ADIGE XABZE
orhanocak1952

Acemi avci

 
 ÖLÜMLE YAŞAM ARASINDA  

    
1979 yılının şubat ayıydı. Bir haftadır yağan kar yağışı durmuş, havada birden bire değişmişti. Sanki yazdan kalma bir gün yaşanıyordu. Yerdeki 30 cm lik kar olmasa kış günü olduğuna kimse inanmazdı.
      Böyle havalarda köylüler hayvanların yemini suyunu verip altlarını küredikten sonra Seydi’nin samanlığının arkasında toplanırlardı. Burası köyün kahvesi konumundaydı. O gün gene birkaç kişi toplanmış konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı ava geldi. 
     Yahya önündeki karları ayağıyla ezerken;
     —Tam av havası, kar iyice yumuşadı, bu karda tavşan kaçamaz iyi bir köpekle 3–4 tane avlanır dedi.
     Sanki oradakiler böyle bir teklif bekliyorlarmış gibi hemen ava çıkılmaya karar verildi.
     Yalnız hiç birinin av köpeği yoktu. Hilmi bana dönerek
     — Hoca sende gel o zaman İzzet av köpeğini verir dedi.
     İzzet eniştenin de av köpeği çok meşhurdu, önüne kattığı tavşanı ya avcıların önüne sürer ya da gidebildiği yere kadar kovalardı. İyi bir gezintiyle biraz dağ havasının iyi geleceğini düşünerek kabul ettim.
     İzzet enişteye giderek tüfeğini ve köpeğini aldım, tüfekte eski ağızdan dolmadan çevrilerek kırma yapılmış onikilik bir tüfekti, altı köşe dökme demirdenmiş gibi duran, namlusu normal tüfeklerden 20 cm daha uzun bir tüfekti. Bu nedenle de menzili bir hayli fazlaydı.
     Köpek benim tüfekle evden çıktığımı görüce av olduğunu anlamış etrafımda koşuşturup oynamaya başlamıştı.
     Diğerleriyle köy meydanında buluştuk. Yahya, Hilmi, ben birde gençlerden Hayati vardı.
     Hemen sarı bele kadar gidip bir iki saat av yaparak dönmeye karar verdik.
     Sarıbel’e vardığımızda herkes iz aramak için veya bir çalının dibine sinmiş bir tavşan görebilmek için dağıldılar. Bende montumu çıkararak karların üstüne serdim, tüfeği de dipçiğinden kara sapladım. Montun üzerine oturarak sigaramı yakıp önümdeki manzaranın güzelliğini seyretmeye daldım. Buranın bitki örtüsü çoğunlukla çam ve ardıç ağaçlarından oluşuyordu. Aralarda da meşe ağacı kümeleri vardı. Meşelerin çıplak dalları üzerinde biriken karlar güneşin etkisiyle kayıp düşüyorlardı, bu nedenle sanki yarı çıplak gibiydiler. Çam ve ardıç ağaçlarındaki karlar ise olduğu gibi duruyordu. Kışın dökmedikleri yaprakların yeşilliği ile üzerlerindeki beyazlık seyrine doyum olmayan bir manzara yaratıyordu. Köy tarafına sırtını verip durduğunda karşıya doğru bir yol uzayıp gidiyordu, biraz ileride ormanın içinde kaybolup gidecekmiş gibi olan bu yol dağların arasından uzayıp giderek Peçene ve Kilise'ye çıkıyordu. 
       Yolun sağ tarafındaki dağlar sıra halinde Yazılıkaya,Yapuldak ve kümbet köylerine kadar ulaşırlardı. Sağ tarafta ise kış yaz rüzgârının hiç eksik olmadığı azametli Göktepe vardı. Arkasındaki dağlar takip edildiğinde Göl yaması, Kirazlıdere geçilerek han merasına girilirdi.
      Birden arkamdaki çalıdan bir hışırtı duyuldu, geriye döndüğümde iri bir tavşanın çalıdan fırladığını gördüm. Daha ben silaha uzanırken de ağaçların arasında kayboldu gitti. Birkaç saniye geçmeden de çakalın sesi duyuldu. Köpek nasıl fark etmişse etmiş hemen tavşanın peşine düşmüştü.
     Bir saat kadar tavşan karşı yamalarda dolandı durdu, köpekte arkasından kovaladı. Bir ara arka arkaya iki silah sesi geldi ama köpeğin sesinin kesilmemesinden tavşanı vuramadıklarını anladım. Bu silah seslerinden sonra tavşanda köpekte hızla uzaklaştılar. Köpeğin sesi yavaşlayarak kayboldu gitti. Bazen rüzgârın içinden birkaç cılız havlaması da zaman geçince kayboldu.
     Güneş batmak üzereyken arkadaşlar yamaçlardan birer birer inerek geldiler. Artık köye dönme zamanı gelmişti. Arkadaşlar köyün yolunu tutarken bende köpeğin peşine düştüm. Niyetim onu bulup en kısa zamanda dönmekti. Birkaç kere iz kestikten sonra tavşanla köpeğin gittikleri yolu bulup peşlerine düştüm. Birkaç kere silah attım. Eniştemin dediğine göre köpeğin bu silah seslerine gelmesi lazımdı ama ne gelen oldu ne giden. Birden havanın karadığını hissettim, içimi bir korku kapladı. Tam geriye dönmeye kara verdiğimde karşı yamadan köpeğin sesi belli belirsiz geldi. Bir el silah atarak o tarafa yöneldim. Bu olay birkaç kere tekrarlandı. Bu ara bende birkaç ufak dağı aşmıştım. Havada iyice kararmıştı. Açık gökyüzündeki hilal şeklindeki ayla yerdeki karlar birlikte loş bir aydınlık yaratıyorlardı. Çamlardan püsen inmeye başlamıştı. Bu püsenle hafif hafif esen rüzgârın sürüklediği karlar kısa zamanda izleri örterek yok etti. O zaman paniğe kapıldım. Bir tavşanla bir köpeğin izlerinin bile bu kadar önem taşıyabileceğine ömrümde inanmazdım.
      Artık önümde üç seçenek vardı birincisi geriye dönmek, izlerin silindiğinden çevremdeki hiçbir yeri tanıyamadığımdan dönüş yolunu bulamayacağım kesindi onun için bu seçeneği hemen geçtim. İkincisi olduğum yerde durmadan ufak bir daire üzerinde dönmek. Böylece aramaya çıkanların bana ulaşasıya kadar sağ kalmayı becermek.   Şewoşlardan Hacı Yusuf bir gece vakti Kayı dan  gelirken karaağaç mevkiinde tipiye tutulmuş bir metre önünü göremediğinden şaşırmamak için yola devam etmeyerek bu metodu uygulamıştı. Onun yeri hem köylere yakındı hem de sabaha az kalmıştı. Bu da benim durumuma uygun değildi, geriye üçüncü yol kalıyordu. Aynı yönde mümkün olduğu kadar sapmadan yürümek. Yürüdüğüm zamana, aldığım yola aştığım dağlara bakarsan kısa bir müddet sonra Yazılı, Tonra, Yapuldak köylerinden birine ulaşabilirdim herhalde.
     Bu düşünce bana yeni bir enerji verdi.
     O hızla birkaç tepe daha geçtim. Her tepeyi aşışta bir köy karartısı görmeyi bir köpek sesi duymayı beklerken her tepeye ulaştığım da karşımda yeni bir vadi ve yeni bir tepe görmek çok kötüydü. Acaba dedim kendi kendime benim için hayat buraya kadar mıydı?
     Gözümün önünden bütün geçmişim bir film gibi geçmeye başlamıştı. Film şeridi aileme gelince takıldı kaldı. Canım kadar sevdiğim üç kişi dikilmişlerdi karşıma. Bunlar eşim ve iki çocuğumdu.
     Zaman gece yarısını geçmişti. Bir ağacın altına oturup bir sigara içerek dinlendikten sonra yola devam etmeyi düşündüm. Öyle uykum gelmiş öylede susamıştım ki.
      Birden sanki hemen arkamdaymış gibi gelen kurt ulumasıyla kendime geldim. İki saat önce bu ulumalar bir hayli uzaktan geliyordu. Karşıma gelip dikilseler de umrum da değildi artık çünkü donma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Her ihtimale karşı sesin geldiği tarafa tüfeği doğrultup bir el ateş ettim.
      Birden içimi bir ümit kapladı bu kurt tanrının bir lutfuydu, ettiğim bütün  duaların karşılığıydı beklide. Eğer kurdun ulumasını duymasaydım ağacın altına oturacak anında da hiç uyanmamak üzere uyuyacaktım.
      Yorgunluktan ayaklarım beni taşıyamıyordu artık kara batan ayaklarımı çıkarmakta iyice zorlanmaya başlamıştım. Öylede uyku bastırmıştı ki göz kapaklarımı kapatsam hemen ayakta uyuyacaktım. Karamanlı çavuş geldi aklıma,  Siirt’in Kozluk ilçesinin Geyikli köyünde çalışıyordum. 1973 yılının aralık ayıydı, çok sert bir kış geçiyordu. O sabah çocuklar telaşlıydı. Ne olduğunu sordum.
     —Öğretmen Beşkonak karakolunun çavuşu öldü dediler.
     Yerini öğrendim köy girişindeki kayalıkların dibindeydi. Hemen dışarı çıktım ve o yana yöneldim. Aklıma ilk gelen eşkıya ile girdikleri bir çatışmada vurulmuş olması ihtimaliydi.
     Arkamdan birkaç köylüde yetişti, onlarında malumatı yoktu.
     Olay yerine vardığımızda baya bir kalabalık toplanmıştı. Bizim köy karakolunun jandarması tedbir almış kimseyi yaklaştırmıyordu. Çavuş sırtını kayaya vermiş oturur vaziyetteydi bir eli dizinin üstündeydi, parmaklarının arasındaki sönmüş sigara hala duruyordu. Kazadan gelirken yanındaki jandarmaları göndermiş kendiside biraz soluklanıp, bizim karakola uğrayacakmış ama o çöküş o çöküş olmuş.
     Bu hatıra beni biraz canlandırdı. Tırmandığım tepenin doruğuna bir 40–50 m vardı oraya varabilsem diye düşündüm, hoş varsam da ne olacaktı bir vadi daha, bir tepe daha çıkacaktı karşıma. Ayaklarımda sanki bir ton yük vardı, her tarafım uyuşmuştu. Kulaklarımda çocuklarımın ha gayret diyen sesleri vardı. Ölürsem de ayakta ölmeliydim, bunun için Allaha bir kere daha yalvardım. Tepeye nasıl ulaştım bilmiyorum. Tepeye ulaşmıştım ama bir şey göremiyordum, iri çam ağaçları görüşümü kapatıyordu. On M sağımda bir a
çıklık vardı son bir gayretle oraya yöneldim. Açıklığa ulaşıp aşağıya baktığımda. Karşımda bir dağ yoktu. Dağın eteğinin bittiği yerde, alaca karanlığın içinde hafif engebelerle uzanıp giden bir düzlük vardı. Biraz dikkatli bakınca da yamacın bittiği yerde ev karaltıları gördüm. Bir kaçında da çok hafif ışıklar sızıyordu. Aman Allah’ım ne kadar güzel bir manzaraydı bu. İlk işim diz çökerek Allah’a şükretmek oldu. İçimden ayağa kalkıp aşağıya doğru koşmak geldi. Davrandım ama ayağa kalkamadım.
Yılını tam hatırlayamıyordum tahminen 1950 yılının mart ayıydı. Kayı Köyünden iki avcı, öldürdükleri kurdun derisini otla doldurarak bir sopaya geçirip, köyleri dolaşarak sürü sahiplerinden bahşiş topluyorlarmış. Günlük güneşlik bir havada bizim köyden çıkıp Peçene’ye gitmişler. Dönüşte ise yakalandıkları kar ve tipiye rağmen, topladıkları buğday, arpa gibi şeyleri yükledikleri atın kuyruğundan tutarak, köyün girişindeki boğaz çeşmesine kadar gelmeyi becermişlerdi.
     Köye gelmenin rahatlığıyla çeşmenin başındaki taşın kuytusuna oturup bir sigara içmek istemişler ama donarak ölmüşlerdi. Cenaze sahipleri öldürülmüş olduklarından şüphelendiklerinden şikâyetçi olmuşlar, savcılık ve adli tabip gelmeden cenazeleri iki gün boyunca kaldırmamışlardı. Savcı ve tabip yarı yarı yola gelmeden kada mahsur kalınca cenazeler kızaklarla oraya kadar götürülmüşlerdi. Bu olay uzun yıllar iki köy arasında husumet kaynağı olmuştu, o yıldan sonra da bahar başlarında gelen kışlara bu iki adamın isimlerin den Çakır Ahmet kışı denmiştir.

     Beni de böyle bir sonun korkusu sarmıştı. Adımlarımı atamıyor adeta sürüklüyordum. Birden aşağılardan, köyün dışından köpek sesleri geldi. Bu bana güç verdi ama sadece iki adım atabildim. Olduğum yerde kazık gibi kalakalmıştım.
     Silah atayım diye davrandım uyuşmuş ellerimle fişeği namluya süremedim. Sonrasında da fişek yere düştü karların içinde kayboldu. Meydanda olsa bile eğilip alma durumum yoktu. Çaresizliğimden ağlamak üzereydim, kurtuluşa bu kadar yaklaşmışken hayatım avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu. Aniden belimde ki silah aklıma geldi. Son bir gayretle tüfeği namlusundan yere sapladım, dipçiğini sol koltuğuma alıp yaslandım. Ama bir türlü kurşunu namluya süremiyordum. Mekanizmayı dişlerimle kavrayarak denedim ve becerdim.
     Yüze kadar sayarak bir el ateş ettim, tekrar yüze kadar saydım bir daha ateş ettim. Buna şarjördeki son mermi bitesiye kadar devam ettim. Bu hareket beynimi oyaladığından hem uyumamı önledi hem de silah seslerini duyan biri olursa yerimi bulmada kolaylık sağlayacaktı,
      Artık bu iş tamam diye dizlerimin üstüne çöktüğüm anda kuvvetli bir kolun beni koltuğumun altından kavradığını hissettim. Kolun sahibi hem beni sürüklercesine aşağıya indiriyor hem de uyumamı önlemek için devamlı bir şeyler sorarak konuşturmaya uğraşıyordu. 
      Neler dediğimi hatırlamıyorum ama adamı sesinden tanımıştım. Bu
eşimin dayısının oğlu. şevoşlardan Selahattin’di.
      Kendi köyümüze gelebileceğim den umudum hiç yoktu. Geldiğim yeri de Yapuldak köyü diye kafama taktığımdan: Allah Allah bu adamın burada ne işi var diye düşünüyordum. Bu ara ormanla iç içe olan ilk eve gelmiştik. Penceresinde ışıklar vardı. Daha Selahattin kapıyı çalmadan kapı açıldı ve Kanşaw Kasım Okay çıktı. Ben hala nerede olduğumu
kestiremediğimden  Kasım da gelmiş buraya diye düşünüyordum.
Kanşawlar eskiden beri atalarından itibaren avcı bir aileydi. Bu durumlarla birkaç kere karşılaştıklarından ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Beni soba yanmayan bir odaya aldılar. Kabanımı kazağımı çıkardılar, beni o halde evin içinde koltuklarıma girerek dolap beygiri gibi yarım saatten uzun bir süre konuşturarak çevirdiler.
     Sonlara doğru tatlısı biraz azca 5–6 bardak ta çay içirdiler. Sonrada sıcak odaya alıp çoraplarımı çıkararak ayaklarımı ılık suya koydular. Biraz kendime gelmiştim. Yengede bu ara sofrayı hazırlamıştı. Bir gün önce Kasım ağabeyin önezede vurduğu tavşanın yahnisiyle karnımı doyurdular. O an yemek bana o kadar lezzetli gelmişti ki, bu gün karnım acıktığın da hala o yahninin kokusu gelir burnuma. Artık iyice kendime gelmiştim ama bırakmadılar toprak sobanın arkasına bir yer hazırlayarak yatırdılar. Başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum.
      Uyandığımda odayı gün ışığı doldurmuştu. Bütün köy haklıda oradaydı.    Çocuklarım birer elimi sıkı sıkı tutmuş başucumda oturuyorlardı. Uyandığımı görünce geri çekilmek istediler. Adetlerimiz gereğince başkalarının yanında anne babaya yaklaşmamaları öğretilmişti.  Kızacağımı sanmışlardı belkide. Ellerini bırakmadım aksine kollarımı omuzlarına dolayıp Bağrıma bastım uzun süre öylece tuttum. Odadaki kadınların bazıları kendini tutamamış hıçkırmaya başlamışlardı.
     Gözlerimi kapattım tanrıya uzun uzun şükrettim. Toparlanıp kahvaltımı yaptıktan sonra başıma gelenleri kısaca anlattım. Benim dışımda gelişen olayları da dinledim. Ben gelmeyince köylü bizim avcı arkadaşları bir hayli fırçalamışlardı. İzzet eniştem ve Fehmi ağabeyin önderliğinde iki ayrı koldan aramaya çıkmışlar izlerin belli olduğu yere kadar takip etmişler, izler kaybolunca da çaresiz geri dönmüşlerdi. Köpeği de Hamdi Topak, kiraz derenin ağzına sabah önezesine gittiğinde bir çalının dibinde bularak paltosuna sarıp getirmişti. Bir gece içinde hiç kimsenin ölümle yaşam arasında bu kadar gidip geldiği olmamıştır.Bu gün düşünüyorumda hiç kimsenin bır saat sonrasının belli olmadığını daha iyi anlıyorum.
  
         20–02–2008 Eskişehir. Orhan Ocak

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol