamıştım. Öylede uyku bastırmıştı ki göz kapaklarımı kapatsam hemen ayakta uyuyacaktım. Karamanlı çavuş geldi aklıma,  Siirt’in Kozluk ilçesinin Geyikli köyünde çalışıyordum. 1973 yılının aralık ayıydı, çok sert bir kış geçiyordu. O sabah çocuklar telaşlıydı. Ne olduğunu sordum.
     —Öğretmen Beşkonak karakolunun çavuşu öldü dediler.
     Yerini öğrendim köy girişindeki kayalıkların dibindeydi. Hemen dışarı çıktım ve o yana yöneldim. Aklıma ilk gelen eşkıya ile girdikleri bir çatışmada vurulmuş olması ihtimaliydi.
     Arkamdan birkaç köylüde yetişti, onlarında malumatı yoktu.
     Olay yerine vardığımızda baya bir kalabalık toplanmıştı. Bizim köy karakolunun jandarması tedbir almış kimseyi yaklaştırmıyordu. Çavuş sırtını kayaya vermiş oturur vaziyetteydi bir eli dizinin üstündeydi, parmaklarının arasındaki sönmüş sigara hala duruyordu. Kazadan gelirken yanındaki jandarmaları göndermiş kendiside biraz soluklanıp, bizim karakola uğrayacakmış ama o çöküş o çöküş olmuş.
     Bu hatıra beni biraz canlandırdı. Tırmandığım tepenin doruğuna bir 40–50 m vardı oraya varabilsem diye düşündüm, hoş varsam da ne olacaktı bir vadi daha, bir tepe daha çıkacaktı karşıma. Ayaklarımda sanki bir ton yük vardı, her tarafım uyuşmuştu. Kulaklarımda çocuklarımın ha gayret diyen sesleri vardı. Ölürsem de ayakta ölmeliydim, bunun için Allaha bir kere daha yalvardım. Tepeye nasıl ulaştım bilmiyorum. Tepeye ulaşmıştım ama bir şey göremiyordum, iri çam ağaçları görüşümü kapatıyordu. On M sağımda bir a
çıklık vardı son bir gayretle oraya yöneldim. Açıklığa ulaşıp aşağıya baktığımda. Karşımda bir dağ yoktu. Dağın eteğinin bittiği yerde, alaca karanlığın içinde hafif engebelerle uzanıp giden bir düzlük vardı. Biraz dikkatli bakınca da yamacın bittiği yerde ev karaltıları gördüm. Bir kaçında da çok hafif ışıklar sızıyordu. Aman Allah’ım ne kadar güzel bir manzaraydı bu. İlk işim diz çökerek Allah’a şükretmek oldu. İçimden ayağa kalkıp aşağıya doğru koşmak geldi. Davrandım ama ayağa kalkamadım.
Yılını tam hatırlayamıyordum tahminen 1950 yılının mart ayıydı. Kayı Köyünden iki avcı, öldürdükleri kurdun derisini otla doldurarak bir sopaya geçirip, köyleri dolaşarak sürü sahiplerinden bahşiş topluyorlarmış. Günlük güneşlik bir havada bizim köyden çıkıp Peçene’ye gitmişler. Dönüşte ise yakalandıkları kar ve tipiye rağmen, topladıkları buğday, arpa gibi şeyleri yükledikleri atın kuyruğundan tutarak, köyün girişindeki boğaz çeşmesine kadar gelmeyi becermişlerdi.
     Köye gelmenin rahatlığıyla çeşmenin başındaki taşın kuytusuna oturup bir sigara içmek istemişler ama donarak ölmüşlerdi. Cenaze sahipleri öldürülmüş olduklarından şüphelendiklerinden şikâyetçi olmuşlar, savcılık ve adli tabip gelmeden cenazeleri iki gün boyunca kaldırmamışlardı. Savcı ve tabip yarı yarı yola gelmeden kada mahsur kalınca cenazeler kızaklarla oraya kadar götürülmüşlerdi. Bu olay uzun yıllar iki köy arasında husumet kaynağı olmuştu, o yıldan sonra da bahar başlarında gelen kışlara bu iki adamın isimlerin den Çakır Ahmet kışı denmiştir. 
     Beni de böyle bir sonun korkusu sarmıştı. Adımlarımı atamıyor adeta sürüklüyordum. Birden aşağılardan, köyün dışından köpek sesleri geldi. Bu bana güç verdi ama sadece iki adım atabildim. Olduğum yerde kazık gibi kalakalmıştım.
     Silah atayım diye davrandım uyuşmuş ellerimle fişeği namluya süremedim. Sonrasında da fişek yere düştü karların içinde kayboldu. Meydanda olsa bile eğilip alma durumum yoktu. Çaresizliğimden ağlamak üzereydim, kurtuluşa bu kadar yaklaşmışken hayatım avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu. Aniden belimde ki silah aklıma geldi. Son bir gayretle tüfeği namlusundan yere sapladım, dipçiğini sol koltuğuma alıp yaslandım. Ama bir türlü kurşunu namluya süremiyordum. Mekanizmayı dişlerimle kavrayarak denedim ve becerdim.
     Yüze kadar sayarak bir el ateş ettim, tekrar yüze kadar saydım bir daha ateş ettim. Buna şarjördeki son mermi bitesiye kadar devam ettim. Bu hareket beynimi oyaladığından hem uyumamı önledi hem de silah seslerini duyan biri olursa yerimi bulmada kolaylık sağlayacaktı,
      Artık bu iş tamam diye dizlerimin üstüne çöktüğüm anda kuvvetli bir kolun beni koltuğumun altından kavradığını hissettim. Kolun sahibi hem beni sürüklercesine aşağıya indiriyor hem de uyumamı önlemek için devamlı bir şeyler sorarak konuşturmaya uğraşıyordu. 
      Neler dediğimi hatırlamıyorum ama adamı sesinden tanımıştım. Bu  
eşimin dayısının oğlu. şevoşlardan Selahattin’di.
      Kendi köyümüze gelebileceğim den umudum hiç yoktu. Geldiğim yeri de Yapuldak köyü diye kafama taktığımdan: Allah Allah bu adamın burada ne işi var diye düşünüyordum. Bu ara ormanla iç içe olan ilk eve gelmiştik. Penceresinde ışıklar vardı. Daha Selahattin kapıyı çalmadan kapı açıldı ve Kanşaw Kasım Okay çıktı. Ben hala nerede olduğumu
kestiremediğimden  Kasım da gelmiş buraya diye düşünüyordum.
Kanşawlar eskiden beri atalarından itibaren avcı bir aileydi. Bu durumlarla birkaç kere karşılaştıklarından ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Beni soba yanmayan bir odaya aldılar. Kabanımı kazağımı çıkardılar, beni o halde evin içinde koltuklarıma girerek dolap beygiri gibi yarım saatten uzun bir süre konuşturarak çevirdiler.
     Sonlara doğru tatlısı biraz azca 5–6 bardak ta çay içirdiler. Sonrada sıcak odaya alıp çoraplarımı çıkararak ayaklarımı ılık suya koydular. Biraz kendime gelmiştim. Yengede bu ara sofrayı hazırlamıştı. Bir gün önce Kasım ağabeyin önezede vurduğu tavşanın yahnisiyle karnımı doyurdular. O an yemek bana o kadar lezzetli gelmişti ki, bu gün karnım acıktığın da hala o yahninin kokusu gelir burnuma. Artık iyice kendime gelmiştim ama bırakmadılar toprak sobanın arkasına bir yer hazırlayarak yatırdılar. Başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum.
       Uyandığımda odayı gün ışığı doldurmuştu. Bütün köy haklıda oradaydı.    Çocuklarım birer elimi sıkı sıkı tutmuş başucumda oturuyorlardı. Uyandığımı görünce geri çekilmek istediler. Adetlerimiz gereğince başkalarının yanında anne babaya yaklaşmamaları öğretilmişti.  Kızacağımı sanmışlardı belkide. Ellerini bırakmadım aksine kollarımı omuzlarına dolayıp Bağrıma bastım uzun süre öylece tuttum. Odadaki kadınların bazıları kendini tutamamış hıçkırmaya başlamışlardı.
     Gözlerimi kapattım tanrıya uzun uzun şükrettim. Toparlanıp kahvaltımı yaptıktan sonra başıma gelenleri kısaca anlattım. Benim dışımda gelişen olayları da dinledim. Ben gelmeyince köylü bizim avcı arkadaşları bir hayli fırçalamışlardı. İzzet eniştem ve Fehmi ağabeyin önderliğinde iki ayrı koldan aramaya çıkmışlar izlerin belli olduğu yere kadar takip etmişler, izler kaybolunca da çaresiz geri dönmüşlerdi. Köpeği de Hamdi Topak, kiraz derenin ağzına sabah önezesine gittiğinde bir çalının dibinde bularak paltosuna sarıp getirmişti. Bir gece içinde hiç kimsenin ölümle yaşam arasında bu kadar gidip geldiği olmamıştır.Bu gün düşünüyorumda hiç kimsenin bır saat sonrasının belli olmadığını daha iyi anlıyorum.
 
         20–02–2008 Eskişehir. Orhan Ocak
 

      

 
 
################ Selim'in hikayesi (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################  

           SELİM'İN HİKAYESİ
         Cıvıl cıvıl, güzel bir sonbahar sabahıydı. 
Ahmet Bey’in konağında bahçeye, bahçe dışına, hatta tüm köye yayılan yoğun bir koşuşturma vardı. Özenle süslendiği belli olan gelin arabası, çok sayıda oluşan konvoyda kılavuz araçtan sonraki yerini almıştı. Gelin alıcı gideceklerin tümü yaşlarına, mevkilerine uygun biçimde araçlara bindirilmişlerdi. Konukların çoğunda iki gündür devam eden nisaşenin [düğün] mahmurluğu vardı. En sonda yer alan iki otobüste ise durum bambaşkaydı. Buradaki gençler pşine ve phaceg eşliğinde voredlere başlamışlardı bile. Sanki iki gündür çalan, oynayan, konuklara hizmet eden onlar değildi.

        Ahmet Bey, düğünün sorumlusu, thematesi olan Yahya 
        Bey’le şunları konuşuyordu.
        —Misafirlerimizin hepsine yemek yedirildi mi?
        —Tümüyle bizzat ilgilendim merak etme.
       —Gelin alıcı gidecek araç sayısı yeterli mi? Dönüşte oradan gelecekleri de düşündünüz mü? Ayıplı olmayalım sonra.
        —İçin rahat olsun Ahmet Bey, yeterince arabamız var. Allah’ın izniyle her şey yolunda gidecek, merak etme sen. 
        Ahmet Bey, Yahya Bey’in koluna girerek O’nu kalabalıktan biraz uzaklaştırdı ve şöyle dedi
        —Yahya Bey, Mafehable’nin(Uğurlu Köy] insanlarını sende en az benim kadar tanırsın, seversin. Hepsi xabzelere(adetlere) çok değer verir, hepsi xabzelere çok bağlıdır. Aman gözünü seveyim, can kaybedin ama onur kaybetmeyin, hata yapmayın, bizleri bir ayıbın altına sokarak boynu bükük bırakmayın.
        Bu sözleri söyleyen Ahmet Bey, Yahya Beyin cevap vermesini beklemeden hızlı adımlarla konağa yöneldi.
        Yahya Bey konvoyu oluşturan tüm arabaları tekrar kontrol edip, araçları kullanacak olanları konvoyu bozmamaları ve hız yapmamaları konusunda uyardıktan sonra bineceği arabaya doğru yürüdü. Az sonrada konvoy hareket etti. Yaklaşık iki saat süren bir yolculuktan sonra, Mafehable köyüne varıldı. Köyün girişinde bütün arabalar durdu. Gelin alıcı gelenlerin hepsi arabalardan indi. Thamateler önde, hanımlar ortada, gençler ise en arkada olmak üzere kendiliğinden bir sıralama oluştu ve grup köye doğru yöneldi.
       Mafehable sakinleri de konuklarını karşılamak üzere köyün giriş kapısına kadar gelmişler, onları bekliyorlardı. Onların da tehamateler den gençlere doğru, büyük bir düzen içinde dizildikleri hemen göze çarpıyordu.
        İki grup bir araya gelince herkes sıra ile tokalaşmaya, hal hatır sormaya başladı. Birbirini tanıyan ve aralarında samimiyet olanların tatlı şakalaşmaları da göze çarpıyordu. 
        Yahya Bey bir ara arkaya göz atmak için geri döndü ve birdenbire buz gibi oldu. Dünya başına yıkılıyor sandı. Damadın amcasının oğlu olan Jankat, ceketi omuzlarında, yaka paça açık, alkollü olduğunu belli eden bir yürüyüşle grubun dışına çıkmış, ev sahibi thamatelere doğru ilerliyordu. Yahya Bey, Jankat’a engel olmak için hemen ileri atıldı ama geç kalmıştı.
Jankat tam thamatelerin yanına gelmiş, elini uzatmaya hazırlanırken, başka bir el uzanarak O’nu geri çekti. Bu elin sahibini Yahya Bey hemen tanımıştı. Bu25–26 yaşlarında, kumral, ince ama sağlam yapılı Doğan adındaki gençti. Çevredeki herkes tarafından sevilir sayılırdı. Bileğide yüreği de sağlam bir Çerkez delikanlısıydı. Xabzelere bağlılığını bilmeyen yoktu.
        Yahya Bey içinde bir şeylerin koptuğunu, bir felaketin çok yakınlarda olduğunu hissetti. Ortaya çıkmak, bir şeyler yapmak istedi ama kıpırdayamadı.
         Doğan Jankat’ı geriye itti. Nereden çıktıkları anlaşılmayan iki genç de O’nu kollarından tuttular. Gençlerden biri ustaca bir hareketle uzandı ve Jankat’ın belindeki silahı çıkarıp aldı. Bu hareket o kadar seri olmuştu ki kimse fark etmedi.
        Doğan çekeninin önünü ilikleyerek ilerledi, saygılı ama ne yaptığını bilen bir ses tonuyla şunları söyledi:
        —Değerli thamatelerim, affınıza sığınarak konuşmak için izin istiyorum.
         Thamatelerin izin verilmiştir anlamındaki işaretlerini aldıktan sonra tok bir sesle devam etti.
         —Şu anda sizlere, bizlere ve xabzelerimize karşı büyük saygısızlık yapılmıştır. Bu güne kadar hiç kimse içkili olarak, ceketi omzunda, yakası paçası bir tarafta thamatelerin ve toplumun önüne çıkmadı. Bundan sonrada çıkmaması gerekir. Bu nedenle bizler köy gençleri olarak bu kişinin ve diğer sorumluların Adiğe Mahkemesinde yargılanmalarını istiyoruz.
         Bu sözlerden sonra Doğan sessizce geri çekildi. Doğan’ın bu sözleri thamatelerin gözlerinde pek açığa vurmadıkları bir memnuniyetin belirmesine neden oldu.  
         Kısa sürede mahkeme kuruldu, her iki köyün ihtiyarlarından oluşan bir hakem heyeti belirlendi. Tamer davacı olan Mafehable gençlerini temsil etmek için seçildi. Yahya Bey Jankat’ı ortaya çıkartıp suçlarını yeni bir ayıpla süslemek istemedi. Orta yaşlı aklı başında bir adam olan Salih’i O’nun vekili olarak çıkardı. Salih kusurlarının büyük olduğunu savunulacak bir tarafı olmadığını dile getirerek özür diledi. Verilecek her türlü cezayı itirazsız kabul edeceklerini bildirdi.
         Mahkeme heyeti kararını çok çabuk verdi ve açıkladı:
       Kusuru işleyen ve onun davranışlarından sorumlu olanlar köye alınmayacak, sorumlular yeteri sayıda hayvan keserek, gelin alıcılarda dâhil olmak üzere o anda köyde kim varsa ziyafet verilecekti.
Bu karardan sonra Yahya Bey derin bir nefes aldı. Kalabalıkta eski neşesine kavuştu. Tam o sırada gelin alıcı gelenlerden Deli Durdu lakaplı Durdu Çavuş, birkaç thamate ile bir kısım gencinde aklını çelerek ;”Bizim gelin alıcımıza bu hakaret yapılamaz, bizde bu durumda köye girmiyoruz, gelini de almıyoruz.” Diye diretmeye başladı. Yahya Bey’in ve diğerlerinin bütün uğraşları, ikna çabaları boşa çıktı. Bu grubun direnci kırılamadı.
          Bekleyiş uzadıkça uzadı, sinirler gerildikçe gerildi. O zamana kadar hiçbir şeye karışmayan, mafehablenin büyük thamatesi, Mezanko muhtarı yanına çağırdı bir şeyler söyleyerek O’nu kızın babasına gönderdi. Muhtar olan biteni ve Mezanko’nın dediklerini kızın babası Rasim amcaya anlattı. Rasim amca uzun süre düşündü, oturuşunu defalarca değiştirdi, sonra da üzgün bir sesle:
        —Kızımız hala evimizde, thamateler nasıl uygun görüyorlarsa öyle davransınlar dedi.
        Muhtar bu haberi getirdikten sonra Mezanko Yahya Bey’i kenara çekerek bu hayırlı işin burada bozulduğunu iletti ve kendilerine hayırlı yolculuklar diledi.
        Gelin alıcılar neye uğradıklarını anlayamadan, başları öne eğik üzgün bir şekilde geri döndüler.
        Ahmet Bey gelin alayının köye girişindeki garipliği hemen sezmişti. Ne bir korna sesi duyulmuş ne de bir silah atılmıştı. Hatta Nazım bile müjdeye gelmemişti. Acaba silah atılırken ölen veya yaralanan mı olmuştu? Bütün olanı biteni Yahya Bey’den öğrenen Ahmet Bey’in dizlerinin bağı çözüldü, hiçbir şey diyemeden kalakaldı. O sırada Kerim de şawovuneye(damat evi) gidip durumu haber vermekle görevlendirilmişti. Şawovunenin kapısından girer girmez damadın şawoğusesi (sağdıç) Cemil gülerek:
        —Ne o Kerim, Nazım’ı geride bırakıp müjdeye sen mi geldin? Bunun için ne yaptın? Nazım’ın arabasının lastiklerini mi patlattın?
        Kerim hiçbir şey demeden kapının yanına çöktü ve olan biteni anlattı. Biraz Jankat’a biraz Doğan’a atıp tuttu. Selim duyduklarına inanamıyordu. Tam 5 yıl Cansel’in gidebileceği her düğüne gitmiş. O oynarken yığınla mermi harcamıştı. Uzun ve zahmetli bir uğraş sonunda Cansel’in gönlünü etmiş, düğün dernek kurulmuştu. Bunlar ne diyordu şimdi? Olabilir miydi böyle bir şey?
        O günden, o saatten sonra Selim bir tek kelime etmedi, yemedi, içmedi. Sonunda bir gece sessizce köyü terk etti. O’nu bir daha ne bir gören oldu nede bir haberini duyan…
         Annesi Zahide ise yıllarca, bıkmadan, usanmadan yolları gözledi. Gördüğü herkese oğlunun geliniyle geleceğini anlattı durdu…
 
1993 Eskişehir  Orhan OCAK
 

      

 
################ Aci hatiralar (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################  

        ACI HATIRALAR

        Köyden ayrılalı tam elli yıl olmuştu.
         Bu nedenle gideceğim yere yaklaştıkca, ayağım uyuşuyor, alnımda boncuk boncuk terler oluşuyordu. Ben ayrılırken tozlu bir at arabası yolu olan bu yol, sık bir ormanın içinden geçiyordu. Şimdi  İse asfaltlanmış ama etrafta gölgesine sığınılacak tek bir ağaç kalmamıştı.
       Rakım yükseldikçe hava serinlemeye başlamıştı. Arabanın camını kapattım, ayağımı gaz pedalından azıcık çektim. Sonunda köy göründü, bir an geriye dönüp kaçasım geldi. Göreceklerimle hatırlayacaklarımdan korkuyordum sanki. 
         Şimdilerde hiç insan yaşamamış görüntüsü veren yıkılmış, harabeye dönmüş evlerin arasından geçtim. Anımsadığım kadarıyla kendi evimizin bulunması gereken yere ulaştım. Gördüm ki asırlık ardıç ağaçlarından yapılmış bina çökmüş, avlu duvarları yıkılmıştı. Anlatılanlara göre dedem bu evi, evin olduğu yerdeki ağaçları keserek yapmıştı. Ardıç tomrukları uç uca getirilmiş, köşelerden de birbirine geçirilmişti. 
         Hatta hayvan ahırlarındaki direkler yerlerinden hiç kesilmeyen ağaçlardan oluşturulmuştu.
         Arabadan indiğimde ayaklarım titriyordu. Şimdi bile çok iyi hatırladığım binek taşına çöktüm.
         Bir sigara çıkarıp yaktım. Derin bir nefes çekerek gözlerimi kapattım. Köyümün elli yıl önceki halini düşündüm.  
        Köyümüz çevrenin en kalabalık köylerindendi. İçine girinceye kadar ağaçların arasından fark edilmezdi. Sokakları düzgündü. Evlerin içi ve dışı yöreden çıkarılan bir çeşit beyaz toprakla sıvanırdı. Herkes, her gün evinin önünü süpürüp temizlediğinden bütün köy tertemizdi. Her evin önünde bir bahçesi vardı. Bahçelerin evlere yakın tarafları, sundurmaların kenarları renk renk çiçeklerle donatılırdı. Bahçenin ekilen ana bölümünde mısır ve kabak yetiştirilirdi. Büyüyen mısırlar insan boyunu aşar, esen rüzgârda hışırdayarak salınırlardı. Hasat zamanı geldiğinde, toplanan mısırlar, genç kız ve erkeklerin birlikte yaptıkları çalışmayla koçanlarından ayrılır, kurutulur, el değirmenlerinde öğütülürdü. Gençler bu çalışmalar sırasında birbirleriyle şakalaşır, yüreklerini tatlı tatlı çarptıran kaşenlerine lokma göndererek duygularını belli ederlerdi. Kabaklar ise toplandıktan sonra kabukları soyularak uzun dilimlere ayrılır, kış boyunca tatlısı yapılarak yenmek için iplere dizilerek kurutulurdu. 
         Evlerin arka bahçesi ise hayvanlara, arabalara ayrılmıştı. Burada, büyük baş hayvanların damı, samanlıklar olurdu. Atların tavlası arka bahçenin mutlaka en iyi yerinde bulunur, bu tavlanın bir bölümü ise koşum takımları ve eğerler için ayrılırdı. 
         Kavak ağaçları birbirleriyle yarışarak yukarıya doğru tırmanmaya çalışırlardı. Hele gece gündüz durmadan, şarıldayarak akan köy çeşmesinin başında bir tane vardı ki! Hiç kimsenin kavağı onunla boy ölçüşemezdi.
          Birden aklıma gelmişçesine gözümü açtım, hayal dünyasından uyandım. Korkarak köy çeşmesinin olduğu yere baktım. Gördüğüm koskoca bir boşluk oldu. Bazı şeylerin simgesi haline gelmiş olan koca kavak artık orada yoktu.
          Sigaramdan derin bir nefes daha çekerek gözlerimi tekrar kapattım. Özlemle o güzelim günlere yeniden döndüm.
Bizim evimiz köyün en sonundaydı. Hemen arkasında çok gür bir orman başlar, sanki sonsuzluğa kadar uzar giderdi. Üç amcamda aynı avludaydı. Her birinin evleri ayrı ayrı ama yan yanaydı. Hepsinin önünde de sundurmaları vardı. Dedemin evi ise onlardan ayrıydı. Sokak kapısına daha yakındı. Önünde üç-dört merdivenle çıkılan bir terası, bitişiğinde de haçeşimiz yer alırdı, burada konuklarımız ağırlanırdı.
          Dedem yemeklerini kendi odasında yerdi. Misafirlerin dışında, benden  başka hiç kimse sofrasına oturamazdı. Aile bireylerinden birisi onun hizmeti ile görevliydi. Benim en büyük görevim ise; dedem abdest alacağı zaman su dolu ibriği götürmek, havluyu omzuma atarak, babam dan  gördüğüm gibi ellerimi kavuşturup beklemekti.
          Göçün ilk yıllarında komşu köyler bizleri, meralarına ortak olacak göçmenler olarak gördüler ve pek sevmediler. Bu nedenle komşu köylerle bazen çatışmalara varan anlaşmazlıklar çıktı. Ama zaman içerisinde bütün bunlar giderildi. Huzur içinde yaşam devam ederken birçok konuda köyümüz örnek alındı.
          Dedem Ale’nin, Yahya Bey’in, Delisimayilin. Sefer Bey’in isimleri yayıldı. Bu kişiler çevredeki çoğu anlaşmazlıklara aracı oldular, sevildiler, sayıldılar.
          Birde avcı Hamzat  vardı köyümüzde. Tüfeğini omzuna asıp, atına atlayarak gittiğinde dönüşü bazen haftalar sürerdi. Ağabeylerim gider onların hayvanlarına bakar, odunlarını keser, kısaca ailenin tüm ihtiyaçlarını giderirlerdi. Hamzat da av dönüşü getirdiği av etlerini köye dağıtırken aslan payını bize ayırırdı. Bir gün çıktığı avdan hiç dönmedi. Anlatıldığına göre yıllardır geyiklere pusu kurduğu yerde, tüfeği elinde ölü olarak bulunmuştu. 
         Evimizin arka bahçesindeki ahırların duvarlarının dibine yemlikler yerleştirilmişti. Avlunun diğer bir köşesine de çok miktarda büyük yassı taşlar konulmuştu. Dedem yılkının köye geleceği günleri bilirdi sanki. Köylüler dedemin yılkının başındaki şığuj “aygır” la iletişim içinde olduğunu söylerlerdi.
          Yılkının geleceği gün avluda büyük bir koşuşturma başlar, yemlikler arpayla doldurulur, taşların üstüne tuz serpilirdi. Dedemin anlattığına göre atlar en çok tuz için gelirlermiş.  
         Önce köyün kuzeybatısındaki iki dağın arasındaki boğazdan bir uğultu yükselir sonrada köyün içini at kişnemeleri, toynak sesleri ve toz bulutu kaplardı. Avlunun tahta kapıları sonuna kadar açılır, bir komutanın emrindeki askerler gibi düzenli bir şekilde avluyu doldururlardı. Onlar yemliklerin ve tuzlanın başına geçerken, en sonradan avludan içeri şığuj girerdi. O hiç yeme, tuza bakmaz, başı havada kulaklarını dikmiş atları gözetlerdi. Bu beyaz aygır benim gözüme çok heybetli görünürdü.
         Dedem, O’nu kapının girişinde karşılardı. Aygır kesik kesik kişneyerek dedemin yanına gelir, burnunu dedemin omzuna, sırtına sürer, bazen de dedemin kalpağını yere düşürürdü. Dedem de cebinden çıkardığı bir avuç kuru üzümü aygıra eliyle yedirir, boynunu okşar, onunla konuşurdu.
         Şiğuj sürüye kimseyi yaklaştırmazdı. Hayvan satılacağı, koşumluk atların seçileceği zaman, bu işi ancak dedem halledebilirdi. Şiğuj at sürüsünü bir çoban gibi güderdi. O sürünün başındayken, değil kurt kuş sürüye insan bile yaklaşamazdı.
         At hırsızlığının moda olduğu günlerde, sürümüzden at çalmak isteyen iki hırsız, kendilerinin sonradan anlattığına göre şiğujın elinden zor kurtularak bir ağaca tırmanmışlar, oldukça uzun bir sürede orada tünemek zorunda kalmışlardı.
         Köyümüzde koyun ve kuzu sesleri kesilip, o günün işleri bittikten sonra, bastıran gecenin sessizliğini pşine sesleri bozardı. Pşine sesine kimi zaman kaşenine seslenen bir aşığın voredi, kimi zamanda düğüne başlayan gençlerin neşeli dejüvleri eşlik ederdi.
          Aradan günler geçti ailedeki bazı olaylar, olayların getirdiği genç ölümler dedemi iyice yıprattı. Ailenin idaresini de büyük amcam ele aldı.
           Bir gün Şiğujı dört taraftan boynuna geçirilen iplerin arasında getirdiler. Aygır özgürlüklere vurulan zincirlere isyan edercesine şahlanıyor, sıçrıyor ama boynuna geçirilen iplerle baş edemiyordu. Amcam bir takım insanlarla görüştü, pazarlık yaptı, anlaştı. Onlarda atı alıp götürdüler.
          İşte o günü hiçbir zaman unutamam. Dedem şimdi benim üzerinde oturduğum binek taşına sırtını vermiş, sessizce oturuyordu. Yanına vardığımda, o dağ gibi adamın gözyaşlarının, bembeyaz olmuş sakallarına kadar indiğini gördüm. Olanca içtenliğimle:
          —Ne oldu tetej neye üzüldün? Diye sordum. 
          Dedem uzun uzun bana baktı, ellerimi ellerinin arasına aldı. Fark ettim ki elleri titriyordu. Zorlukla duya bildiğim bir ses tonuyla;
          —Şiğuj gitti oğul, şiğuj gitti dedi.
         Sonrada kendi kendine konuşur gibi:
          —Direniş bitti çözülme başladı, kim bilir daha ne değerlerimiz gidecek? Onlara ağlıyorum dedi.
          Hep düşünüyorum ve kendime soruyorum. Dedemin o zaman yok oluşuna gözyaşı döktüğü değerlerin bugünkü durumu bizlere de aynı gözyaşlarını döktürmüyor mu?
 
       Orhan OCAK
     Ağlarca ESKİŞEHİR
     3. Ekim. 1998  
 

      

 
################ Ağlatan kafe (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################  

              AĞLATAN KAFE

            Temmuz ayının ortalarında bir gündü. Köylü arpaları bitirmiş buğdayları biçmeye başlamıştı. Ben de yeni denenmeye başlanan Meksika buğdayı ekmiştim. Hem üzerimde hamlık olduğundan hem de bu buğdayın saplarının kalın ve sert olmasından iyice yorulmuş, tırpanı da tarlada bırakarak köye dönmüştüm. Evin önündeki kerevete oturmuş kahvemi içiyordum ki korktuğum başıma geldi. 
          Harun, “Hoca” diye bağırarak avluya girdi. Harun uzun seneler İstanbul’da çalışmış, çalıştığı iş yerinden kaynaklanan bir akciğer rahatsızlığından dolayı temiz havası için köye dönmüştü. Hemen hemen her akşam milleti toplar, gençlerle eskiler arasında voleybol maçı yaptırırdı. Beni de kurtarıcı olarak eskilerin arasına alırdı. Tabii sonunda da gençler bizi duman ederlerdi. Millet bizim gazozumuzu içmekten, şekerlemelerimizi yemekten bıkmış, Harun’un sayesinde biz ısmarlamaktan bıkmamıştık.
           Bu günde yorgunum dememe aldırmadan, yeni taktikler anlatarak sahaya sürüklemişti beni. Tam sahanın olduğu köy meydanına gelmiştik ki, ilçe yolundan bir jip tozu dumana katarak geldi ve yanımızda durdu. Jipin sahibi kavruk dediğimiz birisiydi.  Bütün dağ köylerinin gelenini gidenini otaşırdı. Sanki içimizden biri olmuştu.
          Kavruk arabadan inmiş hem konuşuyor hem de elimi tutmuş sallıyordu. Çok boş konuşan biri olduğundan dediklerini dinlemedim bile. Arabaya dönüp baktığımda baba dostumuz Ali İhsan abiyi gördüm. Hemen yanına giderek elini öptüm.
          Hoş geldin amca, dedim. 
          Üzüntülü ve kısık bir sesle:
          —Yeğenim pek hoş gelmedim, dedi.
          Harun’a dönerek kavruk’u gösterdim;
          —Benim yerime bu oynayacak biz birazdan döneriz dedim.
          Ali İhsan abiyi alarak eve götürdüm. Ben ocağa çay suyunu koyarken o anlatmaya başladı. Oğlu Seferli Köyünden bir kız kaçırmış, kızın yaşı 18’ in altındaymış, ailesi şikâyetçi olmuş, her tarafta aranıyorlarmış. Yanına oturdum, elimi dizine koyarak:
          —Tamam, amca üzülme sen hallederiz. Şimdi söyle bana kızın yanında birisi var mı?
           —Evet, dayısının oğlu var.
           — Kızın 18 yaşına kaç ayı var?
           —13 gün.
            —Neredeler şimdi?
            —Elmalı da bir arkadaşındalar.
            —Emniyetli mi?
            —Birkaç gün için evet, sonrasını bilemem.
            Bu konuşmadan sonra Ali İhsan Amcanın çayını koydum, o çayını içerken bende Sait ile Hilmi’ye haber saldım. 5 dakika sonra geldiler. Onlara:
           — Çocuklar iki günlüğüne bir işimiz var hazırlanıp gelin, dedim.
           Kalkıp kapıya doğru yöneldiklerinde de ilave ettim.
           —Sağlam gelin ha.
          Çocuklar çıktıktan yarım saat sonra hepimiz hazırdık, arabaya bindik ve yola çıktık. Bu arada çok garip bir şey olmuştu, yapılan maçta eskiler ilk defa gençleri yenmişlerdi.
İlçeye geldikten sonra doğru Ali İhsan Amcalara indik. Kavruk’ saat gece 22’de beni Kel Osman’ın kahvesinin önünde beklemesini söyleyerek gönderdim. Sait ile Hilmi’ye de taksici Raif’i bularak saat 22 de hazır olmalarını, bizi belirli mesafeden takip ederek arkamızı kollamalarını söyledikten sonra hareket saatine kadar serbest bıraktım.
            Biz Ali İhsan Amcayla konuşurken Huriye Teyzede yemek hazırladı. Yemekten sonra ise oğlu Fatih için lazım olacağını düşündüğü bir valiz toparladı. Nihayet vakit geldiğinde içlerini ferah tutmalarını, lazım olduğunda bizi nerede bulacaklarını söyleyerek valizi de alıp evden ayrıldım.
Kahvenin önüne geldiğimde Kavruk hazırdı. Şöyle bir etrafıma bakındım10 M geride bizimkileri taksinin içinde gördüm, sellektör yaparak hazır olduklarını bildirdiler.
           Hiç vakit kaybetmeden hareket ettik. Çocukları kaldığı köyden alarak 13 günü geçireceğimiz Kayalık Köyüne doğru yola koyulduk. Yolda bir ara Kavruk telaşla “hocam takip ediliyoruz “dedi. Bende aldırmamasını söylemekle yetindim.        
            Telaşlanması hoşuma gitmişti, yol boyunca da telaşını giderecek bir şey yapmadım.
            Bir saati ovada bir saati de çam ve meşe ormanının içinde geçen bir yolculuktan sonra Kayalık köyüne geldik. Vaktin gece yarısını geçmesine rağmen köye girişteki yolun iki tarafındaki harmanlarda lüks ışıkları yanıyordu. Köylüler bu köyde yalnız geceleri esen bir rüzgârdan faydalanarak harman savuruyorlardı.
            Doğruca Raşit’in evine gittik. Raşit hem uzaktan akrabamız hem de delikanlılık yıllarımda ki en iyi arkadaşımdı. Evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, üç yıldır da Kayalık Köyünün muhtarlığını yapıyordu.
            Raşit’i uyandırıp durumu kısaca anlattıktan sonra bizim çocukları ve taksicileri geri göndermek istediysem de, Raşit hiç birini bırakmadı. Hemen taksicilerle beni bir odaya gençleri de başka bir odaya aldı.   Kısa zamanda önümüze bir sofra çıkarttı. Yemeği getiren Raşit’in kardeşi Raziye hoş geldin faslından sonra:
            —Abi bakıyorum da gene iş başındasın, diye takılmadan edemedi.
            Bende kısaca:
            —Dostlar sağ olsun, onların bize işleri düştüğü sürece biz varız, dedim.
            Yemekten sonra taksicilerle, bizim çocukları yolcu ettik. 
            Raşit hemen kızı başka bir haneye, oğlumuzu da başka bir haneye yerleştirdi. Bizde geldiğimi duyan tanıdıklarında katılmasıyla çayımızı içerek sabaha kadar muhabbet ettik.
             Zamanımız anlatılamayacak kadar güzel geçiyor, sayılı günlerimiz azalıp gidiyordu. Geceleri bir gece kızın kaldığı yerde, bir gece delikanlının kaldığı yerde olmak üzere her gece eğlenceler kuruluyor, düğünler yapılıyordu. Bu eğlencelere komşu köylerden
              Gelen kızlı erkekli gruplarda katılıyordu. Gündüz akşama kadar tarlada çalışan bu gençler akşamları böylesine bir enerjiyi nereden buluyorlardı bilmiyorum. 
Kızı misafir eden hane ona iyice sahiplenmişti. Gelin almaya gittiğimizde bize neler yapacaklarını anlatıp takılıyorlardı.
Köye geldiğimizden beri bir şey dikkatimi çekmişti. Her akşam güneş batımı ile birlikte iki mızıka sesi duyuyordum. Biri başlayınca, öbürü susuyor, o susunca öteki başlıyordu.
Sesin biri köyün bir ucundan öbürü öteki ucundan geliyordu. Nağmelerde oyun havası değildi, insanın içerisine işleyen alıp ta uzaklara götüren çok hüzünlü nağmelerdi.
             Merak ettim Raşit’e sordum. Uzun uzun anlattı.
             Mızıkayı çalanların biri erkek birde kızmış, bu ikisi birbirine sevdalıymış, sevdalıymış ama bir araya gelmeleri imkânsızmış. İki aile arasında kan husumet düşmanlık her şey varmış. Remzi bu sevdayı unutmak için köyden ayrılmış. Önce Almanya’ya sonra Suriye’ye oradan da Ürdün’e geçmiş. Uzun zaman Prens Ali’nin muhafız alayında durmuş. Prens Ali’nin babası ölüp kralın çerkes olmayan eşinden doğmuş üvey ağabeysi kral olunca oda Ürdün den ayrılmış. Bakmış içindeki kara sevda bitmemiş dönmüş gelmiş köyüne. Kendini atlara vermiş. Balıkesir taraflarından birkaç damızlık at getirmiş ve çok güzel atlar yetiştirmeye başlamış. Her akşamda mızıkasını alır sevdiğine içini dökermiş.
Gülbaharsa Remzi köyden ayrıldıktan sonra tamamen içine kapanmış, bütün taliplerini geri çevirmiş dertlerini sadece mızıkasına döker olmuş.
              Bu iki sevdalı mızıkalarıyla anlaşır dertleşir olmuşlar.
Bu hikâye beni baya etkilemişti. Ertesi akşam iş edinip Gülbaharın babasını ziyaret etmeye karar verdim ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Gülbahar’ın babası Ziya Bey çok sert ve aksi bir adamdı.
             Ertesi gün bu mesele kendiliğinden çözüldü. O akşam bizi yemeğe davet etmişlerdi. Köye geldiğimizden beri bu davetler sürüyordu. Çocuklara yemekten sonra Gülbahara mutlaka ağlatan kafeyi çaldırmalarını istedim. Akşam büyükler ayrı odada gençlerde ayrı odada yemeklerimizi yedik, bir taraftan çaylarımızı içerken bir taraftan da muhabbete başladık. Ziya Bey askerliğini Atatürk’ün muhafız alayında yapmıştı, o nedenle çok ilginç anıları vardı. Büyük zevk alarak dinledim, tek rahatsızlığım sigara içememekten kaynaklanıyordu.
            O ara gençlerin bulunduğu odadan mızıka ve wored sesleri gelmeye başlamıştı. Biraz sonrada ağlatan kefenin hüzünlü melodisi başladı. Gülbahar o kadar içten çalıyordu ki içimi titretti hüznü ta iliklerime kadar hissettim. Herkeste benim hissettiklerimi hissetmiş olacaktı ki içeride bir sessizlik hüküm sürüyordu. Melodinin sonunda sessizliği  Raşit bozdu. Bana dönerek:
              — Hocam sen bu şarkının hikâyesini biliyorsundur, dedi.
              Bu soruyu bekliyordum çünkü sormasını buraya gelmeden önce ondan ben istemiştim ama yinede tedirgin oldum.
              — Bir şeyler biliyorum ama milleti rahatsız etmeyelim, dedim.
             Ziya Bey de merakını gizliyemiyen bir ifade ile:
              —Anlatırsan seviniriz deyince, hafifçe toparlanarak, anlatmaya başladım.     
          Yerimden hafifçe doğrularak, derin bir nefes aldım ve anlatmaya   başladım.
              —Adananın dağ köylerinde ay kadar güzel olan Gurina isimli bir kız yaşarmış. Ova köylerinden varlıklı bir ailenin oğlu ile de sözlüymüş. Günün birinde bu dağ köyündeki düğünlerden birine bir grup delikanlı gelir. Bunların içinden hafif sarışına kaçan, çakır gözlü, boylu poslu, oynarken yeri titreten Şahin isimli delikanlıyla, gurina’nın gönülleri birbirine düşer. Kara sevda ikisini de kavurur, kavurur kavurmasına ama kız sözlüdür. Delikanlı ne kadar ısrar ederse etsin kız ailesinin onurunu çiğneyemeyeceğini söyleyerek ret eder. 
            Sonunda düğün günü gelir çatar. Günün akşamı bir mızıkadan çıkan hüzünlü nağmeler, gelin evinin avlusuna oradan da bütün köye yayılır. Öyle hüzünlü bir melodidir ki dinleyenlerin yüreğinin yağını eritmektedir. Gurina bütün acılarını, olacakları bu melodilere dökmektedir sanki. Kızın arkadaşları olayların gelişmesinden şüphelenirler kapıya gelirler ama kapı kilitlidir. Birden nağmeler kesilir ve ardından bir silah sesi duyulur.
           Kapı kırılıp içeri girildiğinde görürler ki kız babasının silahının tetiğini çalacağı son tuşa bağlayarak intihar etmiş. O günden sonrada bu melodi ağlayan kafe olarak anılmış.
           Sözümü bitirdiğimde içeride uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalınan müzik arkasından acıklı hikâye herkesi etkilemişti.
            Sessizliği yine Raşit bozdu:
            —Hatırladığıma göre değişik bir hikâyesi daha olacaktı. Dedi.
            Biraz nazlanmak istercesine:
            —Evet, var ama milleti sıkmayalım dedim.
             Ziya Bey nezaket icabı olmayan bir merakla ve kendisine mahsus o kısa ve kesin tavrıyla:
            —Üşenmezsen dinlemek isteriz yeğen dedi.
            Bunun üzerine ben de anlatmaya devam ettim.
            —Hikâye son tarafına kadar, isimler, yerler değişse de hemen hemen aynı. Burada sevdiğine kavuşamayacağını anlayan delikanlı canına kıyar, kızda mızıkasını alarak delikanlının mezarı başına gelir. Amacı ağıt yakmaktır ama elleri parmakları çalışmaz. Kızda mızıkayı mezar taşına çarparak parçalar ve oda canına kıyar. İşte o anda görülmemiş bir şey olur. Kırılan mızıkanın parçaları kendiliğinden birleşir ve kendi kendine bir melodi çalmaya başlar. Müzik o kadar acıklıdır ki oradaki herkesi ağlatır ve adı ağlatan kâfe kalır.
          İkinci defa çaylar demlendi, muhabbet koyulaştı. Gece boyunca bu konuya bir daha değinilmedi.
           Ertesi gün Raşit’le av bahanesi ile biraz dolaşalım diye hazırlanmış, tam avlu kapısından çıkıyorduk ki motosikletli bir genç hızla gelerek önümüzde durdu. Saçlarının aldığı şekle ve yüzünün rengine bakılırsa bir hayli hızlı geldiği belliydi. Delikanlı motordan inip motoru ayaklığının üstüne almaya uğraşırken, Raşit sordu.
         —Ne o Ali bu telaş ne böyle?
         Ali elleri ile üstünü silkelerken;
        —Evet, ağabey, haber getirdim hem de önemli bir haber dedi.
         Bir müttet şüphe ile beni süzdü, ancak Raşit’ten işaret aldıktan sonra  anlatmaya başladı.
          —Karakola ihbar geldi, köyünüzde kaçaklar saklanıyormuş, arama yapmaya gelecekler.
          Raşit gerisini dinlemedi bile onu yüzünü yıkayıp karnını doyurması için eve yolladıktan sonra çağırdığı gençlere talimatlar yağdırmaya başladı.
         Önce gelini ve yanındakileri ahır çeşmesindeki tarlalarda haşhaş koparanların yanına gönderdi. Bizim oğlanı da altına bir araba eline bir balta yanına da geveze Hamzat’ı vererek, rüzgârlı yamaca odun yapmaya gönderdi. Zavallı bizim oğlan dağdan inip jandarmaya teslim olmayı isteyeceği saatleri yaşayacaktı herhalde.     
     Bütün bu organizeleri yaparken Raşit’i hayranlıkla seyrediyordum.     Öğretmen okulunda da böyleydi 68–69 yıllarında Ankara’nın o puslu günlerinde bu organizatörlüğü çok işimize yaramıştı. Mezun olduktan sonra da aynı şekilde çalışmaya devam etmiş, çalıştığı köylerde de sadece eğitim alanında değil, kooperatifleşmekten tutunda hayvancılığa kadar her konuda köylülerle birlikte çalışmıştI. En son yöneticilik yaptığı okulda soğuk bir 10 Kasım sabahı çocukların üşümesine dayanamayarak Atatürk’ü anma törenlerini okulun içinde yaptığı için soruşturmalar geçirmişti. Tüm ifadelerde de tek bir cümlelik savunma yapmıştı.*Atatürk sağ olsaydı nasıl davranacaktıysa öyle davrandım.* Neticede aldığı kınama cezası ağrına gitmiş,
             İstifa ederek köye gelip yerleşmişti. Bu gün tam onun o zamanlar da düşündüğü gibi,10 Kasımlar bir yas töreni değil Atatürk’ü anma ve tanıma günü olarak uygulanmaktadır.
             Daldığım hayallerden Raşit’in bana seslenen sesiyle uyandım.
             —Abi sende Osman’ı al doğru ava, akşama boş gelirseniz yemek yok diyordu.
              Oyalanmanın âlemi yoktu hemen oradan ayrılıp dik bir yamacı kaplayarak yükselen ormana yöneldik.
              Köyden yüz yüzeli m uzaklaştıktan sonra durduk, ormanın koyu yerinden köyü rahatça görebileceğimiz ama köyden görünmeyeceğimiz bir yer belirledik. Gazellerden ve otlardan rahatça oturabileceğimiz yerler yaptık.
             Osman da niyetimi anlamış olacaktı ki hiçbir şey sormadı. Sırtımı iri meşe ağacına dayayarak oturdum, sigaramı da yaktıktan sonra Osman’a en hassas yerinden takıldım.
                —Eee Osman senin için bu zorluklara ne zaman katlanacağız, görünürde bir şeyler var mı?
               Başta biraz çekindi ama sonradan açılarak anlatmaya başladı. Biz muhabbeti koyulaştıralı ne kadar zaman geçti bilmiyorum, duyduğumuz araba sesiyle başımızı köyün girişinde ki ince yola çevirdik. Biraz sonra orman çıkışında iki araba belirdi. Öndeki bir askeri araçtı arkadaki de bir jip. Birden kan beynime sıçradı bu kavruğun jipiydi. Emin olmak için iyice yaklaşmalarını bekledim. Evet, onun jipiydi. Hain herif üç kuruş taksicilik ücreti için satış yapmıştı.
 
                    Arabalar gelip köy meydanında durdular, askeri cemse den inen askerler koşar adım Raşit’in evinin etrafını sardılar. Raşit ile komutan ayaküstü bir şeyler konuşuyorlardı. Kavruğun jipinden de birkaç sivil inmişti. Herhalde kızın akrabalarından birileriydi. Kavruk’un yaptığı canımı çok sıkmıştı, canını bir hayli yakacağım kesindi ama bunun kokusunu duyurmadan da rahat edemeyecektim. Gözlerini köye dikmiş oturan Osman’a dönerek:
               —Yeğenim ağabeyin bunlara en aşağıdan birer ayran içirmeden göndermez. Hemen aşağıya in şu mavi gömlekli taksi şoförüne yanaş kimseye hissettirmeden selamımı söyle ve döndüğümde oralarda arabasına bindirecek insan değil kuş bulamayacak dediğimi ilet.
               Osman aşağıya inerken askerlerde yanlarında birileri olduğu halde bazı evlerin avlularına girip çıkmaya başlamışlardı. Bir saat sonra gelenler toparlanıp geldikleri gibi gittiler. Bende beklemeden köye döndüm.
     Raşit’in neşesi yerindeydi. Komutanla araları iyiydi anlaşılan.
             —Onlar da görevlerini yapacak bizde görevimizi yapacağız diye gülerek olan biteni anlattı.
         Siviller kızın iki kardeşiyle dayısıymış. Sekiz gündür yollarda o köy senin bu köy benim,   gelen ihbarların peşinde dolaşıyorlarmış.
        O günün akşamı yemek davetine gençleri gönderip biz Raşit’le Remzi'nin yanına gittik. Bizi memnuniyetini belli eden bir ifade ile karşıladı. Saçlarına hafifçe kırlar düşmüştü. Yüzündeki çizgiler sanki çok çekmenin değil de çok şey bilmenin ifadesi gibi duruyorlardı.
           Onunla muhabbet etmek çok zevkliydi, hemen hemen dünyanın yarısını gezmişti, gittiği her ülkedeki hemşerilerimizle tanışmıştı. Bu zaman içerisinde de bir tespit yapmıştı.
            Gezdiği ülkelerdeki Çerkez toplumları içinde en rahat olanı da, en çok hakka sahip olanın da, adet ve geleneklerini de en iyi koruyanında Türkiye Çerkezleri olduğunu söylüyordu. Yalnız Türkiye de bir dil zafiyeti olduğunu da fark etmişti. Konuşmanın tadından zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Kalktığımızda horozlar ötmeye başlamıştı.
            Geriye kalan birkaç gün çok çabuk geçti. Kızın yaşı doldu. Bizimde kaçak günlerimiz bitmişti. Ayrılık günü geldiğinde köylünün hoş bir sürprizi ile karşılaştık. Gelinin artık kendi kızları olduğunu bu nedenle buradan gelin çıkaracaklarını söylediler. Geriye dönüp bu isteklerini Aliksan Amcaya ilettiğimde adamcağız o kadar memnun oldu ki o dağ gibi adam gözlerinden kopup gelen iki damla gözyaşının yanaklarına yuvarlanmasına mani olamadı.
             Bir hafta içinde davetiyeler dağıtıldı, hazırlıklar yapıldı. Kız tarafının bohçaları, hediyeleri eksiksiz tamamlandı. Arkasındanda dört dörtlük bir gelin alıcı alayıyla gelin almaya gidildi. Hikâyeyi duyan onlarca köyünde katılımıyla yıllarca unutulamayacak bir düğün yapıldı.
             Sonraki yıllarda Raşit de İzmir’e göç edince yolum oralara hiç düşmedi.
              Bu olayların üstünden yirmi yıl geçmişti. Emekliye ayrılmış özel bir dershanede müdür muavinliği yapıyordum. Yeni kayıtlarımızın başladığı günlerde kayıt odasının önünden geçerken, sıra da bekleyenler arasında yapılı, sarışın çakır gözlü bir genç gözüme ilişti. Her nedense bu çocuk bana Kayalıda ki günlerimi hatırlatmıştı.
              Odama girince çayımı getiren hizmetliye açık kapıdan onu göstererek çağırmasını söyledim.
              Biraz sonra içeri girdi. Eğilip bükülmeden. Yamulmadan ne kadar saygılı olunacağını gösterir hareketlerle birkaç adım atarak:
            —Buyurun hocam Beni çağırmışsınız dedi.
            Elimle oturmasını işaret ettim oturmadı ısrar edince koltuğun ucuna ilişti, birkaç evrakın işini bitirdikten sonra çocuğa dönerek:
            —Nerelisin oğlum dedim.
            Hiç şehir kasaba ismi söylemeden,
             —Kayalı köyündenim dedi.
             Nedense hiç şaşırmadım. Köyden civardan birkaç şey sorduktan sonra:
          —Köyünüzde, Remzi ile Gülbahar vardı sonları ne oldu? Diye sordum.
            Çocuk şaşırdı birazda utandı, ürkek ve kısık bir sesle:
          —Ben onların oğluyum dedi.
           Bu sefer ben şok olmuştum, şaşkınlığım yavaş yavaş sevince dönüştü bu sevincin içinde de biraz gurur vardı. Ağlatan kâfe mutsuzluktan doğmuştu ama böyle büyük bir sevdayı da mutlu sona bağlamıştı. Kendime geldikten sonra uzun uzun konuştuk. Bu arada annesi ile babasının köyde kaldıklarını, at beslemeye devam ettiğini kendisinden küçük ikiz kız kardeşleri olduğunu öğrendim. Sonra da evraklarını alarak kontenjandan kayıt yaptırmak üzere çekmeceme koydum. Uğurlarken de:
           — Babana çok selam söyle dedim.
          Çocuk biraz tedirgin ve çekingen,
          —Kim diyeyim hocam dedi.
          —Seni sabaha kadar uykusuz bırakan cebel başı dersin, diyerek çocuğu uğurladım. Delikanlıya benim adımı vermiş olmaları beni bir hayli duygulandırdı. O günden beri ağlayan kafeyi usta birinden dinlediğimde o günlere giderim.
 
   Orhan OCAK  03**O2**2008       
Yeni Kent     Eskişehir
 
  
 
################ Göç (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################     

GÖÇ
     
 Ağılın güney köşelerinden birinde çatısı çökmemiş ve nispeten kuru kalmış yerinde bir kadın la 6 çocuk incecik iki yorganın altına sığınmışlar birbirlerine sarılmış vaziyette titreyerek bekleşiyorlardı. Altlarında eski yünden dokunmuş bir yaygı vardı. Kadın 4-5 yaşlarında ki iki kız çocuğuna sıkı sıkı sarılmıştı. Büyük yün başörtüsünü de yorganın altında sardığı halde çocuklar tir tir titriyorlar aynı zamanda da ateş gibi yanıyorlardı. Öteki üç kız çocuğu ile 2 yaşlarındaki bir oğlan ikinci yorganın altında birbirlerine sokulmuş sessiz bekliyorlardı. Oğlan elindeki kurumuş ekmek parçasını ara sıra ısırıyor kopardığı parçayı uzun uzun çiğniyordu.
     Kadın bu köye 17 km uzaklıktaki Sarı vadi köyünün en güzel kızlarındandı. Kocası ile tanışıp bu köye gelin geldiğinde hiç kimse adını kullanmadı, güzelliğinden dolayı herkes ona Nisedağh ( Güzel gelin ) dedi ve gerçek ismi unutuldu gitti. Kocası Ahmet yiğit, mert aynı zamanda da çalışkan bir insandı. Köyün zenginlerinden Kuruağaç sülalesinin, yetim bir çocuğun mallarını elinden almasına karşı gelmesinden beri bu sülale tarafından düşman bellenmişti. Yaşadığı sürece kendisine pek bir şey yapamamışlar ama Ahmet tarlada çalışırken yıldırım düşmesi sonunda ölünce, bu isimleri gibi bu kara kalpli aile Nisedağhe ve çocuklarına her türlü kötülüğü yapmışlardı. 
      Hayvanlarını çalmışlar, ekinlerini yakmışlar, muhtarlık kanalı ile kaldıramıyacakları miktarda salma yüklemişlerdi. Nisedağhe abisinin köylerine dönmesi için yaptıkları baskıya karşı çocuklar babalarının köyünde büyüyecek diye karşı çıktığı gibi kimse üzülmesin diye de çektiği sıkıntıları da söylememişti, En sonunda da çocuklarının kızamık çıkarmalarını bahane ederek köyün dışında ki yıkık ağıla sürmüşlerdi. Karaağaçların korkusuna yanlarına kimse gelemiyordu. Yalnız Ayşe diye hem dilsiz hem sağır bir kadıncağız hergün yanlarına geliyor her seferinde de biraz ekmekle bir parça peynir veya soğan getiriyordu.
Nisedagh bütün bunları düşünürken kucağında ki coukların hiç kımıldamadığını ve nefes almadıklarını fark etti. İki yavrusu da ölmüştü. Kadın diğer çocuklarını korkutmamak için hiç belli etmeden cansız bedenlere daha sıkı sarıldı, Hıçkırıklarını gizlerken gözünden çeşme gibi boşanan yaşları tutamıyordu.



       Mevlit Usta Sarıvadi Köyünün en sağlam ve en güzel taş duvar ören ve paca çıkan adamıydı. Bu güne kadar evlere yaptığı hiçbir paca dumanı çekmemezlık yapmamıştı. O sabah kalktığında içini acıtan, bunaltan bir sıkıntı hissediyordu kahvaltısını yaptıktan çalışmaya gki sonra duvarcı aletlerini hazırlarken birden vazgeçti mutfağa giderek azık torbasını aldı içine iki büyük somun ekmek, 2-3 kalıp peynirle bir beze sardığı kesme şekerini koydu. Dışarı çıkarken kapıdan su kovaları ile içeri girmekte olan kızına ben bacımın yanına gidiyorum annene söylersin dedi. Ahırdan atı çıkarması, sundurmada ki ambarın üstünde duran eyeri ata vurması kolanları sıkıp üzerine binerek avludan çıkması 15 dakika bile sürmemişti. 
      Mevlit köyden çıkınca atının gemini gevşetti ve kestirme olan orman yoluna saptı. Günlerdir ahırda yem yiyerek eşelenmekten başka bir şey yapmayan hayvan önce tırısa kalktı sonrada tatlı bir dörtnalla yol almaya başladı.



    Öğlene doğru hava biraz ısınmıştı hatta ağılın içeriye çökmüş çatıdaki deliklerden güneş ışıkları giriyordu. Nisedağhe bir uyuşturucu gibi benliğini kaplayan şaşkınlıktan sıyrılmış ne yapacağını düşünmeye başlamıştı. Birden ağılın girişinde bir karaltı belirdi, Nisedağhe kardeşi gelip yanına çökünceye kadar tanıyamadı tanimasıyla beraber de cansız çocuklarının bedenlerine kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Garip bir iç güdüyle bastırdığı göz yaşları da boşanarak başındaki yazmanın ve elbisesinin çenesinin altına gelen kısımlarını ıslatmaya başlamıştı.
     Mevlit bir müddet kardeşinin ağlamasına izin verdi sonra yavaşça eliyle kardeşinin çenesini kaldırdı, ufacık kalmış yüzünü iki avucunun arasına aldı. Bu hareketin sonunda kadın bir arayanının bir soranının olmasından dolayı hissettiği rahatlıkla kardeşine uzun uzun baktı.
     Hemen ertesi hafta Mevlit kardeşinin birkaç parça eşyasını at arabasının üstüne koydukları saman sandığına ( saman sandığı = saman taşımak için kullanılan 1,5 m yüksekliği olan bir nevi tahtadan yapılmış sandık ) doldurarak köyden ayrıldılar.
Mevlit kardeşini ve çocuklarını önce kendi köyüne götürdü 3-4 ay sonrada kardeşinin çocuklarımı okutmak istiyorum ısrarına dayanamadı onları ilçeye götürerek yerleştirdi ve onları boşlamadı her hafta ziyaretlerine gitti ihtiyaçlarını giderdi. 1 yıla varmadan da kadın bir bayan terzisi olarak ün yaptı. Çerkes Ebenin diktiği elbiselerin ünü ilçe dışına taştı.
      İki büyük kız annelerine yardım ederken ufak olan Salih’le Saliha okula gönderildi. Çocuklarda kendilerine harcanan emeği boşa çıkarmadılar okuyarak iyi birer meslek sahibi oldular.
      Yıllar yıllar sonra Salih'e, köyden sürüldüklerinde sığındıkları ama şimdi sadece birkaç yerde taş yığınlarının kaldığı harabelikte rastladım.
     Tüm çocuklarını toplayarak o günlerin geçtiği yerlere getirmişti.
     Salih yanındakileri köye gönderdikten sonra taşların üstüne oturduk sigaralarımızı arka arkaya ekleyerek uzun uzun anlattık.
      ‘’ Ne olursa olsun insan köyünü özlüyor be ‘’ ağabey diye bitirdi sözlerini. 
     Birlikte ormanlık alandan çıkıp köye inerken de 
     Bu olanları ne eşime ne çocuklarıma hiç anlatmadım istedim ki çocuklarım köylerini sevsinler ondan kopmasınlar.  Dedi
     Köye gelesiye kadar da bir daha hiç konuşmadı.
Orhan OCAK. 23- EKİM-2012 Eskişehir
################ Hac yolunda (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################  

   
   HAC YOLUNDA         
        Şapsığlar, Kuzey Kafkasya'da Karadeniz kıyısındaki en büyük gruplardan olan Adıgelerin bir parçasıdır. Jugba ve Şahe Irmağı arasındaki bir bölgede yaşarlar. Bu bölge asıl Şapsuğ veya Küçük Şapsuğ olarak adlandırılır. Kafkas Dağlarının kuzey eteklerinde Anthir, Abin, Afips, Bakan, Şips ve diğer akarsuların bulunduğu bölgeye ise Büyük Şapsuğ denir.
           Çarın Kafkasya naibi olarak atadığı kardeşi Grandük Mişel, 1864 Ağustosunda Batı Kafkasya sakinlerine şu fermanı tebliğ etmişti: ''Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya'nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir:" (Berkok, 526).
          işte bu yüzden, esaret ve tabiiyeti en büyük şerefsizlik addeden Çerkesler, güzel vatanlarını terk etmeye mecbur kalmışlardır. 
 
        Bu büyük zorunlu göç sırasında gemilerle İstanbul’a gelen şhapsığlar dan bir grup Adapazarı’na yerleştirilir(1864). Bir müddet burada kalan bu şhapsığların bir kısmı devlet politikası, aynı bölgedeki göçmen sıkışıklıkları nedeniyle Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıtılırlar. İçlerinde şevoşların da olduğu bir gurupta Eskişehir le Afyon sınırında ormanlık bir alana yerleştirilirler(1880 ). Bu yerleşim alanına da Ağlarca ismi verilir.
        Ağlarca’ya yerleşen bu gurubun içinde şevoş Mehmet’te vardır. Mehmet kısa zamanda çalışkanlığı ile yerini yurdunu genişletir. Bu gün Topakların Yerleştiği alanlara, Hörü yengenin şimdi oturduğu yerlere yerleşim binaları kurar. Köyün kıyılarında birkaç yerde de hayvanlar için ağıllar yaptırır. Bu arada tıknaz boyu ve toplu yapısından dolayı çevre köylerce Topak diye anılmaya başlanır.
          Mehmet’in işleri yolundadır ama yalnızdır akrabalarından kimse yoktur. Bir gün Adapazarı’na gider ve amcasının oğlu aynı zamanda da akranı ve çok samimi arkadaşı İsmail’i ailesi ile birlikte alır gelir. İsmail ağlarca da fazla kalamaz geri döner. Mehmet bazı zorlayıcı tedbirlerle onları geri getirir ve bu günkü Hasan Yener’in oturduğu evlere yerleştirir. Soyadı kanunundan sonrada TOPAK soyadını alırlar. (İsmail’in torunları çok sonraları soy isimlerini değiştirerek YENER soyadını almışlardır.)
         Mehmet’in Hasan ve Osman isminde iki oğlu vardır. Osman hicri 1288(miladi 1870)** doğumludur ve Ağlarca ya geldiklerinde 9–10 yaşlarındadır.
        İşte haberimiz veya belgeselimizde diyebiliriz. Osman Topak’ın hayatından dramatik bir bölümü anlatmaktadır.Osman çok çalışkan biriydi, babasının temelini attığı hayvancılığı geliştirdi. Köyün kıyısındaki ve orman içindeki ağıllar onun zamanında hayvanla doldu. Askerliğini yaptıktan sonra Ğunepezadenin kızı Kezban teyzeyle evlenir. Mehmet, Musa, Habibe, Nasibe, Mükerrem isimli çocukları olur. Oğulları Mehmet’in Gelibolu da askerliğini yaparken denizde boğulması, onlara çok dokunur. Kezban teyzenin kalbi bu olaydan sonra teklemeye başlar.
        Osman tüm çocuklarını evlendirmiş. İşleri yoluna koymuş, o arada uzak akrabalarından yetim kalmış dilsiz ve sağır(bzâko) Ayşe isimli bir kızı da evlat edinmiştir.Ayşe zamanla Osman amcayı babası bellemiş onu babası gibi sevmiştir. 80 yaşına geldiğinde yıllardır içinde bir uhde olarak sakladığı hacca gitme görevini yerine getirmeye karar verir. Yıllar önce babası ile ağabeyi Hasan hacca giderlerken onlara çok özenmiş ama bir kişinin ailenin, malın, maşatın başında kalması gerektiğinden onlarla gidememişti. Onları Afyon dan bir deve kervanı ile birlikte yolcu ederken bir gün kendisininde bu yolculuğa çıkacağı yolunda karar almıştı.
             Osman hacca gitme kararını karısına açınca o da gelmek ister her ne kadar uğraştıysa da onu bu kararından vaz geçiremez. Sonunda beraber gitmeye karar verirler. Kısa zamanda hazırlıklarını tamamlarlar. Evlatlığı Ayşe’yi de 6 aylık nafakası ile birlikte Ayşe’nin dayısı Şhagumde Kazım Balık’a (Bluğ) bırakırlar.
             Nihayet yolculuk günü gelmişti. Onları Emirdağ’ına kadar götürmek için Emirdağlı damadı  at arabasını koşarak hazırlar. Osman Topak’ın torunu Asaf Topak’ın öğretmen olan eşi Hacer Topak onlarla birlikte İstanbul’a kadar gidecek, iki ihtiyarı gemiye bindirip dönecektir.
          Eş, tost ve akrabayla vedalaşarak Han köyü üzerinden,Emirdağ’ına doğru yola çıkarlar. Daha yolculuğun başında ilginç bir olay olur: O zamanlar bu gün Akçanlar’ın evlerinin önünde dik bir rampa vardı. Köyün en kuvvetli atları bu rampayı çıkmamakta direndiler, oysa her gün kullandıkları bir yoldu.
 
          Sonunda geri dönerek sürüser yolu ile Erten Köyünden dolaşarak gittiler.
          Emirdağ’ın da yapılan sağlık muayenelerin de Kezban teyzenin kalbi zayıf bulunur ve gerekli raporu alamazlar. Kezban teyze o kadar israr eder ki damatları Şükrü Değerli araya hatırlı kişiler koyarak kayınvalidesinin sağlık raporunu alır.
Ertesin gün Afyon’a giderler ve valilikte pasaport işlerini hallederek, iki gün süren aktarmalı bir yolculuktan sonra İstanbul’a ulaşırlar. İhtiyarları bu günkü Emin önünde bir otele yerleştiren öğretmen Hacer en seri şekilde gemi bileti, yolculuk nevaleleri gibi ihtiyaçları giderir
         Bu arada otelde Adapazarlı  genç bir Çerkez hoca ile tanışırlar. Osman amca onunla yolculuk sırasında kendilerine yardımcı olması hususunda, belirli bir ücret karşılığında anlaşır.
         Birkaç gün sonra da yolcularını gemiye bindiren Hacer öğretmen geri döner.
          Osman amca ile Kezban teyze şaşkındırlar. Karadağ’ı geçince aaaaaaa Karadağ’ın ardında da köy varmış denildiği bir zaman ve ortamdan çıkarak bu kadar büyük değişikliği bünyeleri kaldıramıyordu.
         Ambarlara indiler mi bunalıyorlar, güverteye çıktılar mı deniz tutuyordu.  
         
        Günlerin sayılarının unutulduğu uzun yorucu aktarmalı yolculuklardan sonra nihayet Mekke’ye gelirler.
         Son geldikleri araçtan indiklerinde Kezban teyze kendisini pek iyi hissetmiyordu.Onu ilk buldukları bir gölgeliğe oturttular. Bir ara Kezban teyze ileriden geçen şerbetçiyi göstererek şerbet istedi. Osman amca şerbetçinin yanına gitti önündeki birkaç kişiyi bekledikten sonra bir tas şerbetle geri geldiğinde yaşadığı müddet içerisinde hiç unutamayacağı manzarayı gördü.
Kezban teyze elleri açık vaziyette,başı hafifçe yana bükülmüş yatıyordu. Başında da bir kalabalık birikmişti.
Kısa sürede sağlık görevlileri geldiler ve Kezban teyzenin kalp yetmezliğinden öldüğünü söylediler.
           
     Osman amca bundan sonra ne yaptığını bilmeden rüyadaymış gibi dolaştı. Millet nereye gittiyse o da onlarla gitti. Şerbetle geri döndüğünde Adapazar’lı hoca da kaybolmuştu. Cenazeyi bir camiye götürdüklerini defin için kendisinden 8 İngiliz altını aldıklarını hayal meyal hatırlayabiliyordu. Altına çevrilmiş paralarının çoğunluğu kezban teyzenin belindeki kuşaktaydı. Onlarda arada kaybolup gitmişti.
           Gidişteki zor yolculuktan bin kat acı ve zor bir yolculuğu tamamlayıp döndüğünde köye girmeden evvel at arabasını kullanan damadına arabayı durdurttu: Uzun uzun seyretti. O kadar gezdiği yerlerin hiç birinde yoktu bu güzellikler.
Kafasını çevirip arabanın içinde köyden çıkarken Kezban teyzenin oturduğu boş yere uzun uzun baktı. Azıklarının olduğu halı heybeyi sımsıkı kavramış olarak oturuşunu hatırladı. Şimdiye kadar zapt ettiği gözyaşları önce iki damla olarak, sonrada arka arkaya beyaz sakallarının üzerine döküldüler.
        Biraz kendini toparladıktan sonra eliyle damadının omzuna dokunarak sürmesini işaret etti.
           Hacı Osman Topak, isminin başına hacı lakabını almış, ama hayat arkadaşını kaybetmiş olarak,Uzun yıllar yaşadı. Torununun torunlarını gördü 6. kuşak nesli ile aynı köyde yaşadı. Öldüğünde 98 yaşındaydı. Allah mekânını cennet etsin.  
     Hazırlayan===Orhan  OCAK ################ Küheylan ile kız (Bunun alt sayfası: "ADİGE HİKAYELERİ") ################
                 
KÜHEYLAN İLE KÜÇÜK KIZ
              Köyde yaşadığımız yıllarda Dayım sık sık ziyaretimize gelirdi. At alıp sattığı için Pazar Pazar gezer bizim, taraflardaki nahiye pazarlarına geldiği zamanda mutlaka bizlere uğrardı, Her gelişinde bana mutlaka ufak tefek bir şeyler getirirdi , hoş beş yemek ve atların bakımı bittikten sonra dayım beni kucağına oturtur benim kucağıma da akordionu verirdi. Hiç üşenmez o kocaman parmaklarının üstüne benim ufacık parmaklarını bağlar bana akardion çalmasını öğretmeye çalışırdı.Dayım akordion tuşlarına okşar gibi dokunmaya başladığı andan itibaren o güzel nağmelere kendimi kendimi kaptırır hayallere dalar giderdim. Ama hayallerimde mutlaka güzel atlarda olurdu.
              Her seferin dede annemin sesiyle uyanırdım hayallerden dayımın çayın getirip yanına koyarken:
              --Aaaa Niyazi Miş feşige zimiwlevuj pşinave kufeşiştep ar şire şiçere pemçirem yegupşiserep. Derdi
              Böylelikle konu en sevdiğim yere gelirdi dayıma başlardım köyteki at haberlerini anlatmaya. Kimin atı daha iyi koşuyordu, kim atının kuyruğunu daha güzel örüyordu, kim yeni bir at almıştı vs yatasıya kadar uzar giderdi bu muhabbet.
              Yine dayımın köye uğradığı bir gün avluya giren at arabasının çanlarından dayımın geldiğini anlamış Hemen dışarıya fırlamıştım. Dayımla beraber atları önce yan kayışlarından başlayarak arabadan çözdük koşumlarını çıkardık. Sonra dayım atların birinin yularını elime sıkıştırarak:
              ---Hadi bakalım doğru suya dedi.
              Çok önemli bir iş yapmanın gururuyla büyük adam pozları takınarak atı arkamdan çeke çeke avludan çıktım ikinci atta arkamızdan geliyordu. Atları sulayıp geldiğimde dayım avluda bekliyordu. Elinde yularından tuttuğu yağız bir at vardı. Bu at dayım avluya girdiğinde arabanın arkasında bağlıydı.  At yerinde duramıyor ön ayağı ile toprağı eşeliyor başını havaya kaldırarak kesik kesik kişniyordu. Dayım bana:
             --Atları ahıra bağla da gel dedi.
             Benim için güzel bir şeylerin olacağını hissetmiştim onun için çok acele atları ahıra bağladım köşede yığılı yoncadan da önlerine birer kucak dökerek koşarak dışarı çıktım.
             Dayım elinde tuttuğu yuları elime tutuşturdu ardından da beni kucakladığı gibi atın sırtına oturttu yuları elime verdi ve bıraktı ardından da;
             --Şiğessağ wumşin diye ekledi.
             Heyecanım biraz yatıştıktan sonra topuklarımı hafifçe oynatınca at bazen yerinde sayarak, bazen yan yan bezende şaha kalkacakmış gibi yaparak yürümeye başladı. Boynunun sağ ve sol yanını hafifçe okşadığımda hiç itiraz etmeden istediğim yöne gidiyor yuları hafifçe çekincede duruyordu.
             O günden sonra ondan hiç ayrılmadım annem izin verse geceleri de ahırda onun yatacaktım. Adını jıbğa koyduğum bu atla su gibi akıp gidiyordu. Bir gün atımla avlunun dışına çıkarak köy de ve köyün kıyısında ki kırlarda dolaşmaya karar verdim. Dayım sıkı sıkı tembihlemişti: sakına sakın 6 ay olmadan atın üstünde olarak avludan dışarı çıkma diye. O zaman buna bir mana verememiş o nedenle de dinlememiştim. Önce avlunun borda kapısının bir kanadını açtıktan sonra atı ahırdan çıkardım binek taşına yanaştırıp bindim ve köyün meydanından geçerek harmanlık alanlara doğru yöneldim. Birdenbire ne olduysa oldu atı benim yönetimimi ret ederek köyün kuzeyinde ormanın içinde kaybolup giden yola düşerek ormanın içine daldı. İki tarafı sık ormanlarla çevrilmiş olan bu vadinin içindeki bu yolun nereye gittiğini bilmiyordum. Jıbğa nereye gittiğini biliyordu ki terettütsüz ve yumuşak bir dörtnalla gidiyordu. Bir ara kendimi aşağıya atayım dedim sonra da türlü sebeplerle vazgeçtim. Bu şekilde yaklaşık 2 saate yakın yol aldıktan sonra bir köye geldik köyün içinde de Sağa sola sapmadan demirden avlu kapısı olan iki katlın bir evin önüne geldi azıcık aralık olan kapıyı kafası ile aralayarak avluya girerek tam orta yerde durdu ve uzun uzun kişnedi.
             At daha kişnemesini bitirmeden evin kapsından bir kız çocuğu fırladı, koşarak geldi ve Jıbğa’nın boynuna sarıldı. Yukarıdan baktığım da ikiye ayrılarak örülmüş simsiyah saçlar ve beyaz zemin üzerine serpiştirilmiş mavili, kırmızılı ufak çiçek desenleri ile süslenmiş bir entarinin omuz kısımlarını görebiliyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum kızın;
              --Baba atım geri geldi. Diye bağırması ile kendime geldim gördüğüm tek şey simsiyah iki göz ve içlerinde ki kin ve düşmanlık parıltıları oldu.
             Kısa bir süre sonra evden orta yaşlı bir adam geldi dinç bir görünüşü olmasına rağmen saçları bembeyazdı. Beni attan indirdiğinde her tarafımın uyuştuğunu gördüm. Adamda bunu fark etmiş olacak ki beni kolumdan tutarak avluda yavaş yavaş gezdirmeye başladı. Her adım atışımda bir yerlerime bir şeyler batıyordu ama her adımımın sonunda da acılarım biraz acıyordu.
             Yürüyüşüme bakarak uyuşukluğumun geçtiğini gören adam elimi bırakmadan beni içeriye götürdü, hiç konuşmadan işaretle kurulu olan yer sofrasına oturttu. Sofrada 5 yaşlarında bir çocuk birde kadın vardı kadın o yörede kış yaz yakılan kuzinenin üzerinde dilimlenmiş ekmekleri yanmasın diye çevirdikten sonra çaylarımızı koydu, kızarmış ekmek dilimlerine de tereyağı sürdü, üzerine de bolca eliyle ufaladığı tuluk peynirinden döktü.
             Yemek sırasında adam bana atın nasıl buraya döndüğünü anlattı. Bu tay rahvan diye isimlendirilen atlardanmış koşmadığı halde biniciyi sarsmadan seri adımlarla çok hızlı gidebilirmiş. Atla kızı Zehra arasında çok sıkı bir bağ varmış. Adam bunları normal bir şeyler anlatıyor gibi anlattıktan sonra bana dönerek;
             ---Niyazi Ağa’ya söylemiştim iyi sahip ol, ilk bulduğu fırsatta geri gelir demiş tim.
             Adam bu sözlerden sonra hiçbir şey demeden kalktı ve dışarı çıktı. Arkasından ben ve Zehra’da çıktık kızın her yüzüne bakışımda kin ve nefret dolu bir çift gözle karşılaşıyor ve ürperiyordum böyle bakışları hiçbir yerde görmemiştim. Atam atları arabaya koştuktan sonra bana dönerek;
             Hadi bakalım yeğenim seni bir hayli merak etmişlerdir dedi ve beni kaldırarak at arabasına bindirdi. Arabanın sandığının içine boydan boya minderler konmuştu doğrusu atın sırtında yapılan yolculuktan sonra bu lüks bir yolculuk olacaktı. Adam Jıbğayı da yularından arabanın arka söğesine bağladı. Tam dingilin sivri ucuna bir ayağını basmış ön söğeden tutunarak arabaya binecekken kız koşarak yanına gitti yalvarırcasına
              ---Atet seri sikegon dedi. Akan yaşları yüzünün tamamını ıslatmış çenesi de hafif hafif titriyordu.
             Babası biraz düşündü sonra kızını da koltuk altlarından tutarak arabaya bindirdi kendiside arkaya dolanarak tayın yularını çözdü boynundan çıkararak arabanın içine minderlerin altına soktu. Atı burada bırakacak diye çok korktum ama hareket ettikten sonra arabanın arkasından geldiğini görünce rahatladım. At yol boyunca arabanın arkasından hiç ayrılmadı ne zaman bir iki adım geri kalsa adımlarını hızlandırarak yetişiyor kıza burnunu sürtüyordu kızda her seferinde atın alnını veya yelesini okşuyordu. Onların bu hareketleri beni o kadar öfkelendiriyordu ki kızı arabadan ittirip atmamak için kendimi zor tutuyordum. Bazen geriye döndüğünde gözlerinde bir nem ve hüzün görüyordum ama nefret yoktu aksine bir gurur var gibiydi, sanki bana siz ne kadar para vererek alsanız da bizim bu sevgimizi bitiremeyeceksiniz der gibiydi.  
            Bu karmaşık düşüncelerle boğuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadan köye geldik. Evimizin önünde bir kalabalık birikmişti. Anlaşılan bir hayli merak edilmiştik. Kalabalığa olay anlatıldıktan sonra insanlar dağıldılar babamda misafirini bırakmadı arabaya kendisi binerek avluya aldı. Misafirle birlikte atların yan kayışlarını çözdüler dizginlerin de atların ağzına gelen kısımlarını da çıkararak atlara yem torbalarını taktılar. Jıbğayı da avludaki büyük ağacın altına bağladılar önüne de en sevdiği yem olan yoncalı kuru ottan koydular. Bu işleri bitiren iki adam konuşa konuşa evin önündeki terasa çıkarak üzerine kilim ve minderler serili olan sekiye oturdular. Bende sessizce arkalarından çıkarak konuşmalarını duyabileceğim bir mesafede bir yere çöktüm. Kız hiç eve doğru bile bakmadan ağacın altında ki atın yanına giderek orada hayvanlara tuz verdiğimiz yassı taşlardan birinin üstüne çökerek, büyük bir iştahla kuru otları yiyen tayı seyretmeye başladı.
            Muhabbet edildi çaylar içildi ve sonunda misafirlerimiz atlarını koşup arabaya bindiler, o zamana kadar devamlı hiç gözümü ayırmamacasına atla kızı gözlemiştim ve anlamıştım ki bu taydan bana hayır yoktu.
            Birden bire yerimden fırladım ağacın altında ki tayı çözdüm yavaşça arabanını yanına gelerek simsiyah gözleri kıvılcımlar çakan kızın eline atın yularını tutuşturdum ve hiç geriye bakmadan avludan çıktım ve akşama kadar eve dönmedim. Akşam eve geldiğimde babamın:
-Aferin oğlum tam bir delikanlı gibi davrandın. Demesi bana her şeyi unutturdu.
Birkaç yıl çevrede Atın üstünde rüzgar gibi dolaşan bir kızdan bahsettiler, sonraları onlar yurt dışına bizde şehre göç ettik. Bu olayda hatıralarımda tatlı bir anı olarak kaldı.
            Tahminim bir 15 yıl kadar sonraydı Ankara’da öğrenciydik ( 1967-1971 yılları arası ) Ankara Kafkas Derneğinin çok güzel çalışmaları vardı. Dil kursları, okuma yazma kursları, Ankara’da ki öğrencileri bir araya getirerek tanıştırma günleri bunların bazılarıydı. Arkadaşım Sedat’la Derneğin demirbaşı gibi olmuştuk tüm boş vakitlerimizi orada geçiriyorduk.
          O gün yine dersten sonra Derneğin yolunu tutmuştuk. İkimizin de ayrı sebeplerden heyecanı son haddindeydi. Sedat o akşam komşu illerden ve yurt dışından gelen gençler için yapılacak eğlence ve düğünde hayalindeki kıza rastlayacağına inanıyordu. Bende yılın belirli zamanlarında açılan stanttan alacağım orijinal adige kamasını düşünüyordum. Bu stant da görevli arkadaşlar açtıkları reyonlarda çok güzel hediyelik eşyalar bulunduruyorlardı. Hatta bazen Kafkasya’ya gidiyor oradan çeşitli eşyalar getiriyorlardı. Bu gidişlerinde sıkı sıkıya tembihlemiştim bana gümüş kakmalı hakiki bir adige kaması getireceklerdi.
           Önce lokale uğradık Rahmi abinin o güzel çayından ikişer bardak içtikten sonra yukarıdaki hediyelik eşyaların satıldığı ikinci kata çıktık stantların önündeki kalabalığı görünce içimde hafif bir korku ve telaş karışımı bir his duydum. Stantlara yanaşınca da bu hissin sebebini anladım. Benim ısmarladığım kama anlatamayacağım derecede güzel iki elin elindeydi. Bakışlarımı hafifçe yukarı kaldırınca bir çift simsiyah gözle karşılaştım bir an göz göze geldik ben gittim nerelere gittiğimi bilmeden geçmişle gelecek arasında kayboldum sanki.
          Hayal meyal kadife yumuşaklığında bir ses duydum.
         - Bu güzel ve değerli kama sizin siparişinizmiş herhalde.
         Gayri ihtiyari:
          - Önemli değil beğendiyseniz sizin zimmetinizde daha değer kazanacaktır siz alabilirsiniz dedim daha doğrusu demek mecburiyetinde kaldım.
          - Kız da çok tatlı bir şekilde gülümseyerek teşekkür etti ve arkadaşları ile birlikte düğün salonunun bulunduğu üst kata çıkan merdivenlere doğru yürüdüler gittiler.
         - Ben şaşkındım, üzgündüm, kızgındım.
         - Sedat omzumdan tutarak bir şey diyecek oldu. Elimi tehditkâr bir tavırla sallayarak:
         - Sus sakın bir şey deme diyerek,
        Aşağıya lokale indim Sedat da arkamdan geldi. O komşu masalarda oturanlara, içeri girip çıkanlara laf yetiştirdi bende üst üste 5-6 bardak çay içtikten sonra kendime gelebildim.  
         Ben üst üste çaylarımı içerken yukarıda düğün salonundan akordion sesi gelmeye başlamıştı bile. Biraz oyalandıktan sonra bizde yukarı çıkarak düğüne katıldık. Düğünün katılımcısı çok ve değişik yerlerden olunca düğünde bir başka güzel oluyordu. Bu güzel görüntülere dalıp gitmiştim ki biri beni kolumdan tutarak ortaya çıkardı.  
           Akordionu Şeref çalıyordu başta bir hayli zamandır çalan çeçen birden kafeye dönüverdi müziğin kafeye dönmesi ile de pğeçhekler sustu sadece insanı alıp bir yerlere götüren o güzelim ağlayan kafenin duyuluyordu. 
           Kiminle oynayacağımı merak edip kızların tarafına baktım doğrusu bu güzelim havayı bir acemi ile oynamak istemezdim. Birden kızların arasından bir kız süzülür gibi karşıma geldi siyah saçlarının renginde topuklarına kadar inen güzel bir elbisesi vardı. Oyuna başladığımızda artık hiçbir şeyi ne görüyordum ne de duyuyordum sanki bulutların üstündeydik. 
            Başımı hafifçe kıza doğru çevirdiğimde beni allak bullak eden bir çift simsiyah gözle karşılaşıyor hemen gözlerimi kaçırıyordum. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım bile kız çok zarif bir manevra ile kızların önüne çekilerek sadece başı ile selam verdiğinde ben hala kendimde değildim.
          Bundan sonra düğünde de duramadım önce aşağı kata oradan da kendimi temiz havaya dışarıya attım.
         Gecenin geç vakitlerinde düğünün sona ermiş herkes yavaş yavaş dağılıyordu. Bizde kapının önüne dikilmiş tanıdık arkadaşlarla şakalaşıyor gidenleri de uğurluyorduk. Birden karşımda bir arkadaşı ile beraber o kız belirdi. Elinde uzun ince bir hediye paketi vardı. Paketi bana uzatarak.
         - Her şey için çok teşekkür ederiz dedi ve başı ile hafifçe selam vererek daha benim şaşkınlığım geçmeden kapının önünde bekleyen bir arabaya binip gittiler.
Ben elimde paketle öylece kala kalmıştım. Sedat koluma girerek
           - Gel abi birkaç bardak çay içelim de kendine gelirsin diye içeri çekti.
           - İki bardak çay içesiye pakete öylece bakıp duruyordum. Nihayet yavaş hareketlerle paketi açtım içinden sapına küçücük bir gül iliştirilmiş vaziyette almak isteyip de alamadığım kama vardı. Birde not iliştirilmişti 
           -    ‘’ Bir kama hiçbir zaman bir küheylanın karşılığı olamaz ama sevgi ve saygılarımla birlikte kabul ederseniz beni mutlu edersiniz.’’
         Yazsını okur okumaz beynimde şimşekler çaktı Birden kendisine iade ettiğim taya sarılırken yaşlı ve minnet dolu olarak bakan o iri gözleri hatırladım.
         05-TEMMUZ-2012 ESKİŞEHİR. 
(( NOT= Hikayeyi akıcı olarak anlatabilmek için 1. şahıs kullanılmıştır. )) 


################ Diger HABERLER (Bunun alt sayfası: "2222222222222") ################
HABERLER sayfasına dön
 SON HABER



 Nuh Naci Yazgan Üniversitesi
Bedrettin Tufan ile Zahide Yener Tufan'ın kızları 
Sinemnur Tufan'ın
İçinde bulunduğu 3. sınıf öğrencilerinden
3 kişilik bir ekip
TÜBİTAK'IN 2209 - A kodlu
projeler kapsamında kabul edilmiştir


www.aglarcali.tr.gg







 Ağlarca Köyünden Aslı ASLAN ile Bilecik Pazaryerinden Adem Kart
Evlenmeye karar vermişlerdir.

DÜĞÜNLERİ
29 Ocak 2017  PAZAR günü
VATAN düğün salonunda yapılacaktır.

Kurtuluş Mahallesi Derecik Sokak No // 4
Odunpazarı / ESKİŞEHİR

Kendilerine ÖMÜR BUYU MUTLLUKLAR diliyoruz.

 



Eskişehir Ağlarca Köyünden
Nazlı ve Salih Özcan'ın oğlu
Murat ÖZCAN 

İle
Afyon Yenice Köyünden
Pakize ve Zekeriye Eravcı'nın kızı
22-EKİM-2016 Tarihinde
Tuba ERAVCI
Eskişehir Mavi Ada Düğün Salonunda
yapılan düğünle EVLENMİŞLERDİR.
Kendilerine bir ömür boyu mutluluklar diliyoruz

www.aglarcali.tr.gg 


Afyonda ki kına gecesinden.




 

Hemşerilerimizden değerli kardeşimiz
Metin KAYA ile Emine SİNE
17 - Temmuz- 2016 tarihinde
Eskişehir  ÇIRAĞANPARK ( Hanedan ) Düğün salonunda
Yapılan DÜĞÜN ile evlenmişlerdir.
Gençlere ömür boyu mutluluklar dileriz
www.aglarcali.tr.gg
 


 


14 - Temmuz - 2016
Ağlarca Köyünden
Murat ÖZCAN ile Tuba ERAVCI tayin işleri için
düğün gününden önce nikah kıymışlardır.
Kendilerini tebrik eder
bir ömür boyu sağlıklı ve mutlu bir beraberlik dileriz

www.aglarcali.tr.gg

 Murat Ozcan  için TEBRİKLERİ GÖR
 
 


 
14- AZİRAN - 2016
Hemşerilerimizden
Cemil Mercan ile Sevim Yener Mercan'ın kızları
Canset MERCAN
İstanbul Teknik Üniversitesi
Makine Fakültesin den mezun olmuştur
Ailesini ve kendisini tebrik eder
Kızımıza geleceğinde daha büyük
başarılar, sağlık ve mutluluklar dileriz
www.aglarcali.tr.gg

Canset Mercan  Özel sayfasına git
 
 
  

Cemal Belmerze ile Frah Çetin
30 - NİSAN - 2016 Cumartesi günü
Nişanlandılar
Kendilerine ömür boyu mutluluklar diliyoruz.

 
 
 

 

 
 

 
 




KÖYDE KORU KESİMİ
O meşenin közünden güzel tavşan pişirilir

***===>***===>***===>***

----Çok değil bundan 25-30 yıl önce köyde en az
800 ton meşe odunu kesilirdi. Bu kesimler ormanın en sık olduğu yerlerden
yapılırdı. Kesilen ağaçlar ya tek tek aşağılara kadar atılarak indirilir ya da
arabaların arka dingili çıkarıldıktan sonra meşeler yüklenir arkasına da
kesilen bir çam bağlanarak aşağıya kadar sürüklenirdi.

----Kesimden önce köye orman bölge şefi mühendis
ve ormancılardan oluşan bir heyet gelir o sene nerede kesim yapılacağı
belirlenirdi. Kesim yapılan alan traşlama kesilir böylece o bölgede ormanın
daha gür çıkması sağlanırdı. Her sene ayrı yerlerde kesim yapıldığından
ormanlarda azalma olmaz inadına gelişme olurdu. 
----Kesim alanını belirleyen görevliler, herkese
kesilecek miktar kadar izin kağıdı verir ve giderlerdi. Bu izin kağıtlarının
resmi adı tezkere olup bununla kesilen odunlar yurdun her tarafına
götürülebilirdi.
----Memurlar gittikten sonra esas gürültülü
tartışmalı anlar başlardı. Kesim alanına her aileden bir kişi olmak üzere
gidilir kesim alanı önce yeterli sayıda alanlara bölünür sonrada kura ile
herkesin sehimi belirlenirdi, ama kimse bu kuradan memnun kalmaz kendisine en
zayıf mıntıkanın düştüğünü söylerdi. Bunlar uzun sürmez hemen ertesi gün
baltalarla, tahralarla kesime başlanırdı ( O zamanlar motorlu testereler yoktu.)
----En kısa zamanda kesim bitirilir kesilen ağaçlar
sterler halinde kamyonların yanaşabileceği yerlere istif edildikten sonra satış
için pazar aranmaya başlanırdı.
---- Bu gün köyde adam kalmadığından bu kesimler
yapılamıyor bunun sonucunda da orman sıklaştıkça orada yaşayan evcil olmayan
hayvanlar çoğalmakta bunlarda köylünün hayvanlarına, ürünlerine aşırı zarar
vermektedirler.
--- Bu gün köyde yaşayanlar devletin ihtiyaç adı
altında erdiği matrahların kışın yakacağı kadarını düz alanlardan ve ince
meşelerden kesmekle yetinmektedir.

***===>***===>***===>***


Suriyeli köylümüz Emad da ağaç kesiminde ustalaşmış.


Bu da bir çeşit orman meyvesi ( gilgil )


Palamut


Meşeler kesilip yola indirildiğinde Tahrayla dalı budağı budanır.


 


Kafkasya ADİĞE Cumhuriyetinden 
Sulet BARCHO

ile

Eskişehir Ağlarca Köyünden
Şuayip Şewoş 

Adigey'de eş dost ve yakınlarının katıldığı
bir törenle evlenmişlerdir.
09 - 10 - 2015 tarihinde de Türkiye'ye gelmişlerdir

Genç çifte ömür boyu mutluluk dileriz
www.aglarcali.tr.gg 

 

 
  
Nişan-Nikah
26 - NİSAN 2015 PAZAR 
Ağlarca Köyünden Mustafa ve Sevgi YENER'in biricik kızları
Cansu YENER, İsmail AGUŞ ile nışanlanmıştır.
27- Nisan günü de TAYİN ve LOJMAM tahsis işlerinin
ayarlanması için Nikahları da kıyılmıştır.
Güzel kızımızın bundan sonra ki
HER gününde mutlu olması dilekleri ile.
www.aglarcali.tr.gg    



















 
 NİSAN KIŞI
9-Nisan-2015 Ağlarca Köy'ü
Resim = Dilek Demir Yılmaz'dan alıntı.
---Son -5-10 senedir eski kışlar kalmadı deniyordu. Bu sene
bir kış bir kış sormayın hepinizin yaşadığı gibi gözlerimiz
beyaza çocuklar kar oyunlarına,bizlerde soğuklara doyduk.
Cemreler arka arkaya geldi havalar ısındı çiçekler
açmaya başladı derken 8 Nsan gecesi yağan karın
sonunda devamlı erimesine rağmen Köylülerimiz
9 Nisan sabahına bu manzara ile uyandı.

Berekettir diyor hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
---Tam yılını hatırlamıyorum 1980 li yıllardı 23 Nsan bayramı
ile Çarşamba GÜNLERİ kAYI DA KURULAN pazar aynı
güne gelmişti. Bir gün önce köylüler bayramı erteliyem
sonra yaparız dediler bende pazar için bayramı
erteliyemeyiz dedim. Sonunda bayramı erken bitirmeye
karar verdik.Böylelikle de millet pazara da gidebilecekti.
Sabahleyin bir kalktık Kİ kar ve devam eden kar yağışı.
Tabi ne pazar oldu ne de bayram.
Bu kar yağışı beni o günlere götürdü. Orhan OCAK


 


 
 
   Özcan ESEN (Ağlarca Köyü-Şapsığ),
Güldan ESEN (Gökçeyayla Köyü-Karaçay)
ve Marzi ESEN (Gökçeyayla Köyü-Karaçay)
kuraya ilk yazılışlarından itibaren 7. yılında
Hacıya gitmeye hak kazanmışlardır.
Allah nasip ederse bu sene Hacıya gideceklerdir.


Bu amaçla, 10 Ağustos 2013 Cumartesi
(Bayramın 3. Günü) öğle namazını müteakiben
Mevlüt okunacak ve yemek verilecektir.
Adres: Ertuğrulgazi Mah. Raykent Konutları
Çürük Sokak No:9 Daire:4 ESKİŞEHİR
İrtibat Tel-1: (0535) 417 40 62 (Özcan ESEN)
İrtibat Tel-2: (0532) 205 51 41 (Sait ESEN-oğlu)
 Hacı adaylarının tüm akrabaları, eski ve yeni komşuları,
arkadaş ve dostları davetlidir.

Saygılarımızla...
Sait ESEN


****************************
Bu değerli büyüklerimizin saygınlığı
ve toplumumuzca kendilerine duyulan sevginin
 derecesi katılan dost ve akraba cemaatinin
kalabalıklığı bu insanların değerini bir kere daha
ortaya koymuştur.Allah yollarını açık etsin
İnşallah hayırlısı ile gidip gelirler.
 
www.aglarcali.tr.gg



AĞLARCA CAMİİ
Bakı mı badanası ve içinin döşemesi yapıldı.


Ağlarca Camii köyün yerleşmesinden hemen sonra
1874 yılında imece usulü ile yapılmıştır.
     İlk yapıldığında köy deki bütün evler gibi çatısı
düz ve çorakla örtülüydü. Hoca dambaşına dayalı bir
merdivenle dambaşına çıkar ezanı oradan okurdu.
      Sonraları kiremitli çatılar yapılmaya başlandığında
çatısı kaldırılmadan kiremitli bir çatı ile örtülmüştür.
Yanınada uzun zaman kullanulan kuru ve çok büyük
bir ardıç ağacı minare niyetine dikilmiştir.
       Yeterli büyüklükte olan bu ağaca çatıyı geçtiği yerde
 ağaçtan bir şerefe yapılmış yanınada  şerefeye ulaşmak
için  yine ağaçtan merdiven yapılmıştır.
      İçinin badanası eski osmanlı ve islam yazıları ve
süslemelerinden oluşan ve renklendirmelerinde
katışıksız toprak boyalar kullanılarak yapılmıştır.
     Ağlarca Camii bu haliyle uzun yıllar kullanılmış hatta
camii olmayan komşu köyler cuma namazları için
buraya gelmişlerdir.

 

        Daha sonraları 2000 yıllarının başında kurulan
köy derneği ve muhtarlığın işbirliği ile Caminin avlusuna
bir cenaze yıkama yeri ile 6 musluğundan hergün 
24 saat kesintisiz su akan şadırvan ve içerisinde su
bulunan modern tuvaletler yapılmıştır.
Caminin önü ve tretuvarlar kalebodur taşları ile döşenerek
modern bir hale getirilmiştir.



 2012 Yılında da Camimizin en büyük eksiği
giderilerek güzel bir minareye kavuşturulmuştur.



 
 
 Son olarak Köyümüzden Şewoş H.Osman Topak'ın
torunu Şükrüye Pamukun parasal desteği ile
içinin tüm eşyaları yenilenmiştir ,
( Kendisine teşekküe ediyoruz )
       Bu güzelliği de Köyümüz yerleşmis
Süriyeli kardeşimiz Emad Balker
, YAZILARI  yeniden yazmış, 
badanayıda büyük bir titizlikle yenilemiş ve
camimiz bu günkü halini almıştır.
        Parası ile, emeği ile katkıda bulunan
KATKIDA BULUNAN herkese sonsuz teşekkürler.
 


 
12 MAYIS 2013 AĞLARCA KÖYÜ MEZARLIĞI
TEMİZLEME  ÇALIŞMASI AĞDER..

 
 
 
     Köyümüz mezarlığının içerisinin türlü çalılarla ve
aşırı büyümüş otlarla kaplı olması mezarlık içerisinde
hareket etmeyi kısıtlar duruma gelmişti. 
        Başta AĞDER ve MUHTARLIK olmak üzere
12-Mayıs-2013 tarihinde gençlerin katılımıyla mezarlığı
temizleme  çalışması yapılmıştır.
         Bu çalışmalar sonunda mezarlıkta ki çalılar kesilmiş,
otlar biçilmiş ve içerisi düzenlenmiştir.
         Çalışmalara emeği geçen herkese teşekkür ederiz.
          www.aglarcali.tr.gg     
 

 
 

Ağlarca köyünden Merhum Kamil Ocak'n torunu
        Selime ve Nurettin çiftinin oğulları
        Yasin OCAK .....13-Mayıs-2013 tarihinde vatani hizmetini yerine getirmek üzere baba ocağından ayrılmıştır.
        Ailesi 05.05.2013 tarihinde oğullarının bu kutsal göreve  uğurlarken tüm dost akraba ve tanıdıklarına bir yemek vermiştir.
       Aynı günün gecesi düzenlenen eğlencede Yasin ocak ve   arkadaşları doyasıya eğlenmiştir.
       Askerimize hayırlı teskereler dileriz.
  www.aglarcali.tr.gg




 
 

24-Temmuz- 2013 
  Köyümüzden Basri Yener'in torunu 
Seçkin ve Ayşe Yener'in kızları
Tansu YENER kızımız 
2013 Ünversite sınavı sonuçlarına göre 
ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ İNGİLİZCE ÖĞRETMENLİĞ
Bölümünü kazanmıştır
Kendisine tahsil hayatı boyunca başarılar dilerken 
Ailesinide canı yürekten kutluyoruz.

www.aglarcali.tr.gg

 
 


SÜRİYELİ KÖYLÜLERİMİZ
Son zamanlarda ki Süriyedeki iç savaştan tüm Süriye halkı gibi orada yaşayan hemşerilerimiz de etkilenmiş ve yaşadıkları ikinci vatanlarını da terk etmek durumunda kalmışlardır.
         Sürgünü ve soykırımı en acı bir şekilde yaşamış olan dedlerimizin torunları olarak bu hemşerilerimizin bu zor durumunda karınca kararınca katkıda bulunmak istiyen Ağlarca halkı birkaç süriyeli hemşerimizi yanlarında ikamet ettirmek istemişlerdir.
         Bu düşünce çerçevesinde köydeki birkaç ev temizlenip badana ettirilmiş ve EKKKD nin de katkılarıyla ailelerin yaşayabileceği şekilde döşenmiştir.
          Haziran ortalarında getirilen 6 kişilik ilk aile bu evlerden birine yerleştirilmiştir.
          Bu olaya maddi manevi destek veren herkese sonsuz teşekkürler.
          
www.aglarcali.tr.gg 






BU GÖREVDE TAMAM

       Köyümüzün çocuklarından Şewoş Yılmaz TOPAK, Yurdun çeşitli yerlerinde Şerefli Türk ordusunun bir Assubayı olarak başarı ile görev yapmış, bu görev sırasınca defalarca ölümle burun buruna gelmiş, girdiği bir çatışmada yaralanarak gazi mertebesinede ulaşmıştır. 
       Son olarak ta Afganistan'da ki Türk Birliğine göreve gönderilmişti. Burada ki görevini de başarı ile tamamlayan Yılmaz Topak 10-MART-2012 tarihinde Yurda dönmüştür. Tüm Ailesi ile dost ve akrabalarnın mutluluğunu paylaşır, kendisine de bundan sonraki yaşantısında sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.

www.aglarcali.tr.gg



 
 

 

Ağlarca Köyü'nden Niwg Kandemir OCAK 
       26-Agustos-2008 tarihinde
       Bilecik İl Jandarma Alayı'nda başladığı vatan görevini 3 aylık
acemilik eğitiminden sonra Diyarbakır İli Eğil İlçesi Jandarma Karakolunda başarı ile tamamlayarak 22-Kasım-2009 Pazar günü saat 8 itibari ile  Vatan görevini bitirmiştir.Aynı gün saat 20.35 uçağı ile Ankara'ya gelen askerimiz aynı gece gece yarısından sonra
Eskişehir'e ulaşarak ailesine, sevdiklerine, dostlarına kavuşmuştur.
      Kendisine bundan sonraki hayatında sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.
aglarca2007 23-Kasım-2009   saat=03 30


 
 
 

Sevdamız gazi,
aşkımız şehit oldu bu dağlarda, 
yağmurlarımız kurşundan yatağımız taştan oldu bu uykularda, 
biz sevdiklerimiz için geldik bu diyarlara,
kimi can verdi kimi kol verdi hain pusularda, 
genede ah etmedik bu vatana, 
tüm güneşler feda olsun, yıldızımızın yanındaki aya...
KANDEMİR







 

TRAFİK  KAZASI
Ağlarca köyünden Kemal TOPAK 
25 Ağustos 2013 tarihinde kullandığı özel otomobili ile Ağlarca'dan Eskişehir'e gelirken Seyitgaziy'e 20  km kala solladığı arabaya sürtünmesi sonucu iki arabanında şarampola yuvarlanmasıyla önemli bir trafik kazası geçirmiştir.
Kaza sonucu yaralıların bir kısmı devlet hastanesinde KEMAL TOPAK'ta Tıp Fakültesinde müşahade altına alınmıştır.
Tüm yaralıların önemli bir yara almadıkları ÖĞRENİLMİŞTİR.
  Köylümüz Kemal TOPAK'ta gerekli filimler çekilip tekkikler yapıldıktan sonra taburcu edilerek evine çıkarılmıştır.
İki arabanında hurdaya döndüğü bu kazada hiç kimsenin vahim bir yara almaması tanrının bir lutfudur. 
Kendilerine tekrar tekrar geçmiş olsun diyoruz.
Ben bizzat kendim Kemal TOPAKLA görüştüm Tüm dost ve akrabaları

www.aglarcali.tr.gg


HABERLER sayfasına dön
 
                   

 

 
 
################ Hasret (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################



 
HASRET 
            An gelir özlem dayanılmaz olur ya ,hani yüreği sıkışır,içinde bir yerler acır. Çaresizliğin verdiği sıkıntı ezer,kanatır yüreği...
          Özlenen; evlattır,anadır,babadır,gardaştır,arkadaştır ya da vatan...Hangisi olursa olsun an gelir burnumuzun direği sızlar,birden bire dökülür aniden yaşlar.Yürekten akan damlacıklardır onlar.Saf,temiz,katıksız... 
         Bir anneler günü mesajı beni çok etkilemişti. ''Bir çocuğun annesini sevdiği gibi değil,bir annenin çocuğunu sevdiği gibi seviyorum seni anne''  İnsan ancak anne-baba olduğu zaman anlayabiliyor bu büyük sevgiyi.Hayattaki en değerlilerimiz oluyor onlar.Hayatlarımızı onların hayatlarına adıyor,onlar için yaşıyoruz.Kendi içimizde kalan uktelerimiz onların içinde kalmasın istiyoruz.Her şeyin en iyisini en güzelini istiyoruz onlar için.
        Yumuk yumuk ellerini öperek büyüttüğümüz,gözümüzden sakındığımız bebeklerimiz büyüyor ve bir yetişkin oluyorlar.Ama bizim gözümüzde hala küçücük onlar.
        Kimimiz askere yolluyoruz,düğünle dernekle,buruk bir sevinçle ama büyük bir gururla.Kimimiz başka şehirlerdeki okullara,kimimizde gurbet ellere;nasip mi kısmet mi bilinmez,gurbetteymiş aşı rızkı diye.Tevekkülle.
        Ana-baba yüreği ,aklı hep evladında .Duasında hep onlar.Allah herkesin gurbetlerini kavuştursun diyorum.Bizim gurbetimizden bahsetmek istiyorum.
        11 yılı aşan bir hasretin son anı öyle etkiledi ki beni.Paylaşmak istedim.Biliyorum ki sevinçler paylaştıkça artar,acılar paylaştıkça azalır.Paylaştıkça artan tek şey sevinçlerdir herhalde.
          Paylaşmak istedim çünkü analar ,babalar,kardeşler bu kadar hasret kalmasın istiyorum.Ömür su gibi akıp gidiyor.Daha dün çocuktuk bizde ,şimdi hayretle kendi çocuklarımızın nasıl büyüdüğünü izliyoruz.''ne çabuk geçti  yıllar''diye.
         11 yılı geçti benim kardeşim gurbete gideli.Askerlik dönüşü o günün şartlarında beklentilerini karşılayacak bir iş bulamadı malesef Türkiye'de.(hoş bu gün de pek bir şey değişmiş sayılmaz da)
          Şans mı nasip mi bilinmez ABD 'ye gitti 21 yaşında.
          Ana yüreği bilir dedik ya o zaman ben yeni anne olmuştum.Annemin hislerini yeterince anladığımı sanmıyorum .Ne yer ne içer rahat mı bir başına gurbet ellerde.?Öyle ki onun sevdiği yemekleri yaptığımız zaman boğazımıza düğümlenirdi.Erkekler duygularını kadınlar kadar ifade edemezler,örneğin özlem içlerini yaksa da ağlayamazlar,dertleşemezler arkadaşlarıyla kolay kolay.Çünkü babadır onlar,güçlü olmak zorundadırlar.Gurbet yakında olsa uzak da olsa gurbettir ama aradaki mesafe arttıkça ,onun kilometrelerce uzakta,okyanuslar ardında olduğunu bilmek ve istediği zaman ona ulaşamayacağını bilmek daha çok acı verir,çaresiz hisseder insan.
         Yıllar böyle hasretle özlemle geçti.Nasip deriz ya hep ,kardeşim bir kızı sevdi ne mutlu ki o da kendi kültürümüzden kendi toplumumuzdandı.Evde bir sevinç bir mutluluk.Düğün hayalleri...Her anne babanın hayalidir,mürvetidir çocuklarına güzel bir düğün yapmak.Yuvasını kurmak.Hazırlıklar büyük bir sevinçle başladı orda ve burda.Söz kesildi nişan yapıldı.Sıra vize almaya geldi.Düğün ABD 'de olacaktı.Büyük bir umutla gittiler konsolosluğa ve sonuç tam bir hayal kırıklığı oldu.ABD konsolosluğu vize vermedi anneme ve babama.Kendi çocuklarının düğününde olamayacaklardı.Belki de bebekliğinden beri hayalini kurdukları düğünde olmayacaklardı...Şoku uzun bir süre atlatamadılar.Neyseki iki halam oradaydılar.Eş dost hısım akraba sağolsunlar çok güzel bir düğün yaptılar kardeşime.Kardeşimin düğününü kasetten izlemek öyle zor geldi ki.Annem babam ve ben kasetleri ağlamaktan izleyemedik günlerce.
           Evliliği içimizi öyle rahatlattı ki ;artık sıcak sevgi dolu bir evi vardı ve ona sevgiyle kapıyı açan bir eşi.Boş bir eve gelmeyecekti.Ona sevdiği yemekleri içine sevgisini katarak pişirecek bir eşi vardı.Artık Kaşıkbörek(kardeşimin en sevdiği yemek) yerken boğazımıza düğümlenmiyor)
           Ve 11 yılın sonunda beklediğimiz an gelmişti.Ramazan bayramından 2 gün önce geldi kardeşim.Son gece hiç uyumadık nerdeyse annem babam ve ben.Zaman durmuştu sanki saatler işlemiyordu.Sabah 10.30 da aradı -İstanbul'a geldim diye.Artık vatan toprağındaydı.Ankara'ya gelecekti uçakla kuzenim ve eşim havaalanına almaya gittiler arabayla.Bizde o uzun gün boyunca onun en sevdiği yemekleri yaptık.O gün o kadar uzundu ki bir düğün yemeği bile yapabilirdim)
          Derken telefon geldi Kaymaz'dan girdik diye.Fatoş halam -Haydi atlayın arabaya karşılamaya gidelim dedi.Araba kardeşime yaklaştıkça kalp atışlarım hızlandı,gözyaşlarım yuvarlandı gitti yanaklarımdan aşağı ,özlem bitecekti, ona sıkı sıkı sarılacaktım kalbimin içine koyarcasına.
           Yolda öylesine hızlı gidiyorduk ki onlarda bizde, gurbete inat bir an önce bitsin diye hızla geçtik biz onları onlar bizi ,sonra geri döndük .Araba daha durmadan fırladık arabadan o da bende .Karşımdaydı bir an dondum sonra ağlamalar sarılmalar öptüm doyasıya o benim bir tanecik kardeşimdi hiç ayrılamam dediğim.Canımın yarısıydı.Ben kardeşimin yanına bindim.Artık karşımdaydı inanamıyordum.Yüzünde olgunlaştığının izleri çizgiler vardı.Kimbilir neler yaşamıştı 11 yıl boyunca iyi kötü.
           Gelin arabası gibi hızla girdik avluya annem babam halam koştular.Annemle birbirlerine koştular,annem öyle bir haykırdı ki -OĞLUMMMMM diye yürekler dayanmaz.kardeşim de -ANNEMMMM diye.Sarıldılar öptüler birbirlerini ağlayarak.Bu ne kadar sürdü bilmiyorum babam bir yandan gözyaşlarını siliyor bir yandan da -Yeter artık yaww diyordu.
           Özlem bitmişti.Ağlamamalıydık artık sevinç günümüzdü bu gün.Kardeşim evi,bahçeyi her yeri herkesi inceliyordu dile kolay 11 yıl herşey çok değişmiş olmalıydı onun için.Herşeyi herkesi çok özlemişti ve o sesi; Birden bire ayağa kalktı:-Duyuyormusunuz ?dedi.-Neyi dedik ?-Ezan sesini dedi.Ve Ezan bitinceye kadar ayakta dikildi ve Allaha şükretti.Camii hemen evimizin arkasındaydı ve biz günde 5 vakit duyduğumuz için bilmiyorduk kıymetini....
          Bazı şeylerin değerini malesef kaybettikten sonra anlıyoruz.Ezan,Vatan,Bayrak,Özgürlük...
          Allah bizi vatansız bayraksız ve ezansız bırakmasın.Tüm gurbetlerimize sağlıkla kavuşmak dileğiyle...
         CEVHER ATEŞ

  

 

################ Gec Olmadan (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################



         Çok Geç Olmadan
              
      
  Uzun zaman önceydi;özel tv kanallarından birinde ana haber bülteninden sonra yaşanmış hayat hikayeleri anlatan bir sunucu vardı.O hikayeler beni çok etkilemişti. Hele bir tanesi...

        Hikayenin kahramanı İzmitli bir genç.Tahsilini bitirdikten sonra İstanbul'da bir işe girer ve orada yaşamaya başlar.

        Bir gece yarısı içine adını koyamadığı bir sıkıntı girer,uyuyamaz.Bir sıkıntı vardır ;adını koyamadığı,tamda göğsünün sol yanında ince bir sızı...

        Birden babası gelir aklına;çok sevdiği,saydığı,büyük bir çınara benzettiği güçlü idolü babası.Çok sevdiği ancak geleneklerinden,kültürlerinden dolayı hiç bir zaman sıkıca sarılıp,SENİ ÇOK SEVİYORUM BABA diye sarılıp öpemediği babası.(muhtemelen çerkezdi diye düşünüyorum şimdi)Hasret mi?özlem mi?bilmez bunları yıllar sonra düşündüren.Neden bu yaşına dek söylememişti sevgisini,neden sarılıp öpememişti ellerinden,yanaklarından neden...?

        Bir anda karar verir atlar arabaya.Babasına gidecek ve ona sıkı sıkı sarılacak,öpecek ve ona onu ne kadar çok sevdiğini söyleyecekti gözlerinin içine bakarak.

         Vakit gece yarısına geldiğinde evinin önüne gelir.Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlar hemen.Baba evinin bütün ışıkları yanmaktadır.Koşarak girer eve,evleri yakın akarabalarla doludur. Hepsinde bir hüzün bir matem.

             Koşar babasının yanına,içindeki sızı kalbinde bir oktur artık.Babası son anlarını yaşamaktadır,koca çınar doğrulur yattığı yerden,baba-oğul sarılırlar sımsıkı ilk ve son kez...Babasına onu ne çok sevdiğini söyler defalarca,öper ellerini,yanaklarını,koca çınar başını sallar göz pınarlarından akan yaşlar beyaz sakallarının arasında kaybolur, 

             -BENDE OĞUL BENDE ...

        Koca çınar oğlunu da görmenin huzuruyla ruhunu teslim eder.Kavuşur yaradanına.Oğul son anda da olsa onu çok sevdiğini söylemiş ve sıkı sıkı sarılmıştır babasına ilk ve son kez ne acı değil mi?

        Ertelemeyelim sevgilerimizi,duygularımızı her fırsatta söyleyelim ana-babalarımıza,eşimize ,dostumuza,çocuklarımıza, arkadaşlarımıza yarın çok geç olabilir...Çok geç olmadan...

        Cevher ATEŞ 09.11.2009   

 

 

################ Yasli cinarlarimiz (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################



 

   YAŞLI ÇINARLARIMIZ BİR BİR DEVRİLİYOR

       Henüz yedi yaşındaydım.Ormanın kenarındaki evimizde babam hastalanmış ateşler içerinde kıvranıyor, bir taraftan da “ah keşke şöyle soğuk bir kar olsa da yesem” diye sayıklıyordu.Yaşlı ninem oğlunun başında oturmuş ona sıcak tarhana çorbası içirmek için ısrar ediyor,bir taraftan da dualar ediyordu.Elektrik olmadığı için soğuk bir şey bulmak neredeyse imkansızdı. Hava kararmış oluğundan titrek gaz lambasının ışığında ninemin silüeti yaşlı bir hayaleti andırırcasına odanın içinde koşturup duruyor,oğlununacısını dindirmek için her çareyi deniyor,fakat o ısrarla “keşke bir parça kar olsa da yesem”diye inleyerek sayıklayıp duruyordu.Haziran sonları olmasına rağmen köyde kar vardı,ama önümüzdeki dağların zirvesinde.Ağabeylerim  yatılı okulda olduğu için karı getirmek imkansız gibiydi.
     Babamın bu isteğine dayanamazdım.Kararımı verdim gecenin bu saati de olsa gidip ona çok istediği o karı alıp gelecektim.Sessizce evden çıktım.Çıkarken şu anda da evimin duvarında takılı bulunan babamın Adiğe kamasını alıp belime taktım,bakır bir tabağı elime diğer elime de düğünlerde kullanığımız mantar tabancasını alıp haznesine bir mantar taktım. Gizlice evden ayrılıp ormana doğru yola koyuldum.İçimden bir çok hayal ve korku geçiyor,gördüğüm bir kütük bir çalı parçası, hep adını duyduğum canavarlara benziyor ve beni korkutuyordu.Ama bazen bağırarak bazen de sessizce yanlarından geçerek onlardan kurtuluyordum.Sonuçta karların olduğu yere ulaştım,elimdeki bakır tabağın içini iyice karla doldurdum.Sonra içime doğan büyük bir cesaret ve özgüvenle hızla eve döndüm.
      Babamın hasta oluğunu duyan  komşular da eve gelmiş ve ev kalabalıklaşmış,o ortamda da benim yokluğum hiç fark edilmemişti bile.Ninem benim elimde karla dolu tabağı görünce çok şaşırdı,bunu babama vermesini söyleyince de çok sevindi,ama bir taraftan da  yalnız oralara gittiğim için bana kızdı.Babam da benim öyle sessizce gidip kar getirmeme hem şaşırmış hem de memnun olmuştu.Bu hareketimin oradakilerin de takdirini kazanması beni çok mutlu etmişti,nitekim bu olay babamın yeri geldikçe anlatıp beni onore edeceği ilk olay olarak hatırımda kalacaktı. 
      Aradan yıllar geçti çok acılar çekildi.Önce amcamı kaybettik,o zaman da çok küçüktüm,babamın evde olmayıp,annemin gelen bir haber üzerine saatlerce ağlamasından zannettim ki babam ölmüş,ben de saatlerce ağladım.Onun cenazesine beklerken öğrendim ki ölen amcamdı.Bir tarafım kopmuş gibiydi.Amcam, baba yarısı idi.
      Köydeki hayat ne güzeldi.Babam sıkça evden uzak kalıyor köyün diğer erkekleri gibi, ağaç kömür vb.işlerle(!) uğraşıyordu.Onların dönüşü ve yaşadıkları olaylar bazen hüzünlü bazen neşeliydi. Ama genelde dinleyen bizlerde hayranlık duyguları uyandırarak, uzun kış gecelerinin ana sohbet konularını oluşturuyordu.Birde genelde dönüşleri gece geç vakte geldirdi.Sabah uyandığımızda atların sesi geliyorsa bakacağımız ilk yer arabada duran heybe olurdu.Heybede mutlaka  bize göre bir şeyler olurdu.Bazan bir oyuncak,bazen de elma,portakal gibi yiyecekler.Khabzeye çok uymasa da babam gece geldiği zamanlar uyurken çocuklarını kollarına alırdı.Bazan sert kollardan oluşan yastıklar rahatsız etse de ne güzel uykulardı…
    O babasını hiç hatırlamazdı,henüz üç yaşındayken dedem vefat etmişti.Onu büyüten ve aile tarihimizde en önemli yeri tutan babamın halası Misas’dı.Son anına kadar ondan diğer amcalarım halalarım ve yengelerim gibi babam da sıkça  bahsetti.Onun her duruma uygun   Adiğece bir atasözü ve mantıklı bir yaklaşımı vardı.
    Köydeki güzel günler on yaşıma kadar devem etti.Sonra kente göç ve hayat mücadelesinin tam ortasına atıldık.Birçok köylümüz de bizim gibi kente göç etmiş ve yeni düzene uymaya çalışıyor ve o asla önem vermedikleri para için, onurlarını ve Adiğeliklerini koruyarak mücadele ediyorlardı.Babam da bu dönemde epey zorluk çekti.Maddi epey kaybı oldu,kazandı da ama hayat ve mücadele çok zordu.Buna rağmen hep dimdik ayakta , morali ve umudu yüksekti.Çocuklarını okutmuş iş güç sahibi etmiş,ev sahibi olmuş, torunlarını görmüştü,mutluydu.Çevresinde sevip sayılan biriydi.Onun ses tonu bile insana müthiş bir güven verirdi.Ama geçen yıllarda kader annesini, iki kız iki erkek kardeşini ve eşini bu dünyadan almıştı,yıllar  ve günler hızla ilerliyordu.
     2003    Yılında, 1976 yılında köyde terk ettiğimiz evimizi biraz tamir ettirmiş doğduğumuz büyüdüğümüz evi, yeniden şenlendirmeye başlamıştık.Bahçemize de biraz fidan ekmiştik.Babam yazları köyde kalıyor fidanlarla ilgileniyordu.Biz de bunu fırsat bilerek sıkça köye geliyor o çocukluğumuzdaki nostaljiyi yaşıyorduk.Köy demek bizler için her şey demekti.Bahar kokusu,erik toplamalar,av,sonbaharda koru kesimini yeniden yaşamak, kış günlerinde bile toplanıp arkadaşlarımızla soba başında yaptığımız sohbetler ne güzel. 
     2006 yılında ise ben hastaydım hem de ağır hasta.Hatalığın bazı güzel tarafları da olmuştu.Yıllardır doya doya kalmaya hasret kaldığım köyümde uzunca süre kalma fırsatı bunlardan biriydi.Doktor daha ağır bir kemoterapiye başlayacağı için bir süre tedaviye ara vermişti.Köyümün havası bana iyi geliyor,dernekleşme,yeni evlerin yapılacağı eski güzel günlere dönebileceğimiz düşüncesi beni tedavi ediyordu.Babam artık yanımda hem sohbet arkadaşım,hem bakıcım hem de aşçım olmuştu.Günler güzel geçiyordu.Köylülerimizle yaptığımız akşam sohbetlerine doyum olmuyordu.Bir taraftan camide de tamirat yaptırıyorduk.Muhtar Nevzat ile sıkça görüşüyor,dertleşiyorduk.Caminin yanına gasilhane ve musalla taşı yapılıyordu.Acaba burada ilk kim yatacak ,yıkanacaktı.Üç hasta vardık.Ben,Pisnethuç İzzet Amca ve Şevoj Şaban Amca.
     Kader bu son derece değerli, her biri ayrı tarih olan  iki amcamızı aramızdan aldı, ikİ koca çınarımız devrildi.Bu çınarların devrilmesi çok acı oldu ama Azrail tepemizdeydi.Sırada Hune Recep Amca varmış,onu da kaybettik.
      2009 yılı ise bizim ailemiz açısından çok daha sarsıcı başlamıştı.Mart ayında çok değerli aile büyüğümüz Şeveşupkhu  Mükerrem  yengemizi kaybettik.O Misas Halanın yaşayan haliydi.Örf ve adetleri uygulamakta kararlığı yanında insan sevgisi,Ağlarca sevgisi ile mükemmel bir insandı.Derken Şhagumde Mahmut Amcayı kaybetmek beklenmeyen anda bizleri özellikle de babamı çok sarsmıştı.O Eskişehirdeki Adiğelerin çok saydığı özü sözü bir bir Adiğe thametesiydi. Babam bütün bu kayıplardan çok etkileniyordu.Çok da üzülüyordu.Bu durumlara katlanmak için kendini çalışmaya ve ibadete vermişti.Çok çalışıyordu.Ben ve kardeşim fırsat buldukça hemen köye koşuyor sıkça onla vakit geçiriyorduk.Onula vakit geçirmek beraber bir şeyler yapmak,çalışmak,yemek yemek çok zevkliydi.Bizimle gelmesi için ısrarlarımıza rağmen  o yalnız kalmayı tercih ediyordu.Onun mutlu, sağlı hali de şimdilik böyle devam etmesine razı olmamıza neden oluyordu.Derken o kader babamı da 6 Kasım günü yakaladı.Büyüklerinin yanına “öldüğümüzde arayı fazla açmayalım,beraber ölelim”diye şakalaştığı komşusu Mahmut Amcanın yanına gitti.Onla beraber sanki aile ve köyümüzün tarihinde bir devir kapandı.Hem de çok özleyceğimiz bir devir.O devir ki içinde hem Kafkasya vardı hem de Anadolu,hem Ağlarca hem Eskişehir,hem varlık hem yosulluk,insanlık vardı,adamlık vardı.Adam gibi yaşayıp adam gibi ölmek vardı.Ben hem babamı hem de hepsini çok özleyeceğim, eminim sizlerde.
     Bu yazıyı neden yazdım.İroni yapmak yada kimseyi üzmek için değil.Cevher kardeşim bir yazı yazmıştı,ondan esinlendim.Yazılacak o kadar çok şey var ki…Büyüklerimizi yalnız bırakmayalım,onlarla çokça vakit geçirelim,ne zaman ne olacağı hiç belli olmuyor.Onların aslında bize pek de ihtiyaçları yok ,asıl bizim onlara çok, hem de çok ihtiyacımız var.Allah rahmet eylesin mekanları cennet oldun.

              01 Aralık 2009  ŞEWO’Ş Şuayip

 

 
################ Cocuk gozuyle (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################

      

              
ÇOCUK GÖZÜYLE 

         Yemyeşil dağların ardında rüya gibi, kartpostal gibi bir köy… Kışın başka güzel yazın başka.

        Ağlarca için yola çıktık mı bir heyecan kaplardı çocuk kalbimi. Yol bitmezdi, öğrenmiştim sırasıyla hangi köyleri geçeceğimizi. Köye yaklaştıkça yeşile yaklaşırdık,missss gibi temiz havaya, ormana.Kıvrımlı,virajlı yollar ve köyü gördüğümüz ilk an.Dağların arasından gülümserdi bize…Heyecan daha da artardı.Son virajı da dönünce köy karşımızdaydı artık.

       Eskiden tahta büyük bir kapı olurdu köyün her iki girişinde de. O kapıyı açmak için yarışırdık kardeşimle. Hızlı olan açardı tahta kapıyı.

       Anneannemi kaybetmeden önce mezarlıktan geçtiğimizi fark etmezdik bile. Kardeşimi ve beni YAVRUMUN YAVRUSU diye seven anneannemin ölümünden sonra hep Fatiha okuyarak geçtik anneanneme ve yanındakilere…

  O zamanlar köye pek sık araba gelmezdi. Araba geldiği zaman onu gören ve sesini duyan herkes köy ortasına inerdi. Gelen kim diye. Eve daha girmeden karşılanırdık sevgiyle.

        Neziha teyze koşar gelirdi bizi görünce. Kardeşimi çok severdi, kardeşimde onu. İsmail arabadan inince Neziha teyzeye, Neziha teyzede kardeşime koşar sarılırlardı.

       Dedem anneannem ve teyzem çok sevinirlerdi. Anneannem nur içinde yatsın bizi öper, sever, koklardı. Ne güzel ne lezzetli gözlemeler yapardı. Şimdi o kadar lezzetli değil yediğim hiçbir gözleme.

       Dedem YAHYAKO; önceleri anlamını bilmezdim neden Yahya, KO ne demekti. Dedemin adı ramazandı. Ben ona Ramazan dede diye hitap ederdim. Sonra öğrendim KO oğlu demekti. Yani Yahya’nın oğlu. Köydeki herkes severdi, sayardı, birazda çekinirlerdi dedemden. Çocuklar bile Yahyako emmi geliyor diye kaçarlardı… O zaman üzülürdüm. Dedemden neden korkuyor çocuklar diye. Sonra anladım ki dedem kızarmış onlara camii duvarında yakalayınca çocukları, onların düşmesinden korkardı… Çocuklara kızar, söylene söylene gelirdi. Düşüp bir yerlerini kıracak şıdıler …

        Ağlarca da sabahlar başka bir güzel olurdu. Ne kadar geç yatsak da, yorgunda olsak erkenden uyanır ve hemen dışarı çıkardık. O mis gibi odun kokusu, sabah güneşi, temiz hava… Kışın dağların üzerindeki sisin o yavaş yavaş kalkmasıyla altından görünen yemyeşil dağlar.

       Teyzem ve anneannem bize ne yapacaklarını şaşırırlardı. Annemler iki kardeşlerdi. Onlar için biz, bizim için de onlar çok değerliydiler. Anneannemin topraktan bir ocağı vardı. O hiç sönmezdi. Her şeyi onun üzerinde yapardı. Ocağın iki yanında boşluk vardı. Birine ben birine kardeşim yatardık altımıza minderler dizip. Ocak da yandığı zaman ayaklarımızı bacaya koyardık. Sıcaklık içimizi ısıtır, uykumuz gelirdi. Bir başkaydı o zamanlar... Odanın her iki tarafında topraktan alçak sedirler vardı. Üzerlerinde minderler, tahtadan büyük bir raf, birde kocaman tahtadan bir kutu. Sonradan anladım ne işe yaradığını içine erzak konulurmuş.

        Neredeyse köydeki herkes gelirdi bize hoş geldine. Yaşlılar tuttururlardı tatlı bir sohbet, kadınlar ayrı, gençler ayrı… Bir ara bize takılırlardı Karaçeymisin Çerkezmisin diye. Bazen dozu kaçardı işin pooj muhabbetine dönünce. Pooj eski şapkalı demekmiş. Karaçaylılar ve Çerkezler arasında hep bir sürtüşme olmuş, halada olmakta sanırım… Üzücü bir durum aslında. Çünkü evlilikler de çok. Karaçay gelinler, damatlar…

       Yaz akşamları köyün ortasında toplanırdı bütün çocuklar. Çocuklar iki gruba bölünür saklambaç oynarlardı. Bir grup saklanır diğer grup onları arardı. Bütün köy saklanma mekânıydı. Tabiî ki saklananları bulmakta baya zor olurdu. Arayan grup bulamazsa SES VER diye bağırırdı saklananlara. Saklananlar ses vermek zorundaydı. Yıldızlı yaz gecelerinde saatlerce oynardık.

        Yaz tatillerinde de giderdim Ağlarca’ya. 15–20 gün kaldığım olurdu. Çok istememe rağmen Çerkezceyi pek öğrenemedim. Çünkü köyde kimse Çerkezce konuşmuyordu. Ancak çok yaşlılar ya da özel bir şey söyleyecekleri zaman konuşurlardı Çerkezce. Dolayısıyla Çerkezce olarak bidiğim kelime sayısı azdır.

        Köy o zaman kalabalıktı. Şimdi ise insanın içi acıyor. Çoğu ev kapanmış, çoğunda bir ya da iki kişi var sadece.

       Geçen yaz köydeki çalışmalara çok sevindim. Camiye bakım yapılmış, abdesthane eklenmiş, dernek binası, okul, lojman onarılmış, kooperatif kurulmuş, arsalar satılmış… Sevindim.

        Bende Ağlarca’yı hiç unutmadım. Çok seviyorum, çocuklarımı da götürüyorum. Onlarda çok sevdiler Ağlarca’yı.

        Ağlarcayla gönül bağı olan herkesin tek bir oda dahi olsa orada bir evi olmalı. Ve köyünü her fırsatta ziyaret etmeli. Hafta sonları şehirde piknik yeri aramadan köyüne, toprağına, insanına gitmeli. Sadece düğünlerde. Bayramlarda ya da cenazelerde değil, yüreği ne zaman isterse.

       Dedem en son onu gördüğümde bana Arada bir gelip bu ışığı yak kızım, bu ışık sönmesin, bu kapı kapanmasın demişti.

       Sana söz veriyorum Koca Çerkez o ışığı ömrüm oldukça söndürmeyeceğim, kapını kapatmayacağım…

Cevher ATEŞ

  

 

################ Kaybedilenler (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################



      KAYBEDİLEN AKRABALIKLAR

      Şubat ayının sonlarına doğruydu. Kış zahmeride yapamadığını şimdi yapıyordu. İki gün yağan kar dizi geçmişti. Evlerin damlarndan kürenen karlarla saçaklardan sarkan karlar birleşmiş dünyada hiçbir mimarın düşünemeyeceği şahane dış cephe kaplama örnekleri oluşturmuştu.

      O akşam çok sık gittiğim Şewoş Battal Amcalara gitmiştim. Rahmetli nazike teyze beni kapıda karşılayarak:

      Keblağ, keblağ siçal ( Buyur, buyur oğlum ) diyerek karşılamıştı. Biz Battal Amca ile hal hatır sorma faslındayken çaydanlığı kuzinenin üstüne, ekmek pidesini de gözüne koymuştu bile. Ben biliyordum ki bunların yanına, evin balkonunda tavana monte edilmiş sütlükteki sütten alacağı kaymağı ilave ederek güzel bir sofra hazırlayacaktı.

 

      Battal amca görmüş eski bir karakol çavuşuydu. Seneler geçtikçe çocuklarından yanlarında kimse kalmamış, hepsi ekmek parası peşinde dağılmış gitmişler, karı koca iki katlı kocaman evde yapayalnız kalmışlardı.

Bu nedenle bazı akşamlar çocuklarla beraber bazı akşamlarda yalnız başıma yaptığım ziyaretler onları sevindiriyordu.

      Biz biraz kıştan biraz havalardan konuştuktan sonra tam memleket meselelerini çözmeye başlamıştık ki kapı çalındı ve gel dememize fırsat vermeden açıldı. Açılan kapıdan da 5. sınıf öğrencilerinden Ömer girdi.

      Ömer, kapının yanında ki boşlukta önce ayaklarını yere vurarak sonrada üstünü başını silkeleyerek karlardan temizlendi sonrada hiç acele etmeden:

      --Öğretmenim Netağho Sefer gile Yenice köyünden misafir delikanlılar geldi, Hamit abimde beni sana gönderdi haber vereyim diye. Sözünü bitirdiğinde büyük bir iş becermiş insanların tavrı ile beklemeye başladı, bir taraftan da Nazike Teyzenin yeni kurduğu sofraya bakıyordu. Nazike Teyze sıcacık pideden bir parça kopardı arasına bolca kaymak koyarak çocuğun eline verdi onu kolundan tutup toprak dolgulama yoluyla yapılan sedirin kenarına oturttu.

       Biz bu mevsimde bu havada Yeniceden değil komşu köyden bile gelinemeyeceğimize inandığımız için birisinin şaka yaptığını düşünerek sofraya oturduk yemeğimizi yemeye başladık. Psinetğuçlardan Rıfat ile Çıçkanlardan Nurettin 74-1 tertip olarak askere gideceklerinden onlara her gece eğlence tertipliyorduk, garanti onların işidir diye düşünüyordum.

       Bu arada Ömer ekmeğini bitirmiş gitmek için davranmıştı. Merakımı yenemedim sordum:

      --Oğlum sen gelenleri gördün mü kimlermiş tanıdın mı?

      Çocuk hiç istifini bozmadan

      -- Gördüm öğretmenim ama tanıyamadım biri Ali ghe’nin oğlumuymuş neymiş. Dedi ve çıktı gitti.

      Çocuk çıkmıştı ama biz öylesine bir şaşkınlık içindeydik ki bir süre süren sesliğin ardından Battal Amca sessizce;

      -- Ali Geh’in oğluysa gelmiştir dedi.

      Yine böyle bir kış günüydü, tesadüfe bakın ki yine aynı evde aynı kişiler oturuyorduk Kapı çalınmadan sonuna kadar açılmış 2 m yi geçen boyu ile Ali geh girmişti üstü başı kar içindeydi bir karışı geçen bıyıklarından da buz parçaları sarkıyordu ayakları dibinde duran köpeğinin de ağzının etrafı buz tutmuş soludukça da buz çakıldakları büyümüştü. Ali Geh tüfeğini kapının ardına dayadıktan sonra

      -- Mi şhapsığağheme yaşha bsiğodet amirmeme moşte mezişham redısiniğha…..

      Battal Amca’da bir taraftan misafirinin kürkünü çıkarmasına yardım ederken bir taraftan da,

      -- Abzağeme yaşhağher terezime meştowo mafem ğogu tahane, diyerek gelen taşlamanın cevabını vermeye çalışıyordu.

O günler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti, işte Ömer’in geldiğini söylediği delikanlılardan birisi bu adamın oğluydu.

      Bende fazla oyalanmadan misafirlerin geldiği Netağholara gitmek üzere evden ayrıldım.

           

       Netağholerin evine vardığımda kızlı erkekli bütün gençlerin toplandıklarını gördüm. Misafirlerden Aliko Halıis enine boyuna yapılı bir çocuktu Yahya ise inadına zayıf ve uzun boyluydu.

       Gençleri birkaç gün ağırlatıktan sonra Başara köyüne götürdüm. Öyle bir yolculuğumuz vardı ki bu günkü teknik imkanlarımız olup kameraya alabilseydik izleme rekorları kıracak filmlerin hazırlanabileceği gibi, görüntüleri de günlerce haber programlarından inmezdi. Hafif erimeye yüz tutmuş kara batan ayaklarımızı kardan çıkarmaya bir hayli uğraşıyorduk. Ağlarca Başara arası yolun tam ortasındaki Han ilçesine ulaşıp ısınmak için bir kahveye girdiğimizde iki arkadaşımızın ayakkabılarının birer tekinin olmadığını gördük. Soğuğun uyuşturduğu ayaklardan ayakkabının çıkarak karın içinde kaldığını fark etmemişlerdi bile.

       Eğlenceli geçen başara ziyaretinden sonra onları Yazılıkaya köyüne de götürdüm. Allah rahmet eylesin Sarı bey’in oğlu Nazım bizi bırakmadı hem bizi hem de misafirlerimizi iki gün ağırladı ve bu süre içinde unutamayacağımız bir düğün ve eğlence ortamı sundu.

       Nihayet gün geldi bizim askerleri de alarak hepsini birden uğurlamak üzere kazaya indik. Kazaya varır varmaz Halis bana dedi ki:

      -- Ağabey burada benim iki teyzem varmış imkanı varsa uğramak isterdim. Dedi. Hiç umursamadan ‘’kimmiş senin teyzelerin’’ diye sordum.

      -- Halis biraz sıkılarak ben hiç görmedim amma annem mutlaka uğra dedi. Birisi Zelha, diğeri de Dane teyzemmiş dedi.

      Bu laf üzerine o kadar şaşırmıştım ki birkaç dakika bir şey diyemedim, kendime geldikten sonra Halis’e dönerek:

      -- Sen ne dediğini biliyor musun o dediklerinin biri benim annem biride teyzem, dedim.

      Halis sıkılganlığı biraz daha artarak;

      -- Vallahi sani aşte yioğ, diye fısıldadı.

      Eve varasıya kadar hiç birşey demedim. O sıralar Kilise Köyünde ki eniştem öldüğünden beri annemin yanında kalan Nazire Ablama Halis’i göstererek:

       --Abla bunu bir dinler misin anneme de Dane teyzeme de teyze diyor diyerek olayları kısaca özetledim.

       Ablam halisi şöyle bir süzdükten sonra:

       --Ğheti virşaw diye sordu.

       Halis biraz şaşkın vaziyette,

       --Yeniceli Ali’nin oğluyum babama uzun Ali de derler, der demez ablam Halis’e sıkı sıkı sarıldı, bu durum epey sürdü ablam gözlerindeki yaşla durup durup Halis’e sarılıyordu.

       Ablam bizi oturttu ve uzun uzun anlattı bizler teyze çocuklarıymışız. Annem bizim köye Halis’in ninesi de Yeniceye gelin gitmişler. O zamanlar sık sık görüşen teyze çocukları, hatta Sarıcaova da Dayılarının yanında büyümüşler diyebileceğimiz bu çocuklar bir aile gibi olmuşlardı. Zamanla onlar İzmir’e Biz çiftelere taşındıktan sonra bağlar kopmuş aileler birbirini unutmuşlardı.

      Ama kader yurdun iki ayrı şehrinde yaşayan iki gencin askerlik öncesi köylerini ziyareti ve büyüklerin yönlendirmesi ile bu ziyaretlerin geniş tutulması sonucunda bu tanışma olayı olmuştu.

      -- askerleri bir gece misafir ettikten ve ertesi gün gidilecek yerlere de ayaküstü uğradıktan sonra Askerlik şubesine giderek askerleri teslim ettim.

      Olaylar bundan sonra daha ilginç gelişti Çıçkanlardan Nurettin Kütahya’ya Ablamın oğlu Rıfat la Haliste Isparta’ya gittiler, Aynı bölük ve aynı takımda acemiliklerini yaptılar ve birlikte Kıbrıs’a gönderildiler. Orada da ayrılmadılar biri makineli tüfekçi biri de yardımcısı oldu. Birlikte birbirlerine güvenmekten kaynaklanan güçle iyi bir tim oluşturdular,   Beşparmak dağlarında ki mağaraların temizlenmesinde büyük yararlılıklar gösterdiler.

       Eğer böyle bir tesadüf olmasaydı iki teyze oğlu askerliklerini birbirlerini tanımadan tamamlayacaklardı.

       Çocukların askerliği bittikten sonra uzun yıllar gene görüşemedik ama Halis’i Balıkesir Susurluk dolaylarında ki yağlı güreşlerde kısbetinin bel kısmına yazdırdığı Çerkesoğlu yazısıyla ayırt ederek gururla takip ettik.

35 yıl sonra 1911 yılındaki Ağlarca Köy’ü şenliklerine çıktı geldi. Susurluk dolaylarından bir adige kızı ile evlenmiş getirdi tanıştırdı gelinimizin çatır çatır adigece konuşması xabzeyi titizlikle uygulaması beni sevindirdi.    Bende gıyabında tanıdıkları Halis Ağabeylerini çocuklara tanıttım.   Telefonlar, adresler alındı. Belki bu telefonlar adresler kullanılacak belki bir yerlerde unutulup kalınacak. Bu hikaye gibilerle çok karşılaştım birbirini tanımayan dayı yeğenler gördüm, birbirinden habersiz kaşen olan gençlere rastladım. Ne olur akrabalarımızı unutmayalım senede bir kerede olsa onları hatırlayalım ve kendimizi hatırlatalım.

  

 

################ Koyde kis aylari (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################

 
KÖYDE KIŞ AYLARI
 

     Köyde kasım ayında kasım tavı ile ekilecek ekinler ekilip, koru kesildikten sonra kış hazırlıklarına başlanırdı.
     Öncelikle hayvanların ihtiyaçları tamamlanırdı. Samanlıklarda eksik varsa komşu köylerden saman alınır, dağların belirli yerlerinde de yağlı meşe yaprakları istif edilirdi.
       O zamanlar soba kullanılmadığından ocaklarda yakılmak üzere çam ve meşelerden oluşan ocaklık odunlar hazırlanır kuruluklara istif edilirdi.
      Aralığın 2. haftasında da kar yağışı başlardı. Aralıklarla yağan kar köy içinde kısa sürede 1 M yüksekliğe ulaşırdı. Her kar yağışında evlerin düz damlarından kürenen karlar evlerin boyuna ulaştığında biz çocuklar bayram yapardık. Bu üst üste yığılıp sertleşen karların içinde tüneller açmak, mağaralar oymak en zevkli oyunlarımızdı.
      Büyükler her kar yağışının sonunda ellerinde kürekler çeşmelere, komşulara, okula, camiye yollar açarlardı. Bu yollar köşe başlarında birleştikten sonra daha da genişlerlerdi. Buraları kullanmadan köy içinde bir yerden bir yere gidilmezdi.
       İlk karın düşmesi ile beraber yazın koşulan at arabaları falakaları çıkarılarak haşbak dediğimiz korunaklara çekilir, onların yerine köylülerin kendilerinin yaptıkları kızaklar hazırlanırlardı. Dört-beş ay süresinde bütün işler bu kızaklarla yapılırdı. Dağdan odun ve yapraklar onlarla çekilir, kazaya ve komşu köylere onlarla gidilirdi. Bu kızaklar bu gün bile kuyrukları bağlanmış koşumları süslenmiş atların halleriyle bazen gözümün önüne gelirler.
      Ama en unutulmayacak zamanlar Şubat tatilinin sonu olurdu. Tatil bitip de okullar açılacağı zaman, şehir ve kasabada okuyan öğrencileri götürmek üzere 4–5 kızak hazırlanırdı.
      Bu kızaklar kazaya kadar hiç yol aramadan yarışarak dağınık bir düzende giderlerdi. Böyle bir manzarayı bu güne kadar, daha bir filmin sahnesinde bile gördüğümü hatırlamıyorum. Bu günkü imkânlar olsaydı da bir resim karesi veya bir video çekimi alabilseydim diye hayıflanırım bazen.
       Biz çocuklar kardan adam yapmayı bilmezdik yalnız kar kümeleri ile oluşturduğumuz siperlerin arkasından birbirimizi kartopuna tuttuğumuz bazen de saldırıya geçerek karşı siperleri ele geçirmeye çalıştığımız bir çeşit savaş oyunu oynardık. Evlerin dambaşılarından kürenerek küçük bir tepe oluşturan karların tepesinden aşağıya yol açar buralardan kayardık. Akşam olunca da buralara su döker donmasını sağlardık. Gecenin ayazını yiyen bu kayak yerleri cam gibi buz olurdu.
        Bunların dışında her çocuğun mutlaka bir kızağı olurdu. Kimisi babasına, abisine yaptır kimisi de kendisi yapardı. Kızakları o dondurucu soğukta okul bağı gibi yerlerde ta tepelere çıkarır oralardan kayardık. Akşam eve geldiğimizde ıslandıktan sonra donarak boru gibi sertleşen pantolonlarımızı çıkarmaya epey uğraşırdık.
       Kış gecelerimizin en eğlenceli kısımları ise ferfenelerdi. Herkes evinden yağ, şeker gibi malzemeleri getirir, kendisinden rica ettiğimiz bir büyüğümüzde bize bunlardan kara helva yapardı. Bir taraftan da kavurgalar kavrulurdu. 
       Gençler ise geceleri toplantılar yapar bazen de bu toplantıları düğüne çevirirlerdi. Bizi bu toplantılara küçüksünüz diye almazlardı. Bizde toplantı yapılan evin önündeki ayakkabıları su ile doldururduk hemen donan bu sular ayakkabı sahiplerine zor anlar yaşatırlardı.
       Bu gün bu yazdıklarımı kıyısından bucağından yaşamamış veya başka birilerinden dinlememiş olanlar inanmayabilirler. Bu aynı zamanda küresel ısınma diye kendilerini parçalayan bilim adamlarının ne kadar haklı olduğunu da gösterir. Elli yıl önce böylesine kışlar oluyorduysa bu gün doğru dürüst bir kar yağışı göremiyorsak bir elli yıl sonra nasıl olur düşünmek bile istemiyorum.
 28.03.2009     Eskişehir   Orhan OCAK


################ Harman zamani (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################
 
HARMAN ZAMANI
      Her nedense anılarımın arasında en önemli yeri harman zamnı yaşananlar alır. Köyde hasat zamanı günün dönümü ile birlikte otların biçilmesi ile başlardı. Önce kıraç alanlarda ki otlar daha sonra da çayırlar biçilir ve bir kaç gün kurumaya bırakılırdı. Eğer bu arada yağmur yağarsa, hava açtıktan sonra dirgenlerle çevrilir kurumaları sağlanırdı. Otlar arabalarla harman yerine taşınır burada döğenlerle saman haline getirilerek samanlıklara aktarılırdı. Harmanın enzor işide bu ot samanı ile uğraşmak olurdu. O nedenle herkes ot işini bir an önce bitirmeye bakardı.
        Otlar bittikten sonra arpalara ve buğdaylara sıra gelirdi. Bu iş sırasında belki de dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen HAFİ denen bir yardımlaşma sistemi uygulanırdı. Ekilmişi çok olan veya ekini olgunlaşıp hasatının gecikmesin de sakınca olanlar komşularını HAFİYE çağırırdı. Kendisine yardım edilenler yardım edenlerin ihtiyacı olduğunda yardıma gelinen gün kadar yardıma giderlerdi.
         Bir gün önceden tırpanlar çekiçlenir, ananatlar (ağaç dirgen) tamir edilir tırmıkların eksik dişleri takılırdı. Akşamdan da hafiye geleceklere haber verilmiş olunurdu.Sabahleyin at arabalarıyla tarlaya gitmek üzere çıkılırdı. Kızlı erkekli bu kafileler köyün içinden geçerken en çok tırpanlarının bıçaklarını havaya kaldırmış, saplarını da araba sandığına dayamış vaziyette tutan tırpancılara özenirdim.Tarlaya varıldığında en verimli zaman olan sabah saatlerini değerlendirmek için hızla işe başlanırdı. Önce tırpancılar tarlaya girer aralarında 3–4 m aralık bırakarak biçmeye başlarlardı. Her tırpancı 2–3 m genişliğinde biçerek giderdi. Tırpanın her sallanışında, tırpanın kalitesine, tırpancının ustalığına göre değişen ssssssııııt diye bir ses çıkardı. Her sesten sonra biçilen ekinler yere yatar tırpanın arkasından toplanarak ferkleri oluştururlardı.
          Tırpancılardan sonra ananatçılar girerdi tarlaya, tırpanlarla biçilip ferk haline gelen sapları toplarlar birkaç ananat ağzını üst üste koyduktan sonra, ananatı yukarıdan aşağıya saplayarak başlarının üstüne kaldırır destelerin oluşacağı yere taşırlardı. En son olarakta tırmıkçılar girerdi tarlaya, onlarda tarlada kalan sapları tırmıklayarak ilerlerlerdi. Bazen tırmıkçılar ananatçıları, ananatçılar da tırmıkçıları sıkıştırırdı. Bazen de tersi olurdu tırpancılar usta ve hızlı çıkarlar biçme işini ötekilerden bir hayli önce bitirirlerdi. O zaman da serin bir ağacın gölgesinde ayranlarını içerlerken arkadaşlarına takılırlardı. Ananatçılar delikanlılardan tırmıkçılarda kızlardan oluşurdu. Bu nedenle bu iki gurubun arasında devamlı birbirine takılmalar olurdu. Bazen de kaşen olanlar olurdu aralarında, onlar hiç yorulmazlar akşamın olmasınıda istemezlerdi.    Çocuklar da, gözeneklerinden çok hafif su sızdırdıklarından dış yüzleri ıslak olan, bu nedenle de içlerindeki suyu hep soğuk tutan toprak testilerle su dağıtırlardı.En zevkli an ise öğlen üzeri verilen yemek molasıydı. Bulgur pilavı, süzme yoğurttan yapılarak tulukta bekletilmiş ayran ve karpuzdan oluşan öğle yemeği benim için dünyanın en zengin sofrası ile değişilmezdi. Bazen aklıma geldiğinde tereyağlı bulgur pilavının kokusunu resmen duyarım. Ekinler biçilip desteler haline getirildikten sonra sıra harman yerine taşımaya gelirdi.Arabaların üstüne konan delice veya kanatlarla destelere yanaşılır saplar arabalara yüklenirdi. Yükleme iş ide ustalık isteyen bir işti. Eğer iyi yüklenmezse hem yeterince yüklenemez hemde yolda sapların kayarak dökülmesine neden olurdu. Bu da arabayı yükleyenler için hiçte iyi olmazdı.Sapların tamamı harman yerlerine taşındıktan sonra 1–2 gün dinlenilir ve hemen döven işine geçilirdi. Saplar daireler biçiminde yayılır, at veya öküzlerle çiğnenerek harman haline getirilirdi. Arkasındanda altında sıra sıra çakmak taşlarının(döven taşı) bulunduğu, dövenlerle harman işine başlanırdı. Dövenleri ya atlar yâda öküzler çekerdi.Öküzle harman sürmeyi hiç sevmezdik: çünkü öküzün harman yerine pislemesine izin verilmezdi. Öküz kuyruğunu kaldırır kaldırmaz hazırda olan teneke bir kabı hemen altına tutarlardı. Atlarda ise bu sorun yoktu onlara her şey serbestti. 2–3 gün süren bu işlemin sonunda saplar saman halini alır başaklarda ezilerek denelerini dökerlerdi. Sonuçta saman ve denenin karışık olarak olduğu bir yığın oluşurdu. Bu yığınlar o günlerde esecek rüzgâr tahmin edilerek, esintiye göre ince uzun, tınaz denen öbekler halinde toplanırdı. Rüzgâr esmeye başladığında hemen yabalarla tınazın başında yer alınır savurma işine başlanırdı. Rüzgâr gece cıkmışsa lüks ışıkları ile etraf aydınlatılırdı. Harman savurma çok ustalık isteyen bir işti. Saman ve dene karışımını rüzgârın geldiği yöne doğru hafifçe meğil vererek dağıtarak savurmak gerekirdi. Bu işlem sırasında samanlar yel tarafından 5–10 m uzağa götürülürken deneler oldukları yerlere düşerlerdi. Samanla denenin ayrılması bittikten sonra, deneler kalburlarla elenir çuvallanırdı. Bu safha çocukların en çok sevdiği zamandı. Çünkü deneler meydana çıktığında arpa olsun buğday olsun çocuklara anneleri veya yengeleri tarafından biraz pay ayrılarak verilirdi. Çocuklarda bunu hemen bakkala götürürler istedikleri şeyleri bolca alırlardı. En çok aldıkları şeylerse kahverengi sütlü şeker, lokum ve püsküvit olurdu.Buğdaylar daha harman yerinde tohumluk, bulgurluk, unluk olarak ayrılırdı. Geriye kalanda evlerin önündeki ağaçtan yapılmış ambarlara doldurulurdu.  Un için ayrılanları erkekler değirmene götürdüğünde, kadınlarda bulgurluk ve göcelikleri çeşmelerin ahırlarında yıkar ve kaynatırlardı. Kaynamış buğdayları da ekseri evlerin düz dambaşılarına serdikleri kilimlerin üzerinde kuruturlardı.  Çocuklarda kuşlara karşı bu sergileri beklerlerdi.İşin en zor yanı ise samanı çekmek ve samanlıklara koymak olurdu. 500–600 kg kapasitesi olan saman tahtaları arabalara konur önleri ve arkaları pala ve çullarla kapatılırdı. Bir kişi büyük saman yabası ile sandığa döker bir kişide sandıkta çiğnerdi. Saman yüklü araba samanlığın penceresine veya kapının önüne arka arkaya yanaştırılır, saman yabalarla içeriye ittirilirdi. İçerde de bir kişi olur oda bu samanları samanlığın dibine doğru aktarırlardı. İşte bundan sonra yıkanıp temizlenilir.

          —Yarabbi şükür hamim titekijiğ denirdi.

          -(Allaha çok şükür harmandan kalktık.)
          Zamanla her şey makineleşti bütün bu güzellikler de zorlukları ile birlik te tarihe karıştı.
 
         Orhan OCAK 



################ Ozlem (Bunun alt sayfası: "ANiLAR-ANiLAR") ################
*****ÖZLEM*****
       İnsan bazen geçmişe özlem duyar ya, kaybettiklerine, çocukluğuna, anılarına. Hani yaşlılar gençliklerini nasıl anlatırlar özlemle.
       Bazen bir çiçek kokusu götürür eskilere, bazen de birden bire gelir gözünün önüne hatıralar.
       Ben çok güzel bir çocukluk yaşadım. Kendimi şanslı hissediyorum en azından şimdiki çocuklara göre. Bizim zamanımızda bilgisayar yoktu, sanal oyunlar, sanal dostluklar yoktu. Oyunlar arkadaşlarla oynanırdı. Komşu oturmaları olurdu.
       Komşu köylerden gençler gelirlerdi oturmaya...
       Kışın kar yağdığı zaman hasta oluncaya kadar kartopu oynar, naylon çuvallara doldurduğumuz samanların üzerinde dağın eteğinden aşağılara kadar kayardık. Şimdi karda oynamayı bilgisayara değişir oldu çocuklar. Hasta oluncaya kadar oynardık. Anneannem hasta çorbası yapardı yoğurtlu. Miss gibi nane ve kekik kokardı. Nasıl özlemişim o kokuyu. O lezzeti ve anneannemin o bitimsiz sevgisini.
       Habibe teyze vardı nur içinde yatsın bunlar hiç unutmadığım karakterlerdir Ağlarca da. Bizi habzicikler diye severdi o zaman anlamını bilmezdim tabii)Kınalı örgülü saçları vardı. İki eli göbeğinin üstünde parmaklarını birbirine dolayarak konuşurdu. Hüseyin dede deyince hep define aklıma gelir. Bildiğim kadarıyla hayatı boyunca dağda bir yerlerde define olduğunu söylemiş ve aramış. Nur yüzlü birisiydi.
       Ases nine (dedemin kız kardeşi) başka bir Ases daha vardı sanırım köyde. Ases nine beni çok etkilerdi. Otoriter, kararlı tam bir Osmanlı kadınıydı. Gençliğinde çok güzel olmalıydı diye düşünürdüm hep. Dedeme çok düşkündü. Dedemde ona tabii. Dedem ölmeden önceki hastalık döneminde hep Ases ninenin kapısına gider ona seslenirmiş -Ases nerdesin hadi gel çay içelim diye. Çayı çok severdi Ases nine. Köydeki evinde yalnız yaşardı. Yaz akşamları dedemlerde oturur, çay içer, sohbet ederdi. Aslında pek sohbet de sayılmazdı muhalefeti severdi. Atışacak biri olurdu hep. Karaçaylılara da baya gıcık olurdu)Hep takılırdı bana da Karaçaylar şöyle, Karaçaylar böyle diye. Şalvar giyerdi hep.Çiftelerde kara örtme denir siyah uzun bir başörtüsü olurdu başında.Beyaz tenli,renkli gözlü saçlarındaki aklar bile çok yakışırdı ona.Tatlı sert bir ifade verirdi.Çayını içer bastonuna dayana dayana çıkardı yokuşu.Dedem o evine girip ışığını yakıncaya kadar beklerdi.Onun ışığı sönmeden de yatmazdı.Kardeş sevgisi ne kadar güzel bir şeydi.
       Çok uzun yıllar önce dedemin gençlik yılları köye haber gelmiş-Yahyako kayılılarla kavga ediyor diye. Ases nine karnı burnunda hamile düşmüş Kayı yoluna. Seslenmişler-Ases nereye kendini düşünmüyorsan karnındakini düşün diye.-Çocuk bulunur kardeş bir daha bulunmaz diye devam etmiş yoluna. Şimdi birlikte mutlulardır umarım.
       Yaz tatillerinde gider on, onbeş gün kalırdım Ağlarca da. Çerkezce öğrenme umuduyla giderdim ama onbeş yirmi kelimeyi geçemedi Çerkezcem. Çünkü konuşulmazdı. Ancak özel bir şey konuşacakları zaman konuşulurdu. Karaçayca konuşmayı özler Halime halaya koşardım. Necdet abinin annesine. Boylu poslu nur yüzlü bir kadındı Karaçayca konuşur hasret giderirdik. Kim bilir belki o da kendi diline duyduğu özlemi giderirdi benimle.
       Dilimiz, töremiz, adetlerimiz unutulmamalı değil mi? Hele hele özleyecek kadar.
       Çocuklarımız kim olduklarını, nereli olduklarını, ne olduklarını kültürlerini, dillerini bilerek yetişmeli ki bu güzel kültür hep yaşasın. Esen kalın.      
 
CEVHER ATEŞ    22--07--2008

################ Delikli tas efsanesi (Bunun alt sayfası: "AGLARCA KiSA KiSA") ################

 DELİKLİ TAŞ EFSANESİ

           Köyümüzün kili mevkiinde, köye 700- uzaklıkta bir insanın dizleri ve ellerinin üstünde apalıyarak geçebilecekleri bir deliği olan bir kaya vardı, etrafında onu koruma altına almışcasına yükselen meşe ağaçları vardı. Bu ağaçlara buraya gelip dilek diliyen veya adak adayanlar bez bağlardı.
          Çocukluğumuzda( ==>  
UZUN KiZ

  ) iki tür işlevi vardı bu delikli taşın. Birincisi: Zorda kalanlar o zorluğu atlattıklarında çocukları delikli taşa götüreceğim der adak adarlardı. Dilek gerçekleştiğinde mutlaka bir horoz kesilerek yemek hazırlanır ve delikli taşın 
 yanında çocuklara yedirilirdi. Bu yemeklerin bir özelliği vardı, herkes kaşığını kendi götürürdü. Delikli taşın ikinci işlevinde ise, hastalar, çocuğu olmayanlar gibi dertlerden muzdarip olanlar, gene bir horoz keserek yemek hazırlar, çocukları delikli taşa götürürlerdi. Yalnız bu sefer çocuklar yemek yerken hasta delikli taştan geçirilir başındaki ağaca da bez bağlanırdı.
           Bu gün şifa niyetine ziyaret ediliyormu bilmiyorum ama etrafında ki meşelerin altında bol miktarda mantar ocağı olduğundan mantar zamanı oraya mutlaka uğrarım. Mantar olur olmaz ama ben kayanın bir ucuna oturur dinlenirim. Bu dinlenme sırasında da köye doğru baktığımda başında büyük bir tepsi ile şipsi-pasta taşıyan bir teyzeyi ve onun arkasından bellerinde tahta kaşıklarla koşuşarak gelen çocukları görür gibi olurum. 



 

################ Bogmaca ocagi (Bunun alt sayfası: "AGLARCA KiSA KiSA") ################
Köyümüzde ki psinetğhuç thematelerinden bazıları

BOĞMACA OCAĞI

           Ağlarca Köyü'nde Psinetğuçh sülalesinin erkekleri, boğmaca hastalığının ocağı ( şıfa kaynağı ) olarak bilinirlerdi. Yazın sıcaklarında kışın dondurucu soğuklarında hiç bir engel tanımayan insanlar rahatsızlanan çocuklarını köye getirirler ve bu ocakta derman ararlardı. Canab-ı Allah'ın kutreti sorgulanmaz , boğazları şişmiş bir parça ekmek değil bir yudum su içemiyen kaç çocuğun tedaviden sonra  ocağın ekmeği diye verilen ekmeği iştahla yediğini gözümle gördüm. ( Ocak ekmeği özel bir ekmek değildi, o hane halkının kendileri için pişirdikleri normal ekmekti.)  
           Hastalara sulalenin en yaşlıları bakardı hiç bir zaman sülalenin bir ferdi kendisine getirilen hastaya bakmaz thematelerine yönlendirilirlerdi. Ben Ramazan Esen, Şaban Esen ve İzzet Esen'in günlerini hatırlıyorum. Şimdi hepsi rahmetli oldu, Allah mekanlarını cennet etsin.
           Hastalardan hiç bir zaman ücret ve hediye kabul edilmezdi.
           Bu insanların bu becerisi, yıllar yıllar önce dedelerinden birinin bir sansarı baş ve işaret parmaklarının arasında boğması sonucu kazanıldığı anlatılırdı.
          Tedavi yöntemide hasta çocuğun karşıya alınarak bir kaç dua okunup baş ve işaret parmakları ile hastanın boynunun sıvazlanması şeklinde olurdu. Okunan özel bir dua yoktu hatta hiç dua okunmadan Tanr'ya sığınılarak ondan şefaat dileme yolu ile de yapılabilirdi.

################ Referandumlar (Bunun alt sayfası: "AGLARCA KiSA KiSA") ################

           AĞLARCA'DA ÖZEL REFERANDUMLAR
       
  Ağlarca tarihinde sadece Ağlarca'yı ilgilendiren ve geleceğine yön verecek iki referandum yapılmıştır. Bunların tarihlerini tam hatırlamıyorum verdiğim tarihlerde birkaç sene oynayabilir.
          1.Referandum 1950 li yıllarda yapılmış, ilçe olarak Emirdağ'ından ayrılarak Çifteler'e bağlanma isteği oylanmış ve büyük çoğunluk oyunu Çifteler'e bağlanma yolunda kullanmuştır.
          2.Referandum ise 1980 li yıllarda zamanın hükümetince Han köyü'nün ilçe yapılmasına karar verildiğinde Han'ın nüfusu ilçe olmaya gerekli nüfusa sahip olmadığından Tepeköy, Erten, Başara ve Ağlarca köylerine Han'ın mahallesi statüsü verilmek istenmiş ama yapılan oylamada büyük bir çoğunlukla red edilmiştir. 

 

################ Sivrihisar yolu (Bunun alt sayfası: "AGLARCA KiSA KiSA") ################

 

***===>***===>***===>***
SİVRİHİSAR YOLU ( Sürüser ğog ) 
***===>***===>***===>***
--- Zamanında bu yol odun kaçakçılarının Haymana'ya Sivrihisar'a, Polatlı'ya odun götürürlerken kullandığı yoldu, halk o zamanlar Sivrihisar yolunu telaffuz edemediğinden ismi sürüser ğog ( Sivrihisar yolu ) olarak kalmıştır. Hatırlıyorum o zamanlar sık bir ormanın içinden yanyana uzayıp giden iki patikadan oluşmuş bir at arabası yoluydu. Kenarında ki ağaçlardan bazı yerlerde gökyüzü görünmezdi. Okullar kapanıp yaz tatili başladığında hemen köye koşardık Erten köyünden sonra ki bu yol bizi çok heyecanlandırırdı, yol bitmek bilmezdi.
---- O ZAMANLAR ÇEVREMİZİN GÜZELLİKLERİNİN FARKINA BİLE VARMAZDIK Biz bir an önce köye ulaşmayı isterdik. Ah şimdi aynı güzellikleri bulabilsek dağılmamış 80 hanelik köyümüzü geri getirebilsek, yayan da olsa o yolu defalarca yürümek bize hiç zor gelmezdi. 

################ Komsu daveti (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################
 

      KOMŞU DAVETİ

      Kırsal kesimlerde yardımlaşmayı komşununhayırlı işini paylaşmaya çok iyi bir örnektir. Şimdi yavaş yavaş kaybolanların arasındaki yerini almaktadır.
       Düğünden bir gün önce, düğün sahibi komşularını, akrabalarını, imkan içerisindeyse bütün köyü toplar yemek verir, ertesi gün düğünün başlayacağını bildirir. Davete gelmeyen veya gelemeyenlere de birer sofra gönderilir.
      O andan itibaren düğün sahibi için düğün bitmiştir.
      Düğün sahibi artık akrabalar, komşular, eş ve dostlardır.  
################ Damat evi (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################



DAMAT EVİ  "şavovin"
  
       Damat düğüne 3-5 gün kala evden ayrılır, yakın bir arkadaşının evine yerleşir. Buradaki arkadaşı da sağdıcı olur. Bu ev damadın, yaşadığı müddetçe ikinci evi, hane halkı da ikinci ailesi olacaktır. Damat bir hafta boyunca burada yatar, kalkar, misafirlerini ağırlar. Damadın eve adımını attığı andan itibaren, her şeyinden sağdıç sorumludur. Damat kaçırılırsa, kapıdaki ayakkabısı kaybolursa, nezle olursa, olmadık bir yerde hata yaparsa sorumlusu sağdıç ve arkadaşlarıdır.
       Sağdıç arkadaşına her türlü rahatı, huzuru sağlar. Hatta kimseye görünmemek şartıyla onu kendi düğününe götürür kuytu bir yerden seyrettirir, yakalanırlarsa da ceremesini çeker.

################ Damat cikarma (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################
 

DAMAT ÇIKARMA "Şavekıçeş"
         Gelin geldikten sonra oğlan evinde düğün devam eder. Yatsıya doğru gelinle damadın vekaletleri alınarak imam nikahları kıyılır. Sıra, damadın getirilerek, toplu olarak bir yerde oturan, büyüklerin elini öptürmeye gelmiştir.  
        Birkaç büyüğünde aralarında olduğu kızlı erkekli gençlerden oluşan kafile, akardion ve tahta eşliğinde, dejüyler söyleyerek damadın kaldığı eve gelirler. Burada bir süre düğün yaparlar. Damat, sağdıç ve misafirlere hizmet için düğüne katılamayanlar oynatılırlar. Damat Oynarken kızlar birbirinden devralarak yormaya çalışırlar. Damadın arkadaşları da damadı sıyırarak onun yorulmasını önlerler.
        Daha sonra damat delikanlıların arasına alınarak gelindiği gibi yola çıkılır. Sağdıçlar damat kaçırılmasın diye iki koluna girmiş vaziyette yürürler. Bu el öpüp geri dönesiye kadar damadı kaçırmak istiyenlerle onu koruyanların mücadelesinin başlangıcıdır.
        Sağdıç evi damatla birlikte kurbanlığını, bir tepsi dolusu tğujesini, çerezini gönderir. Bunları taşıyanlar kafilenin en arkasından giderler. 
        Yolda bazen oynayanlardan biri ayağı kırılmış gibi yere çöker, ayağına havlu veya benzeri bir şey bağlanmadan kalkmaz. 
         Bazen de akordion susar, kafile durur, akordioncunun koluna da bir havlu bağlanır, kafile yoluna devam eder.
        Düğün evine gelindiğinde sağdıcın biri önde biri arkada, damat arada olmak üzere, büyüklerin bekledikleri odaya girer, themateden başlayarak el öperler. Kapının yanında biraz dikildikten sonra, thematenin müsaadesiyle dışarı çıkar ve hızla kaybolurlar. 
         Böylece oğlan evindeki düğünde son bulmuş olur.



################ Gelin alma (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################


GELİN ALMA

      O gün herkes cok heyecanlı ve telaşlıdır. Bir şey unutmamak için her şey yeniden gözden geçirilir. Gelin arabası en iyi şekilde süslenir, Arabaların havluları takılır, kafilenin başkanlığını yapacak themate ile SON istişareler yapılır, her şeyin yolunda olduğuna kanaat getirilince de yola çıkılır. ***Eskiden gelin almaya at arabaları ve atlarla gidilirdi. Uzun meşe çubukları yay gibi gerilir, üç beş tanesi at arabasının sandığına monte edilir, üstleri de desenli kilimlerle kapatılırdı. Gelin alıcı alayına atlarıyla katılacaklar, atlarını tımar eder, kuyruklarını bağlar, eyerlerini parlatırlardı. Yola çıkarken yerinde duramayan atların birbirlerine caka satarcasına kişnemeleri belki de olayın en güzel yeriydi. ***Kız evine gelindiğinde arabalardan inilir, themateler önde olmak üzere köye  girilir. Köy girişinde kız evinden bir gurup tarafından karşılanılır. Hoş geldiniz merasiminden sonra iki gurup karışarak kız evinin önüne gelir.     
       Gençler hemen eğlenceye alınır, akordion ve tahta ellerine verilir. Bir müddet düğünü idare 
EDEN kız tarafı hatiyakosuı idareyi de oğlan tarafının hatiyakosuna bırakır.
       Themateler, thematelerin yanlarına, diğerleri de uygun yerlere oturtulur. Önce misafirlere yemek yedirilir. Düğündeki gençlerde düğünü aksatmayacak şekilde guruplar halinde yemeğe alınır.
        Bu arada kız evinin, bizden kız alacaksanız, bunlara katlanacaksınız dediği eğlencelere geçilir. Oğlan evinden birinin rehberliğinde damadın akrabaları, teker teker alınır....
        Önce berbere götürülürler, yüzleri çam dalından bir fırçanın katran veya benzeri bir şeye batırılmasıyla sabunlanır. kör bir balta veya testereyle tıraş edilir.Artık misafir doktora gitmeye hazırdır, sert bir tahta üzerine dikenlerin yayılarak üzerine ince bir örtünün örtülmesiyle oluşturulan yatağa yatırılarak muayene edilir. Hastanın durumuna göre iğne yapılır veya yapılmaz. Artık eğlence dünyasına gitmenin zamanı gelmiştir. Burada misafir ya, yan yatırılmış bir arabanın tekerine bindirilip döndürülür ya da binince ipi kopacak bir salıncağa bindirilir. Bütün bunların karşılığında da belirli bir ücret alınır. Bu bir nevi toprak bastı parasıdır. Yapılan bu tatlı eziyetler standart değildir. Tamamen gençlerin yaratıcılığına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Bütün bu testlerden geçen delikanlı düğüne götürülür ve oynatılır, artık sıra bir başkasındadır.    
Gelin alıcılar düğün boyunca bayraklarına sahip çıkmak zorundadırlar. Kandırılarak veya dalgınlık anlarında kaptırılarak ellerinden alınırsa geri satın almak zorundadırlar.
        Aynı şekilde kızlarını da korumak durumundadırlar. Bir hizmet için veya birisi tarafından çağrıldığı söylenerek düğünden ayrılan kız, kız evinin kızları tarafından bir odaya kapatılır. Bununda fark edilip satın alınması gerekir. Bu ikisi maddiyattan önce bir prestij meselesidir.
        Belirli bir müddet sonra gelini alıp gitmenin zamanı gelmiştir. Misafir themate gelinlerini alıp gitmek için izin istedikten sonra, gelini çıkarmakla görevli kişiler gelin odasının kapısına gelirler, İçerdeki kızın arkadaşları kilidin kaybolduğunu veya zembeleğin kırıldığını bahane ederek kapıyı açmazlar, bahşişler alındıktan sonra kapı açılır. Çeyiz sandığının üzerinde oturan kız çocuğu da gönüllendikten sonra gelin çıkarılır. Gelinle birlikte bir yengesi ve bir akraba delikanlıda gidecektir. Bunların görevi, kızın hemen yalnızlık duygusuna kapılmasını önlemek hem de imam nikahına kız vekili olarak katılmaktır.
        Gelin, kapının önüne getirilen gelin arabasına, dua getirilerek bindirilir. Gelin alıcılar ev sahiplerine Allahaısmarladık diyerek ayrılırlar.  Bu ara gelin alıcılar kız evinden habersiz aldıkları, tabak, kaşık, kül tabağı, resimlik, biblo gibi ufak tefek şeyleri arabaların penceresinden göstermeyi unutmazlar. Bunlar ileride gelinlerine annenin evinden hediye diye verilecektir.
         Artık kız evinin düğünü bitmiş herkesi buruk, hüzünlü bir rahatlık kaplamıştır.  
         Bu arada gelinden mendil, gelin çiçeği gibi bir nişan alan damadın arkadaşları, müjdeyi götürmek için sıkı bir yarışa girerler. Eskiden bu yarış atlarla olurdu, günümüzde bunların yerini arabalar almıştır.


################ Kız kaçırma (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################


KIZ KAÇIRMA
 

         İncelendiğinde göreceksiniz ki içindeki sosyal olgular, gençlerin yardımlaşma organizasyonu, barındırdığı katı kurallar bakımından adetlerimizin hemen hemen en önemlisidir. Kaçma **
**olayına bu nedenle öncelik verdik.
       Sosyal, ekonomik v.b. nedenlerle istediği kişiye verilmeyeceğini anlayıp kaçmaya karar veren kız, önce yakın akrabalarından bir veya iki delikanlıya durumu açar. Onların olurunu alıp kendisiyle birlikte gelmeye razı eden kız hazırlıklara başlar.
       Önce evde köşe-bucak temizlik yapar. Çamaşırları yıkar ve  bir teknede ekmek pişirir. Köydeki akrabalarını bir bahaneyle ziyaret eder. Bundan sonra heyecanla kararlaştırılan gün beklenmeye başlanır. Bir gece yarısı veya sabaha karşı köyün dışından duyulan silah sesi kuşun yuvasından uçtuğunu duyurur. O gece gelenler köy delikanlılarına yakalanmamaya azami gayret gösterirler. Köy delikanlıları ise şüphelendiklerinden veya tiyoyu aldıklarından beri geceleri köyün etrafını kontrolleri altında tutarak beklemektedirler. Kızı kaçırmaya gelenleri yakaladıklarında onları biraz korkutur, toprak bastılarını alır, kız arkadaşlarıyla vedalaşır sonrada uğurlarlar.
       
       Öte tarafta delikanlı kızı kaçırmadan evvel arkadaşlarına durumu anlatır. Birlikte bir yol haritası çıkarırlar. Önce gelini getirdiklerinde misafir edecekleri bir ev ayarlarlar. Bu evin akrabalardan birinin evi olması ve evde yetişkin kız ve delikanlının olması lazımdır.
       Gelin bu eve indirilir. Artık burası kız evidir.  Olay  münasip bir şekilde büyüklere iletilir. Artık oğlan evinde hummalı bir hareket başlar.
       Ama hiç bir zaman kız evi razı edilmeden bayrak açılmaz. Önce münasip kişiler seçilerek kız evine gönderilir, durum izah edilir.
        Ertesi gün kız tarafınca belirlenen bir kaç kişi yanlarına bir delikanlı alarak oğlan evine gelirler.  Misafirler en iyi şekilde ağırlanır. Gelenler kız ve kız ile gelen delikanlılarla, yanlarında gelen delikanlı aracılığıyla irtibat kurar. Bu işin gönül rızası ile olduğuna kanaat getirildikten sonra, hayırlı olması temennisinde bulunarak dönerler.  
        Bundan sonra hemen bayrak asılır, büyük bir hızla düğün hazırlıklarına başlanır. 
        Düğün günü yeterli sayıda vasıta gönderilir. Buradan da sadece gençlerden oluşan bir gurup gelir ve düğüne katılır.
        Belirli bir süre geçtikten sonrada kız baba evine el öpmeye götürülür ve her şey tatlıya bağlanır.

      İzleyici katkısı = Kızın indiği eve Teçe Wune, evin annesine Nengoj denir .Auç kızla-delikanlının aralarında verdikleri söz/nişan'dır. Bu bir Zexes ortamında, kaşenliğin artık bittiği ve kesin karar verdikleri rıtueldir.Çerkeslerde gençlik bu konuda özgürdür. 
     Gönderen: decenqua, 20.08.2011 02:48:30:
################ Kocakari dugunu (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################


KOCAKARI DÜĞÜNÜ "nivojgegu"

        Düğünden bir gün sonra, akrabadan, komşudan köyden kadınlar toplanır. Gelin yanında münasip birisi ile gelir ellerini öper. Gelin kapıdan girdikten sonra yakın akrabalar gelin el öpmek için yanlarına gelirken, yere elbiselik kumaş, seccade, oyalanmış yazma gibi şeyler sererler, buna legucetin denir. Bunlar gelin çıkarken toplanır, gelinle birlikte gelenlere geline takdim edilmek üzere verilir.
       Gelin ve yanındakiler kapının yanında biraz dikilirler, müsaade verildikten sonra da çıkarlar.
       Gelin zeğah merasiminden sonra akrabalara rahatça görünebilecektir artık.
       Gelin çıktıktan sonra misafirlere şhelako'dan "kelle-paça" oluşan bir yemek verilir. Yemekten sonra kadınların arasından bir meydancı çıkar, kocakarı düğününü başlatır. Eğer kadınların arasında akardion çalacak biri yoksa kapının önünde bir delikanlı çalıverir. Böylece DÜĞÜNÜN son halkası da tamamlanmış olur.
################ Bohcalar (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################  

       BOHÇALAR
  
    
        Kız tarafı oğlanın akrabalarına birer bohça hazırlar. Duruma ve akrabalık derecesine göre erkeklere takım elbiselik kumaş, gömlek, namazlık, çorap, havlu gibi şeyler konur. Bayanların bohçasında ise elbiselik kumaş, namazlık, namaz örtmesi, çorap, havlu bulunur.
        Erkek tarafı da kız tarafının akrabalarına aynı ayarda bohçalar hazırlarlar.
        Erkek tarafı bohçaları düğünden önce gönderir.
        Kız tarafının bohçalarını kız çeyizi ile birlikte götürür. Bazen iki taraf karşılıklı anlaşarak bohçaları ev bireyleri ile sınırlı tutarlar veya temelli kaldırırlardı.
        Bizim adetlerimiz arasında gerçekten varmı yoksa sonradan mı girmiş hala bir sonuca ulaşamadım.
        Erkek tarafının kızın dayısı bir tane ise ona sağlam bir bohça yapıldığı hatta bu bohçanın içinde mutlaka bir tabancanın olduğunu bu iişe meraklı büyüklerimizden duydum ama bu konuda da hiç bir yazılı kaynağa rastlamadım.
################ Kız isteme (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################


KIZ İSTEME
      Gerekli araştırmalar, hazırlıklar yapıldıktan sonra kız tarafının da düşüncesi, temayülü bir şekilde öğrenilir. Sevilen sayılan kimselerden bir heyet oluşturulur, bu heyette oğlanın dayısı, amcası, ağabeysi gibi yakınları da bulunur. Kız tarafına hayırlı bir iş için ziyaret edilecekleri bildirilir. Belirlenen bir tarihte de ziyaret gerçekleştirilir. Kız evinin onlarla konuşmaya görevlendirdiği kişilerden, belirli bir sohbetten sonra, Allahın emri Peygamberin kavliyle kız istenir. Kız tarafı hemen cevap vermez.
Gelenlere ilgilerinden dolayı teşekkür edilir, büyüklerine tanışıp,kendi aralarında konuşup, kendilerinin bilgilen-dirilecekleri söylenir.
      Artık oğlan evi için heyecanlı bekleyiş başlamıştır.
      İstemeye gidileceği gün, ilk ekibin yanına bir kaç genç katılır. Çiçek, çikolata gibi gerekli şeyler alınarak kız evinin yolu tutulur. Kız evinde de gerekli kişiler bir araya getirilmiş gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Bu sefer ortam daha samimidir.
      Gerekli hal hatır sorulur, havadan sudan muhabbet edilir, hükümetler kurulur, dünya düzeltilir. Sonra sebebi ziyaretimizle başlayan bir cümle ile kız tekrar istenir.
       Kız evinden söz söylemeye görevlendirilen kişi, "Gençler birbirini istedikten sonra bize düşen onların işini kolaylaştırmaktır, Allah hayırlı etsin " diyerek olumlu cevabı verir.
Bunun üstüne hemen bir dua edilir.
       Artık işin zor yanı bitmiştir, neşe içinde sofraya oturulur, yemek yenir, üstüne de söz kahveleri içilir.
        Oğlan tarafından münasip biri, kahve fincanları toplanırken, fincanının altına bir miktar bahşiş bırakır, bunu o akşam hizmet edenler aralarında üleşir, bu günü hatırlatacak bir şeyle değerlendirirler.
         Müsaade istenip kalkılırken oğlan tarafının Thematesi oturduğu minderin altına bir zarf bırakır. Bu süt hakkıdır. Bunun miktarı ailenin durumuna göre bir değer ölçüsüdür. Çoğunlukla bu para münasip bir şekilde iade edilir.
        Oğlan tarafı uğurlanırken, kızın kendi elleriyle işlediği bir bohça verilir.  Buna söz bohçası veya söz mendili denir. Artık iş resmileşmiştir.
        Bundan sonra, alışverişmiş, düğün tarihiymiş, bohçalarmış gibi detayları kadınlar kendi aralarında hallederler.

################ Dugun (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################


DÜĞÜN
       Düğün her iki tarafta da yapılır. Önemli olan bir iki önemli şeyi vurgulamak istiyorum.
       Kız evinde yapılan düğünün adı VEDA gecesidir. Gelin olacak kızın arkadaşlarıyla vedalaşmasını veson defa böyle bir eğlenceye katılmasını amaçlar. Kına gecesi yanlış bir terimdir, zaten bizim adetlerimizde kına yakma olayı yoktur. Kız evinde silah atılmaz, kız tarafının büyükleri düğünde oynamazlar. Bunların dışında iki tarafın düğünü de aynı olur.
Düğünleri themateler yönetir. Düğün başladığı andan itibaren her şey onların sorumluluğundadır. Thematenin oyunları yönetecek bir kız bir delikanlı yardımcısı vardır. Bunlara hatiyako denir. Misafirleri karşılayacak, yemek işine bakacak kimselerde ayrıdır. Bunların hepsi oturaklı ve adet bilen kişilerdir. Birde gençlerden oluşan pşerahler vardır. İhtiyaç duyan herkesin pşrah'lere ulaşabilmesi için kollarına havlu bağlanması gibi bazı işaretlerle belirginleştirilirler.
        Misafirler gelmeye başlayınca karşılanır, yemeğe alınır, uygun bir yere oturtulurlar. Münasip kişilerce ziyaret edilir, hoş geldin verilir, halleri hatırları sorulur. 
        Eğlence thametelerden birisi ve ona uygun düşecek bir kız ile başlatılır. Eğlence sırasında, kızlar ve erkekler kendi hatiyakoları tarafından yönlendirilir. Kimse izinsiz olarak eğlenceden cıkamaz, giremez. Düğün devam ederken, diğer köylerden, bölgelerden gelen guruplar ilgililerce karşılanır, uygun bir yerden düğünü seyretmeleri sağlanır. Zamanı gelince de hatiyako yanına bir kız alır hoş geldiniz der, onların düğüne katılmalarını sağlar. Kalabalık düğünlerde gruplara sıra ile düğün yaptırılır. Bu hem tatlı bir rekabet yaratır, hem de diğer gurupların dinlenmelerine, konuşup tanışmalarına, ihtiyaçlarını gidermelerine vesile olur.
        Eğlencelere evli erkekler katılırlar ama kadınlar katılamazlar.      Thematelerden birisi oyuna çıkmışsa tüm gençler ayağa kalkar ve ritim tutarlar. Oyun sırasında, bilhassa leperuş oyununda, oynayanların ayakkabıları çıkartılmışsa, düğün sahibi kızlardan biri tarafından ayakkabıların içine bir çift çorap hemen konur. Misafirler düğün devam ederken izin alarak damadın kaldığı yere gider ve tebrik ederler. Damada ve sağdıca ayakta dikiltmek, hizmet ettirmek gibi tatlı eziyetler ederler. 
Düğün sırası boyunca hatalı davranışları görülenler hemen kurulan mahkemelerde yargılanırlar.
         Düğünü yöneten hatiyakolar, birbirine ilgi duyan kız ve erkekler arasındaki selam ve mesajları iletirler.
       Düğünün bitiminde yatılı misafirler, dost, akraba ve komşular tarafından ağırlanır, ertesi gün gelin alıcı gitmek için toplanmak üzere geceye son verilir. 
 
################ Evlilik kurumu (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################

EVLİLİK KURUMU:

         Toplumumuzda evlilikler, mutlaka evlenecek kişilerin birbirlerini görmeleri, tanımaları, konuşup anlaşmaları sonucunda olur. Görücü usulü ile evlilik yoktur. Buna aileden alınan karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörüde eklenince sağlam evlilikler oluşur.
         Evlilikler pek genç yaşta yapılmaz. Evlenecek kişilerin belirli bir olgunluğa gelmeleri beklenir .
         Bu anlatılanların sonucu olarak ta boşanmalar yok denecek kadar azdır.
         Evliliklerde en önemli kuralımız, akrabalar arası evliliklerin olmamasıdır.
         Evlilikler mutlaka "YEDİ" göbek dışarıdan yapılmalıdır.
         Toplumumuzun sağlıklı ve uzun ömürlü insanlardan oluşması belki de bu akraba evliliklerinden uzak durulmasının bir sonucudur. Bu gün başta genetik bilimciler olmak üzere, tüm bilim adamları akraba evliliklerinin sakıncalarını anlatarak toplumları akraba evliliklerinden uzak tutmaya çalışmaktadırlar.
         Öte yandan sosyal bilimciler, psikologlar erken yaşta evlenmenin sakıncalarını anlatarak, sağlıklı evliliklerin belirli bir yaştan sonra yapılmasını savunmaktadırlar. Bunlarda bize: Bizim adet koyucularımızın asırlar önce bile ne kadar sağlıklı, ne kadar doğru düşünebildiklerini ispatlar.
          Aile yapısı olarak ataelkil bir yapı olmasına rağmen kadınında ailedeki rolü çok büyüktür hatta bazen erkğin önünede geçebilmektedir.
  
TOPLUM VE AİLE YAŞANTISI
       Toplum ve aile yapısında, ataerkil bir yapı varsa da kadının yeri çok önemlidir. Kadın savaşta, tarlada, evde hep kocasının yanındadır. Çocukların yetişmesinde çok önemli rolü vardır. Büyüklerin yanında anne-babalar, çocukları kucaklarına alamaz.
        Küçükten büyüğe giden bir saygı zinciri vardır. Büyükler odaya girdiğinde yer, sokakta görüldüğünde yol verilir.
        Kadınlar hiç bir zaman erkeklerin önünü kesmezler.  Büyüklerin yanında yanın da ayaküstüne ayak atmak, sorulmadan konuşmak, sigara içmek imkânsızdır.
         Köylerde evin thematesinin ayrı bir odası vardır, yemeklerini burada yer, burada oturur, misafirlerini burada ağırlar.
         Meydana gelen anlaşmazlıklarda, karakollara, mahkemelere başvurulmaz, anlaşmazlık kendi aralarında halledilir.
         Yardımlaşma çok gelişmiştir. Bildiğimiz imece olayı yaygındır. Bunun dışında hafi "ödünç" denen bir sistem vardır. Bu sistemde işe sıkışan komşularından yardım alır, ilerde oda komşuların yardım ettikleri gün sayısı kadar onlara yardım eder. 
 
Not === Elbette bu konu 2-3 cümleye sığdırılabilecek bir konu değildir başlı başına bir inceleme kaynağı ve üzerine kitaplar yazılacak kadar detaylı ve geniştir.
Orhan OCAK 
################ Cenaze torenleri (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################

CENAZE TÖRENLERİ;
        Toplumumuzda sevinçlerin paylaşıldıkça büyüdüğünün bilindiği gibi, acılarında paylaşıldıkça küçüldüğü çok iyi bilinmektedir.
        Cenaze mümkün mertebe aynı gün defnedilmeye çalışılır. Mezarlıkta aile yerleri bellidir. Mezarlıkta parselleme, ayrılma olayı yoktur ama her cenaze sülalesinin arasına defnedilir.
         Mezar gençler tarafından tecrübeli bir kişinin önderliğinde kazılır. Mezar ağaçları bu işten anlayanlar tarafından, ardıç ağacından hazırlanır. Belirli bir yaştan sonraki herkesin avlusunun bir köşesinde bu gün için ayrılmış ağacı vardır. Bu ağaçlar yontulduktan sonra yan yana konarak ayarlama yapılır ve numaralanır. Böylece mezar başında vakit kaybı önlenir.
        Kadınların mezarı göğüse kadar, erkeklerin mezarı bele kadar kazılır.
        Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra caminin önüne getirilir. Vakit namazı kılınana kadar iki akrabası tarafından beklenir. Cemaat namazdan çıkar çıkmaz, cenaze omuzlara alınarak, önce evine götürülür. Kadınlar cenaze namazına ve defin işine katılmadıklarından onlardan helallik alınır. Dua getirildikten sonra, cenaze omuzlara alınarak mezara getirilerek musalla taşına konur. Yolda cenazeyi taşıyanlar kısa aralarla değiştirilerek herkesin taşımasına imkan verilir.
        Musalla taşının başında cenaze namazından önce merhumun ana ve kendi adı söylenerek üç kere hak helâllığı istenir. Kılınan cenaze namazından sonrada defnedilir.
        Defin sırasında merhumun oğulları yoksa kardeşleri mezara girer. Merhumun, hocanın direktifleri ile dini vecibelere uygun defnini yaparlar. Eğer merhum kadınsa defin sırasında mezarın üstüne bir kilim gerilir. Defin işi sürerken bir taraftan da KUR-AN'I KERİM okunur sonu da dua getirilerek defin işi tamamlanır.
        Mezarın üstüne biraz buğday serpilerek karıştırılır sulanır. Mezardan doğruca merhumun evine gidilir, dua getirildikten sonra gerekli kişilere başsağlığı ve sabır dilenerek ayrılınır.
        Cenaze evinde bir hafta yemek pişirilmez. Hem cenaze evinin hem de gelen konukların yemek ihtiyaçları komşular tarafından sağlanır. 
       Evde yedi gün her gece KUR-AN'I KERİM okunur.
       Baş sağlığı dilemeye gelenler fazla oyalanmazlar.
       Taziye için gelenler giderlerken acı onlarla gitmesin diye uğurlanmazlar.
################ Hafiof (Bunun alt sayfası: "GELENEKLERiMiZ") ################




HAFİOF  - ( Ödünç iş )

-> Hızlı bir şekilde gelişen kentleşmenin sonunda kaybolup giden geleneklerimizden biriside HAFİÖF tir. Türkçe karşılığı ödünç iş olup işlevi de bu paraleldedir.  Çok güzel bir genel gelenek olan İMECE ile benzerlikleri olmasına rağmen HAFİÖF tamamen bambaşka bir sosyal olaydır.

-> Köy yerlerinde bir ailenin kısa zamanda yapılması ve kalabalık insan gücüne ihtiyaç hissedildiğinde HAFİÖF yapılırdı.

-> Örneğin büyük bir tarlanızda ki ekin olgunlaşmış ve kısa dönemde hasat edilmesi gerekiyorsa ve yeterli iş gücünüz yoksa;

-> Hemen bu işte çalışabilecek yetenekte ( Tırpancı , Ananatcı, Tırmıkcı gibi ) kişilerin  olduğu ailelere baş vurulur, belirlenen gün için Hafiye adam göndermelerini istenirdi. Bu şekilde kısa sürede oluşturulan iş gücü ile de zamanında iş bitirilirdi.

-> Bu bir işgücü ödünç alma işidir. Yeri ve zamanı geldiğinde yardıma gelen kişilere aynı sayıda ve aynı gün sayısı olarak yardım edilirdi.

-> İşleri için HAFİ toplayan onları çalıştıkları sürece en iyi yemeklerle ağırlardı.Hafiye gelenler için yapılan bu yemeğe de HAFİŞIXN DENİRDİ.

***====>***====>***====>***

*Hafi = Ödünç …. of = iş    HAFİOF = Ödünç iş

***Hafi = Ödünç …. Şıxn   HAFİŞIXN = Hafiye gelen insanla için hazırlanan yemek

Orhan Ocak   01 – Kasım – 2015   Eskişehir 

################ Koru kesimi (Bunun alt sayfası: "AGLARCA KiSA KiSA") ################
KÖYDE KORU KESİMİ
----Çok değil bundan 25-30 yıl önce köyde en az 800 ton meşe odunu kesilirdi. Bu kesimler ormanın en sık olduğu yerlerden yapılırdı. Kesilen ağaçlar ya tek tek aşağılara kadar atılarak indirilir ya da arabaların arka dingili çıkarıldıktan sonra meşeler yüklenir arkasına da kesilen bir çam bağlanarak aşağıya kadar sürüklenirdi.
----Kesimden önce köye orman bölge şefi mühendis ve
ormancılardan oluşan bir heyet gelir o sene nerede kesim
yapılacağı belirlenirdi. Kesim yapılan alan traşlama kesilir
böylece o bölgede ormanın daha gür çıkması sağlanırdı.
Her sene ayrı yerlerde kesim yapıldığından ormanlarda azalmaolmaz inadına gelişme olurdu.
----Kesim alanını belirleyen görevliler, herkese kesilecek miktar kadar izin kağıdı verir ve giderlerdi. Bu izin kağıtlarının resmi adı tezkere olup bununla kesilen odunlar yurdun her tarafına götürülebilirdi.
----Memurlar gittikten sonra esas gürültülü tartışmalı anlar
başlardı. Kesim alanına her aileden bir kişi olmak üzere gidilir
kesim alanı önce yeterli sayıda alanlara bölünür sonrada kura
ile herkesin sehimi belirlenirdi, ama kimse bu kuradan memnun kalmaz kendisine en zayıf mıntıkanın düştüğünü söylerdi. Bunlar uzun sürmez hemen ertesi gün baltalarla, tahralarla kesime başlanırdı ( O zamanlar motorlu testereler yoktu.)
----En kısa zamanda kesim bitirilir kesilen ağaçlar sterler halindekamyonların yanaşabileceği yerlere istif edildikten sonra satış için pazar aranmaya başlanırdı.
----Bu gün köyde adam kalmadığından bu kesimler yapılamıyor bunun sonucunda da orman sıklaştıkça orada yaşayan evcil olmayan hayvanlar çoğalmakta bunlarda köylünün hayvanlarına,ürünlerine aşırı zarar vermektedirler.
 
----Bu gün köyde yaşayanlar devletin ihtiyaç adı altında verdiği matrahların kışın yakacağı kadarını düz alanlardan ve ince meşelerden kesmekle yetinmektedir.


 
 


 


################ Nalan için taziye mesajları (Bunun alt sayfası: "2222222222222") ################


HABERLER sayfasına dön ################ Müzeyyen için taziye mesajlaar (Bunun alt sayfası: "2222222222222") ################